Ruhları daralan toplumlar, mutlaka içlerinden kendilerini ferahlatacak fikirler çıkartır. Yüreği sıkışan bir halka düşünceleriyle hayat nefesi veren düşünürler hiç eksik olmaz. Bu türden düşünürler, ister siyasi, ister kültürel, ister toplumsal olsun hiçbir iktidar türüyle temas halinde değildir. Organik ilişkisi sadece sıradan, mahrum, mazlum ve mağlup halkladır. Sıradan insanların derdiyle dertlenir, halkın yoksulluk ve yoksunluklarına tercümanlık eder, en zoru seçer ve hakikati dile getirme yükümlülüğüne talip olur, bu sorumluluğu yerine getirme uğruna kendi arzusundan, kendi beklentilerinden, hatta canından vazgeçebilir.
Hakikati ayakta tutma hissiyatının ne denli güçlü bir duygu olduğunu o sorumluluk abidelerine bakarak anlayabiliriz.
Peygamberimizin torunu Hüseyin, bu insan türünün imamıdır, önderidir, numunesidir. Bu insan türünün bilinen tarihi Hüseyin’le başlar.
İran’da sarsıntılı modernleşme sürecinin yaşandığı 50’li ve 60’lı yıllarda İran halkının soluğu kesildiğinde tertemiz niyeti ve devrimci düşünceleriyle onu yeniden hayata döndüren Ali Şeriati de (1933-77) işte böyle bir dindar aydındı. Hüseyin’le başlayan ve kendini hakikate kurban etmeyi meşrep edinmiş silsilenin göz kamaştıran halkasıydı. Modern zamanlara tanıklığıyla unutulmaz ve silinmez izler bırakmış bir düşünür, aydın, sorumluluk sahibi bir mücadele adamıydı.
Şeriati’yi bir başka düşünürle mukayese etmeye engel olan tam da bu özelliğidir. O yüzden Şeriati Şeriati’dir! Onu ancak kendisiyle tanıyabilir, kendisinin şahsi tarihiyle bilebiliriz.
Şeriati, özgürlük ve adalet davasının bayraktarıdır, hatta bizzat kendisi bayraktır. 60’larda söylediği sözleri bugün bile taptaze, dipdiri, göz alıcı ve hayranlık uyandırıcı yapan, özgürlük ve adalet bayrağının capcanlı renkleridir. Şeriati konu olduğunda bu bayrağın kızılı şehid kanlarını, beyazı umudu ve özgürlüğü, yeşili ise İslam’ı simgeler.
Ali Şeriati’nin İslam’ı, kitleleri uyutan afyon değil, ölü ruhları dirilten Nebevi çağrıdır. Ebu Zer’in Muaviye saltanatına karşı haykırdığı ve sultanların yüreğini titreten özgürlük ve adalet şiarı, Şeriati’nin ülkesinde 2500 yıllık şahlık rejimini silip süpürebildi. Tıpkı Musa Peygamber’in tek başına güçlü Firavun rejimini sarsması gibi. Tıpkı İbrahim’in Nemrut düzenini darmadağın etmesi gibi. Tıpkı Muhammed’in Mekke’deki şirk rejimini berhava etmesi gibi.
Nebevi çağrı, hiçbir zaman iktidar değişikliği demek değildir. Peygamberimize iktidar değişikliği önerildiğinde “Bir elime güneşi, bir elime de ayı verseniz yine bu yoldan dönmem” cevabını vermesi bundandı. Özgürlük ve adalet getirmeyecek iktidar değişikliği, Şeriati’nin ifadesiyle, İbrahimî peygamberlerin tarzı değildir. O olsa olsa İbrahimî olmayan peygamberlerin tarzıdır. Zerdüşt, inzivaya çekildiği dağdan indikten sonra ve mesajını yaymaya başlayacağı zaman ilk olarak Ahameniş sarayına koştu. Hint’te Buda, soylu bir aileden geliyordu ve çağrısını önce o sınıflara yöneltti. İbrahimî peygamberler ise çobandılar, zengin ailelerden gelmiyorlardı. İlahi vahyi aldıklarında onu önce halka anlattılar. Mekkeli müşrik asilzadeler demiyor muydu, “Muhammed’in çevresindiler hep ayak takımı!” Onların ayak takımı dedikleri, toplumun yoksulları, güçsüzleri (mustazaflar) ve köleleriydi.
