“Harekete kimse mani olamaz.”
-Aşık Veysel
1) Statükonun Reddi
Ebedi olarak bir gerçeklik tanımı yoktur, gerçekliğin kendisi sürekli hareket ve değişim halindedir. Bu manada Marksist teorinin tarihsel yorumu hiçbir zaman sabit değil, sürekli değişim halinde, farklı eğilimlere yönelme halinde var olmuştur. Bugün de bu eğilim çeşitliliği devam etmekte fakat günümüz eğilimlerinden neredeyse hiçbiri -tam anlamıyla– proleter mücadelenin güncel ihtiyaçlarını karşılayabilir durumda değildir. Durağan bir sınıfçılık anlayışı sendikalizme, sınıfsız bir yenilenme anlayışı ise oportünizme doğru sapmalara yol açmaktadır. Bu durumun doğal sonucu olarak; Marksist harekete egemen olan ve değişimsizliği dayatan vülger marksizmi ve hareketsizliği dayatan post marksizm ile hedefe ulaşılamayacağı -sistemin köklü paradigma değişiklikleri içerisine girdiği bu günlerde- daha iyi anlaşılmaktadır. Bu durum komünist harekette, sapmaların yarattığı statükoyu kıramayan ve sistemin konforlu siyaset alanlarından huruç eylemeyen tüm özneler; -belirgin olarak dünyada örnekleri görüldüğü gibi- sistemin yarattığı çeşitli kurumsallaşmalar vasıtasıyla düzene yedeklenmektedir.
Bugün İktidar Gücü’nün dünyasından bu kopuşu yaratamamış sol anlayış, parlamento koridorlarından, meclis kürsülerine kadar burjuvaziye öykünmekte ve yüksek siyaset yapma ihtiyacı duymaktadır. Kendisini; toplumun, komünün bir parçası olarak değerlendirmek yerine bireyselliğe tapmakta ve özneyi tutsaklaştıran bir kurumsallık içerisinde yaşamını örgütlemektedir. Sistemin kurumsallığına hapsolmuştur, onun dışına çıkamaz, sistem dışı –alternatif– mücadele araçlarını geliştirme veya oluşturma gibi bir amacı yoktur. İktidar Gücü’nün mevcut statükosuna hapsolmuştur. Tutsaklaşmış aklı temsil eder. İktidarın belirlediği sınırlar içerisinde çoğulcu rejim muhalifliği yapmayla sınırlamıştır kendini. Bir işçi fabrikada problem yaşadığı zaman, kendisinin daima yaptığı gibi işçiyi de İktidar Gücü’nün hukukuna teslim eder, başka bir alternatif yaratmak aklına bile gelmez. Bilerek ya da bilmeyerek sistemin kendisini, bir parçası olarak, aşağıdan yukarıya var eder ve tüm yaşamında da bunu örgütler. Politik iradeyi ve karar mekanizmasını gerçekte sahip olması gerekenlerin dışında, bir otoriteye teslim ederek öznenin sorumluluğunu, kurumlar aracılığıyla devlete havale eder.
İktidar Gücü’nün asli organı gibi çalışan, eksiklerini, hatalarını kapatan, hak veya öneri taleplerinde bulunan solculuk anlayışı iflas etmeye mahkûmdur. Ancak, bu anlayışın günümüz solu içerisinde hala önemli ölçüde egemen olduğunu yadsımıyoruz. Bu iflas haline rağmen, “yeni” bir alternatifin ortaya çıktığını söylemek için çok erken.
2) Statükodan kopuş: Özgürlük Gücü
Devrimin koşullarını oluşturmak için yaratıcı iradeye ihtiyaç vardır. Bu iradenin asgari ölçüde ortaya çıkması ise her şeyden önce devrimci bir bilinç oluşturmayı gerekli kılar.
