Bireysel düzlemde müdahale olanakları gücünü yitirdikçe vasatın iktidarı kök salmaya başlar. Çoğunluk despotizmi 19. yüzyılda başlayan kitleselleşme süreciyle vasat beğeninin insan-eylem alanının bütününe doğru genişlemiştir.
Önder KULAK – Kurtul GÜLENÇ
Günümüzde moderniteyi felsefi tartışmaların çağdaş bir teması olarak yapılandırdığımızda bu temaya ilişkin derin bir eleştirel bakışın bu soruşturmaya eşlik ettiğini sıkça gözlemliyoruz. Modernite ve Eleştirileri çalışmasında modernliğin koşullarını kendine özgü bir entelektüel eğilimler kümesi (yerleşik normları ve uygulamaları eleştirel düşünceye tabi tutma, otonom birey olma vb.) ile bir dizi kurumsal yapılar dizisi (bağımsız yargı, seküler bürokrasi vb.) olarak birbirini tamamlayan iki çerçeve bağlamında yorumlayan Jane Bennett konuya ilişkin çağdaş tartışmalarda dört temel ilginin belirleyici olduğunu ileri sürer. Bunlar sırasıyla dünyanın büyüsünün bozulması ve anlam kaybı, yabancılaşma ve meta fetişizmi, ideoloji eleştirisi ve son olarak rasyonel ilkelere indirgenmeye çalışılan doğa’dır.1
Bennett’ın tespitlerine paralel olarak Charles Taylor da Modernliğin Sıkıntıları çalışmasında moderniteye ilişkin üç temel kriz olduğunu dile getirir. Taylor’ın modernliğin sıkıntıları ifadesiyle kastettiği, Batı uygarlığı gelişirken çağdaş kültür ve toplumdaki insanların kayıp ya da çöküş olarak yaşadığı yönleridir. Düşünür tarafından ilk sıkıntı bireycilik olarak belirlenir. Bireycilik, Bennett’ın da çalışmasında üzerinde durduğu, Max Weber’le özdeşleşen dünyanın büyüsünün bozulması saptamasıyla alakalıdır. Modernite öncesinde anlam ve değer yüklü bir kozmik evren ve hiyerarşik düzene dayalı ontoloji modernleşmeyle birlikte terk edilmiş, bireylerin kendi içlerine yöneldiği, geniş bakış açılarının yitirildiği ve anlam kaybı ile kayıtsızlaşmanın el ele yürüdüğü yeni bir ontoloji ortaya çıkmıştır. İkinci sıkıntı ise araçsal aklın öncelik kazanmasıdır. Akıl kapitalist moderniteyle birlikte araçsal ve faydacı bir işlevin hizmetine girmiş, toplumsal istikrarın ve verimliliğe dayalı maksimizasyonun aracına dönüşmüştür. Düşünüre göre ilk iki sıkıntının siyasal yaşam üzerindeki en açık etkisi bireyin kendi rızasıyla siyasal faaliyete katılımını askıya almasıdır. İnsanlar modernitenin sağladığı konformizmin de etkisiyle kendi özel alanlarına gitgide daha fazla bağımlı hale gelmiş ve bunun sonucunda tüm siyasal denetimi üst güçlere bırakmayı tercih etmiştir. Taylor üçüncü sıkıntıyı modern demokrasiyle ilgisinde Alexis de Tocqueville’in “yumuşak despotizm” olarak tespit ettiğini hatırlatır ve bu türden bir despotizmi, şiddet ve baskıya dayanmayan karakterinden ötürü oldukça tehlikeli bulduğunu, bu eğilimin doğal sonucu olarak siyasete üst güçlerin hakimiyetinin yön vereceği belirlemesi yaptığını ileri sürer.2 Taylor bu durumu siyasi özgürlük yitimi olarak tanımlar çünkü birey, konformizmi, geleceği üzerindeki siyasi müdahale imkanı ve sorumluluğuna tercih etmiştir.
DEMOKRASİNİN İKİ AÇMAZI
Fransız Adalet Bakanlığı tarafından Amerika Birleşik Devletleri’ne cezaevi sistemini incelemesi için görevlendirilen Tocqueville oradaki gözlemlerinden hareketle Amerika’da Demokrasi (1835-1840) kitabında geçerliliği günümüzde açık olarak belgelenen bu derin çözümlemeyi yapmıştı. Üç farklı ilginin -aristokrasi, demokrasi ve siyasi sosyoloji- eşlik ettiği iki ciltlik çalışması Avrupa-Amerika kıyası çerçevesinde tarihsel akışın bir zorunluluğu olarak demokratikleşme fenomenine karşı konulamayacağı iddiasını hareket noktası olarak belirlemişti. Düşünürün bu argümandan hareketle yürüttüğü demokrasi fenomenolojisi demokratik fenomenin temel prensibi olan genel bir eşitlenme halinin ne türden yapısal açmazlara sahip olduğunu tartışır. Açmazlardan ilki bireylerin otonomilerini derinleştireceği varsayılan fenomenin bu beklentiye uygun olmayan sonuçlar doğurma kapasitesine sahip olmasıdır. Düşünür bu bağlantıyı şöyle dile getirir: “Demokrasi insanı durmaksızın kendisine doğru yönlendirir ve nihayetinde onu tamamıyla kendi vicdani yalnızlığının içine kapatır.”3 İkinci açmaz ise toplumsal ve politik meselelere kayıtsız kalan bireyin yalnızlığıyla çoğunluk despotizminin kurulum süreci arasındaki içsel bağdır. Bireysel düzlemde müdahale olanakları gücünü yitirdikçe vasatın iktidarı kök salmaya başlar. Çoğunluk despotizmi 19. yüzyılda başlayan kitleselleşme süreciyle vasat beğeninin insan-eylem alanının bütününe doğru genişlemiştir.
Bugün Tocqueville bu saptamalarıyla özellikle günümüz demokrasilerinin krizleri ve açmazları üzerine bize yeniden düşünme fırsatı sunmaktadır. Bu ilgiden hareketle 7 Kasım Perşembe günü İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü öğretim üyesi M. Ertan Kardeş’in organize ettiği “V. Politik Felsefe Günleri” etkinliğinde felsefeciler ve sosyal bilimciler Tocqueville’in görüşlerini tartışmak için bir araya geldi. Siyasal alanda eşitlik ile özgürlük gerilimi, demokrasi, yurttaşlık, devrim, merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik gibi konuların değerlendirildiği etkinlikte bireyciliğin tehlikelerine karşı bir uyarı ve yurttaşlığın kolektif düzlemde ele alınarak toplumsal sorunları bu düzlemde çözümleyecek siyasi tasarımların inşa edilmesinde Tocqueville felsefesinin kayda değer bir seçenek olarak düşünülebileceği vurgulandı.
1. “Modernity and Its Critics”, The Oxford Handbook of Political Theory, 2006, s. 211 vd.
2. Modernliğin Sıkıntıları, Ayrıntı, 2011, s. 17.
3. Amerika’da Demokrasi, İletişim, 2016, s. 537.