Bugün de öyle denmiyor mu?! Muhafazakâr iktidar sayesinde zenginleşmiş sınıfın mensupları, yoksulluğun kahredici koşullarında hayatını sürdürmek zorunda kalanlarla dolu bir topluma dönüp zenginlikleriyle övünmüyorlar mı, zenginliklerini hem sözleriyle, hem halleriyle teşhir etmiyorlar mı?
Zenginlerden oluşan bir dindarlığı göklere çıkartıyor, buna karşılık yoksullarla birlikte görünmeyen yeni bir dindarlığa çağırmıyorlar mı? Ürettikleri “dindar” sosyete içinde hiç yoksul görebiliyor muyuz? Dinî sohbetlerini kendi aralarında, zengin dostlarıyla yapmıyorlar mı, yoksullar o mekanlara girebiliyor mu?
Bütün bunları yaptıktan sonra müraice İslam’da sınıf olmadığını da söyleyebiliyorlar!
Türkiye’de yeni dindarlık, İbrahimî peygamberliğin değil, İbrahimî olmayan peygamberliğin geleneğinden besleniyor. Ebuzer ve Ammar’dan değil, Muaviye’den; Hüseyin’den değil Yezid’den ilham alıyor. Hakikati maslahata kurban ediyor.
İlim şehri Peygamber’in kapısı Ali bize bunu mu öğretti? Ebu Bekir böyle biri miydi? Ömer vefat ettiğinde geriye hangi serveti miras olarak bıraktı? Peygamber’in bu yakın dostları, sadece zenginler ve asilzadelerle mi biraya geldi? Yoksul sınıfla karışmamaya özen mi gösterdiler?
Ali Şeriati, Müslüman toplum içindeki temel çelişkileri tüm çıplaklığıyla ortaya koymuş bir dindar aydındı. Hakikate olan sadakati nedeniyle sözünü hiç esirgemedi. Çok cephede mücadele bayrağı açtı. Hiç hesap yapmadı. Ne geleneksel düşünce ve hayat tarzına sığınıp modernleşme ve laik dayatmalara karşı mücadele etmek gibi bir yöntemi benimsedi, ne de modernleşmeci vesayetten güç alıp geleneksel düşünce ve hayat tarzına saldırdı. Eleştirel aklın namusuna harfiyen riayet etti. İtibar etmediği tek şey fani dünyanın nimetleriydi.
“Hayırlı işler yapabilmek için” devlet aygıtına eklenmekte beis görmeyen muhafazakârlardan hiç olmadı. Yahut modernleşmeci dayatmalara karşı mücadelesini yürütebilmek için muhafazakâr sermaye çevrelerinin desteğine hiç heves etmedi. Elindekiyle yetinip sıkıntı ve zorluklarla geçen hayatını hakikate sadakat göstermeye adadı.
Devletin modernleşme politikalarının taşıyıcısı olan laik aydın, halkın geleneksel değerlerini eleştirme misyonu taşır. Şeriati de geleneksel değerleri eleştirdi ama eleştirel aklı modernleşmenin taşıyıcısı olarak değil, dinin ihya-tecdid geleneğinin imkânı olarak kullandı.
Üniversite gençliğinin moda akımlara veya hayat tarzlarına kapılıp gitmemesi için azgın selin karşısına dikildi. Halkı zorbalığa karşı direnmeye, isyana ve kıyama davet etti. Kararlılığıyla, azmiyle, sadece hakikate olan samimi sadakatiyle eşitlik, özgürlük ve adalet davasını ulema arasında da, gençler arasında da, halk arasında da yaymayı başarabildi. 60’lı yıllar boyunca uğraştı didindi, büyük zorluklara rağmen yılmadı, bir aile hayatı olamamasına sabretti, çocuklarına, aile düzenine olan özlemini en yakıcı sözlerle dile getirdiği halde yolundan dönmedi, mücadeleyi bırakmadı. Bütün akıntılar ters yönde olmasına karşın, ayakta durmanın bile çok güç olduğu çetin şartlarda o yürümeye, hatta koşmaya devam etti.