Tarihsel olarak bilincin ortaya çıkabilmesinin ilk koşulu, eksik ve yarım olduğumuzun farkına varılması ile başlar ve eksik olmanın kendisi de bizzat varlıktan/komünden yoksun olmaktır. Bu manada kendini eksiksiz ve münezzeh hisseden öznelerin bir devrimci bilinç yaratması imkânsızdır. Marksizmin kendisi ontolojik olarak eksik ve tamamlanmamıştır, devrimin kendisini ‘an’a içkin olarak değerlendirir. Eksik olma durumunun yarattığı, eksik olmayana ulaşma edimi, bu kopuşun yaratılmasının öncel koşuludur. Eksik olan, var olan yeni durumun kendisine direnme eğilimi gösterecektir. Eksik olan yani ‘gelecek için engel teşkil eden’ ile bağların atılması, eksik olmayana ulaşabilmenin de önsel koşuludur. Marksizm’i, hazır bir reçete halinde alma eğilimi taşıyanların, bugün yaşadığı yabancılaşma bu durumu kanıtlar niteliktedir. Althusser’in deyişiyle, “Marksizmin ustaları bize sadece köşe taşlarını verdi.”, gerisini mekân zaman diyalektiği ile oluşturabilmek ise bizim görevimizdir. Bu noktada, sabit ve yetmeci olan bütün Marksist anlayışlar ile mücadele edilmesi gerekmektedir. Teori-pratik bütünlüğü kurulamayan her şeyi değiştirmek, devrimci bir yaklaşımdır. Teori ve pratik ayrımı reddedilmeli ve kesintisizin açtığı yollarda yeniden keşfe çıkılmalıdır.
Yeni bir anlayışın doğum sancılarının yaşadığımız bir sürecinin içerisindeyiz. Verili durum ile yeni durum arasında ki çelişkiler kurulmakta olanın lehine örgütlenmektedir. Her yeni durumum kendi içerisinde belirsizlikler ve riskler taşımaktadır. Potansiyel devrimci enerjinin açığa çıkabilmesinin yolu mevcut devrimcilik anlayışına sancılı tarzda meydan okuyabilmekten geçmektedir. Son kertede çelişkileri doğru çözümleyen, riskleri ve belirsizlikleri aşma eğiliminde olan bütünsel kavrayış yaşam tarafından doğrulanacaktır.
“Karanlığı yenebilmek, yok edebilmek için memnun olmamanın ötesinde kabul etmemek, karşı koymak gereklidir. Karşı koymak direniş, diğer yönüyle kendi varlığını tereddütsüz savunma geleneğidir. Komün gücü bu geleneğin potansiyel enerji ve var olan, ortaya çıkarılması gereken zemini; özgürlük gücü harekete geçmiş halini ifade eder. Komün gücünün inşası ve özgürlük gücünün eylemi birbirini besleyerek üreten devrimci mücadelenin bütünüdür.”
-Ulaş Bayraktaroğlu
Özgürlük Gücü dediğimiz mutlak hareketin kendisi, bütün yaşama içkin olan özgürlük istencinin, toplumsal olarak kendini gerçekleştirmiş halidir. Doğrusal bir ilerleyişle ve determinist bir zorunlulukla hareket etmediğin için Hegel’in özgürlük kavramından çok ayrı bir noktadadır. Özgürlük Gücü’nün iradi olarak kendisini ortaya çıkarma çabası tarihsel süreçler içerisinde görecelik göstermekle birlikte özsel anlamda aynı noktaya tekabül etmektedir. Başladığı yer, her daim aynıdır. Komüne yönelen dışsallık karşısında -özgürlüğün saldırı altına alındığı anda- kendi varlık zeminini yeniden üretir. Bu yeniden üretim süreci, tarihsel olarak süregelen varlığın kendisini koruma eğilimi olduğu kadar, özgürlüğün yıkıcı fonksiyonun da her daim diri tutulması gerektiğini işaret eder. Durumu anlamak için duruma ilişkin algımızı bulandıran sahte terimlerden uzaklaşmamız gerekmektedir.
Kesintisiz bir praksis ile hareket halinde olan Özgürlük Gücü, sürekli savaşım ve sıçrayış içerisinde olarak, kendisini ussallaştırmaya çalışan değişimsizlik ve belirlenimcilik ile mücadele eder. Komün Gücü, Özgürlük Gücü’nün gizi ve ontolojisidir. Bu manada Özgürlük Gücü’nü ussallaştırma isteği, Komün Gücü’nü ussallaştırma isteği ile ilişkilidir. “Biz ne yaparsak yapalım, zaten komünizm gelecek” anlayışı böyle bir belirlemecilikte temel bulur. Kapitalist gelişimin değişmez yasaları olduğunu söylemek ve kapitalizmin değişik evreleri arasına keskin ayrımlar, mutlak değişim noktaları koymak böyle bir anlayışın ürünüdür. Değişimin kendisi kesindir ama bu doğrusal veya tutarlı bir şekilde değil, kaotik ve düzensiz bir şekilde zuhur edecektir. Bu değişimin kendisi, yalnızca toplumsal üretim ilişkilerinin ilerlemesi ile değil, toplumsal üretim ilişkilerine de içkin olan proleter mücadelenin iradi müdahalesiyle oluşturulur ve/veya sonuçlandırılır. Varlık/komün kendini varoluş/özgürlük süreci içerisinde gerçekleştirir. Bu manada Özgürlük Gücü, tarihin başından beri mevcut olan varlığı/komün, iradi bir şekilde ortaya çıkarma sürecidir.
“Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu anda var olan öncüllerden doğarlar.”
-Marx-Alman İdeolojisi
Komünün Tecelliyatı
Bugünden kesintisiz bir praksis ile kuruculuk-yıkıcılık içerisinde yer alan Özgürlük Gücü, mekânsız ve zamansız olan komünü, tarihselliği ile bugünden gerçekleştirir. Her tikel durum evrensel olanı içerisinde barındırmasıyla, külli olarak tüm tarihe ve topluma içkindir ve zamansız-mekânsız oluşu doğrultusunda kendisini sürekli evrensel yasalarda ve insan yaşamanın tüm alanlarına tecelli ettirir. Hücre yaşamından, galaksilerin oluşumuna kadar, tüm maddi evren birbirine içkin bir işleyiş içerisindedir. Atom altı parçacıklarda, dalganın parçacığa, parçacığın da dalgaya dönüşmesi(Kuantum Mekaniği) veya iki maddenin etkileşim anında birbirleriyle eksiklerini tamamlaması(Termodinamik yasası) veya maddenin sürekli hareket ve değişim halinde olması Komün-Özgürlük diyalektiğinin tüm evrene içkin olması ile ilgili bir durumdur.
Evren kesintisiz bir oluş hali içerisindedir. Evrende hiçbir şey, eksiksiz ve mutlak halde bulunmaz, her şey kendini gerçekleştirebilmek için başka bir şeye ihtiyaç duyar. İlksel komünal toplumların çok sık ortaya koyduğu gibi, “Güneş kendisi için ısıtmaz, Toprak kendisi için doğurmaz, Bulutlar kendi yağmurundan ıslanmaz, her şey bir biri için yaşar.” Bu evrensel ontolojik ilkeye riayet edilmeme durumu, Marx’ın ‘yabancılaşma’ olarak tarif ettiği zemine tekabül etmektedir. Bu ilkeye uygun yaşayamayan ‘modern’ insan kendi ontolojisine karşı yabancılaşmıştır.
Komün Gücü’nün, kendisini Özgürlük Gücü ile birlikte gerçekleştirmesinden dolayı, ‘an’ın komüne göre yaşanmasını ve mevcut olan tüm yabancılaşma biçimlerinin ortadan kaldırılmasını zorunlu kılar. Bu nedenle; İktidar Gücü’nün tüm yansımaları ve tüm ilişki biçimleri yadsınarak İktidar Gücü’nün var olan zemininden köklü bir çıkış yapılmalıdır. Böylesi bir yabancılaşmanın mimarı olan İktidar Gücü ve evrensel ontolojiye uygun olmayan bütün ilişki biçimleri, Komün Gücü tarafından iradi olarak tasfiye edilmelidir. Bu manada Komünar bir bilinç yaratımı yarının konusu değil, bugünün konusudur. Böyle bir bilinç yaratımının, komünist harekete egemen olan sistem içi anlayışlar ile vücut bulması imkansızdır.
Komünün tecelliyatı kendi tarihselliği ile komünar bir bilinç aktarımı gerçekleştirmiştir. Bu doğrultuda Che’nin ‘’yeni komünist insan’’ tarifi ile anadolu hakikat geleneğinin, ‘insan-ı kamil’ ve ‘bir hırka bir lokma’ tarifleri büyük benzerlikler taşımaktadır. Devletin kurumsallığına dahil olmamak, mala mülke, statüye biat etmemek, sürekli düzen dışı-barbar kalabilmek, kadim komünal bilincin işaret fişekleridir. Genellikle toplumda destanlar/deyişler ve genel bir kadim kültür üzerinden aktarılan ve salt insanın insan üzerindeki değil, var olan bütün mülk-sahiplik ilişkilerini red eden örnekler, toplumsallığın olduğu her yerde kendini gerçekleştirmektedir. Bugün İktidar Gücü’nün her anlamda kuluçka makinasına dönen, statükocu ve düzen içi bütün eğilimler, böyle bir tarihsellikten yoksundurlar.
