Tuğçe Madayanti Şen
Babygirl filmi ile ilgili ne düşündüğümü soran çok sayıda mesaj aldım. Bu filmi yazmayacaktım ama madem ısrarla sordunuz kısaca eleştirilerimi ortaya koymak istedim. Babygirl, iddia edilenin aksine feminist bir film olma iddiasında değil. Zaten karakterleri de sempatik ya da izleyicinin kolayca bağ kurabileceği figürler değil. Senaryo, tamamen cinsel iktidar mücadelelerine odaklanıyor ancak bunu derinleştirmek yerine yüzeyde kalıyor ve bu yüzden etkisizleşiyor. Gerilim unsurlarıysa neredeyse hiç işlemiyor; hikâyede gerçek bir tansiyon hissedilmiyor. Sinematografi zaman zaman yaratıcı dokunuşlar sunsa da, anlatının derinlik kazanmasını sağlayacak estetik bir bütünlükten yoksun. Seks sahneleri grafik olmaktan çok karakterlerin iç dünyasını yansıtmayı amaçlıyor, ancak bu bile dramatik etkiyi güçlendirmekte yetersiz kalıyor. Ve final… Film, son anlarında gerçeklikle bağını tamamen koparıyor. Büyük sorular sormaya çalışsa da verdiği yanıtlar tatmin edici olmaktan çok uzak, hatta yer yer mantıksız. Belki bir kısa film olarak daha etkili olabilirdi.
STİLİZE BİR KURGU
New York’ta geçen Babygirl, cinsel fantezi ve güç dinamikleri üzerine kurulu bir drama. Film, başarılı bir CEO olan Romy (Nicole Kidman), Broadway oyun yönetmeni eşi Jacob (Antonio Banderas) ve ergen kızları Isabel (Esther McGregor) ile Nora’nın (Vaughan Reilly) etrafında şekilleniyor. Çekirdek ailenin dinamiklerini takip ederken, kısa sürede kariyerinde güçlü bir figür olan Romy’nin özel hayatında cinsel tatminsizlikle boğuştuğunu görüyoruz. Özellikle uzun süreli tek eşli bir evlilik içinde olan kadın izleyicilerin Romy ile empati kurması muhtemel olsa da, film bunu teşvik eden bir anlatım dili benimsemiyor. Dolayısıyla, bu bağ kurulsa bile hikâyeye artı bir değer katmıyor. Romy’nin hayatı, şirketinde çalışan 25 yaşındaki stajyer Samuel (Harris Dickinson) ile tanışmasıyla farklı bir yöne evriliyor. İkilinin ilk karşılaşma sahnesi etkileyici biçimde tasarlanmış ve fragmanda yer aldığı için izleyiciye önceden tanıdık geliyor. Samuel’in kendinden emin, iddialı tavırları, hikâyeyi gerçekçi bir düzlemden uzaklaştırarak daha stilize bir kurguya taşıyor. Bu unsurun filmin erken dakikalarında belirginleşmesi önemli; böylece seyirci, anlatının sınırlarını hızlıca kavrayarak bir fantezi izleyeceğini anlıyor. Romy’nin bastırılmış arzularını harekete geçiren Samuel’in, aynı zamanda Romy’nin asistanı Esme (Sophie Wilde) ile yaşadığı ilişki, olayları daha da karmaşık hale getiriyor. Ancak bu üçlü dinamiğin hikâyede hak ettiği derinlikte ele alınmadığı görülüyor. Oysa filmin, finaldeki aforizma anına yaptığı vurgunun daha sağlam temellere oturabilmesi için bu ilişkilerin daha iyi inşa edilmesi gerekiyordu. Fantezi bile olsa, anlatının belirli bir iç tutarlılığa sahip olması şart. Ne yazık ki film, bu noktada yeterince ikna edici olamıyor.
İNANDIRICILIK SORUNU
Film, Romy ve Samuel arasındaki gerilimli ilişkiyi bir güç mücadelesi ekseninde anlatmaya çalışıyor; ancak hikâye öylesine kontrolsüz bir noktaya evriliyor ki, kurmaca kendi içinde inandırıcılığını kaybediyor. Harris Dickinson, manipülatif ve tehlikeli bir karakteri canlandırmada bazı sahnelerde ikna edici olsa da, genel olarak performansı derinlikten yoksundu. Antonio Banderas ise dalgın, içine kapanık bir eş figürünü başarıyla canlandırıyor, ancak karakterinin anlatıdaki varlığı neredeyse hiç ağırlık taşımıyor. Romy’nin eşcinsel kızı Isabel ise filmde yeni jenerasyonun temsili gibi duruyordu. Esther McGregor’un canlandırdığı bu karakter, yan hikâyesiyle filme taze bir soluk katacakmış gibi görünse de, ana olay örgüsü içinde kaybolup gidiyor. Bu da Isabel’in varlığını etkili olmaktan çok yüzeysel hale getiriyordu. Sonuç olarak, Babygirl, başta konusuyla ilgi uyandıran ancak sonrasında beklentilerinizi karşılamayan bir film.
Nicole Kidman ve Antonio Banderas gibi güçlü oyuncuların performansları filmi bir adım öteye taşımış olsa da, hikâyenin yetersizliği ve önceden defalarca işlenmiş bir konu olması izlenimi ortadan kaldıracak hiçbir yenilik sunmuyor. Diğer taraftan, film eleştirmenlerinin arka plandaki sosyal temalara fazla odaklanması, filmdeki temel çatışmanın tutarsız ve suni bir bakış açısıyla ele alınmasını görmezden gelmelerine neden olmuş gibi. Bunun da Nicole Kidman’ın lobiciliğiyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Filmin en büyük artılarından biri kuşkusuz Nicole Kidman’ın varlığı. Kidman, Romy karakterine tüm kırılganlığı ve gücüyle hayat vermeye çalışarak izleyiciyi onun iç çatışmalarına ortak etmeye niyetleniyor. Ancak oyuncu ile film arasında kapanmayan bir mesafe var ve bu mesafe zamanla yerini yapay bir hisse bırakıyor. Benim için bu kırılma noktası, filmin ilk yarım saatinden sonra gerçekleşti. O ana kadar başarılı gibi görünen performanslar bile giderek inandırıcılığını yitirdi. Kidman, cesur bir performans sergilemeye çalışıyor, ancak tam anlamıyla kendini bırakamıyor gibi hissettirdi. Belki de onu izlemek artık eskisi kadar etkileyici gelmiyor.