“Tecelliden nasib erdi kimine,
Kiminin maksudu bundan içeri…”
Toplumda kısmen kendisini var eden; imece kültürü, yardımlaşma-dayanışma örnekleri, külli olan Komün’ün tecelliyatıdır. Ortak hedefler üzerine bir arada yaşayan toplum öz itibarı ile işte bu komünal değerler üzerine kuruludur. Bu ve benzeri değerler olmadan, bir toplumsallaşma gerçekleşemez. Maddenin nasıl hareket-değişim döngüsüne girebilmesi için başka bir maddeye ihtiyaç duyması gibi, toplumsal bir yaratım için, insanın başka bir insana ihtiyacı vardır. Bundan dolayı tarihin başından beri insan; efsaneler, mitler ve dinsel yetiler aracılığı ile tek başınalık ve yalnızlığın kendisini, Tanrılara, “mutlak” olarak gördüğü kendinden aşkın güçlere havale etmiştir. Zeus, Olimpos dağında tek başınadır, Zerdüştlükte Ahura Mazda, yalnız oluşu itibari ile büyük bir kutsaliyet içerir. İlksel komünal toplumdan itibaren yapılan çoğu tanrısallaştırmalar, yalnızlık üzerine inşa edilmiştir.
Tarihte ilk üretim araçlarının ve geçinme araçlarını temin etmekten, buğday üretimine kadar, insan ancak belli bir toplumsallaşma ile bunları sağlayabilmiştir. Bugün bile sosyo-ekonomik bütün ilişkiler mikro düzeyde bile olsa, Komün’ün tecelliyatı ile varlığını sürdürür. Kendi zeminini güçlendirmek isteyen sınıflı yapı, bu Komünal tecelliyatı kullanır. Ulaş Bayraktaroğlu’nun deyişiyle ‘komünal özün, İktidar Gücü tarafından suistimal edilmesi’işte bu duruma karşılık gelmektedir.
İnsanın toplumsal ilişkiler dışında kendisine ait hiçbir yeteneği veya öznelliği yoktur. Bireyin tüm yetenekleri ve yaratım edinimi, toplum ve binlerce yıllık insanlık tarihi tarafından ona aktarılmıştır. Bu manada bugün modernite tarafından, topluma aktarılan ve sürekli üretim mekanizmaları tarafından da her gün tekrar üretilen, sorumluluğun ve yaratıcılığın bireye atfedilmesi, büyük bir illüzyondan ibarettir.Modernizm; öznelliğin kendisini topluma değil, bireye atfetmiştir. Rasyonal bir akıl ile hareket eden bugünün modern insanın kendisi, ileri ve modern olanı sadece kendisi için durmadan tavaf etmektedir. Bu manada Marksizm; tarihi, aydınlanmanın rayından çıkartarak moderniteden koparmayı hedefler. Kendisi kontrolsüz, komün ve kaotik olana örgütlüdür. Medeniyetin ilerleme denklemini tersine çevirmek amacı ile bu modern toplumda kesintisiz bir “barbar” kalabilme halini ifade eder.
“Devrimci karakter işçi sınıfına, halka, doğaya, yaşadığımız memlekete ve dünyaya sınırsız bir bağlılık ve özdeşleşme olmaksızın nitelendirilemez. Ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen arasındaki birinci/temel ideolojik savaşım burada başlamaktadır. Kişi memleketin, dünyanın, doğanın, işçi sınıfının ve halkın kendisi olduğunu bilince çıkartarak devrimcileşebilir.”
-Ulaş Bayraktaroğlu
Komün; tüm evrenin ortak ontolojik ilkesidir. Mikrosal ve makrosal olarak tüm evren, bütün halde kolektif bir işleyişe sahiptir. İnsan, bu ilkeye riayet ettiği ölçüde devrimcileşir ve kendini gerçekleştirebilir. Bu ilkeye riayet etmek, insan ve toplumun özgürlüğünün karşısında en büyük engel olan İktidar Gücü’nün iradi olarak sonlandırılmasını gerektirmektedir. Bugün İktidar Gücü sadece dışsal bir olgu olarak değil, içsel olarakta varlığını toplumsal anlamda sürdürmektedir. Toplum, İktidar Gücü tarafından ‘anlam ve mana’dan yoksun bırakılmış, mekanikleştirilmiş ve üretim araçlarının bir parçasına -uzvuna- dönüştürülmüştür. Benzer şekilde tüm anlam dünyası, sınırlandırılan -düzen içi, derinlik sağlamayan- devrimcilik anlayışı, tüm kurumsallıkları ile İktidar Gücü’nü toplumsal olarak yeniden üretmektedir. Komün’ün tecelliyatı, bu mevcudiyetin panzehiridir. Bir yaprak kıvrımından akan yağmur damlasında bile, Komün’ün tecelliyatını yürekten hisseden Komünar bir bilinç yaratımı, mevcut hareketsizliği ve statükoyu aşacaktır. Bu görev dün olduğu gibi bugünde, göğü fethetmeye cüret edenlere verilmiştir.