Sonunda 1978 yılında, fikirleri milyonlarca insanın dilinde slogan oldu sokaklarda semaya yükselmeye başladı. Şeriati’nin samimiyeti ve mücadele azmiyle İran’da kızıl(ca) kıyam(et) ayağa kalktı! İranlılar, 1978 boyunca bütün bir yılı sokaklarda milyonluk gösterilerle ve onun sözlerine haykırarak geçirdi. Grevler, boykotlar, gösteriler, eylemlerle katedilen ve sonunda da binlerce yıllık şahlık rejimini yerle bir eden görkemli bir değişimin öyküsünü yazdı o halk. Başlarında İmam Humeyni, dillerinde Ali Şeriati, gönüllerinde Ayetullah Mutahhari ve Allame Talagani, ellerinde Ayetullah Beheşti bayraklaşmış olarak özgürlüğün ve adaletin devrimini yaptılar.
Fakat ne yazık ki tam da Şeriati’nin yazdığı gibi, özgürlük ve adalet ekseninden sapıldığında da laik istibdadın yerine dinî istibdat geçiverdi. Şeriati’nin beşerî ve fikrî dostları işte bu nedenle 2009’dan başlayarak bu kez “yeşil İslam”la isyan hareketini başlattı. “Yeşil Hareket”, yine Şeriati’den ilham alarak İran’da halihazırda özgürlük ve adalet yolunda yeni bir değişimin temellerini atıyor.
Şeriati, dinin baskı altında tutulduğu zulüm döneminde “maksimal din” anlayışıyla dini ve geleneği savunurken, Yeşil Hareket, bu kez dinin baskı aracı yapıldığı dönemde “minimal din” anlayışıyla özgürlük ve adalet davasının bayrağını yere düşürmüyor. Çünkü hakikate sadakat herşeyden üstündür ve hiçbir maslahat hakikati feda edecek kadar kıymetli olamaz!
Mesele, bütün zamanlarda olduğu gibi bugün de dine karşı dinin mücadelesidir. İran’da da bu böyledir, Türkiye’de de.
İbrahimî geleneğin, maslahatı değil hakikati yücelten tarzı ile İbrahimî olmayan geleneğin hakikati değil maslahatı yücelten tarzı arasındaki mücadeledir yaşanan.
Bir yanda İslam öncesi cahiliyenin sınıfsal yapısına itiraz ettiği halde İslam içinde bunu örtük biçimde sürdüren maslahatçılık, diğer yanda cahiliye sınıfçılığını dinî kisve altında sürdürme gayretlerine karşı dimdik duran nebevi ve İbrahimî mücadele azmi var. Bu mücadeleyi teorileştirme ve örgütlemede Şeriati’nin tahlillerinden güç alıyoruz. Şeriati’nin sembolizmiyle dine karşı din çelişkisini en kuvvetli ifadelerle halka aktarmanın yollarını keşfediyoruz.
Dava sahibi olmanın ayıplandığı muhafazakâr iktidar zamanlarında, eleştirel aklın büyük özgüveniyle, geleneksel olanın da, modernleşmeciliğin de dayatmalarına karşı savaşma azmini ilan eden hakikate sadık devrimcilerin sayısı her geçen gün artıyor. Dine karşı dinin mücadalesinde Muaviye’nin saflarından çıkıp cahiliyenin sınıfçı ve imtiyazcı adetlerine karşı mücadele için Ebu Zer’in, Ammar’ın yanına koşanlara selam olsun!
Yeğeni Muhammed’in, dinlerine ve hayat tarzlarına hakaret ettiğini söyleyen müşrik asilzadelere Ebu Talib’in “Ama konuşturmadınız ki” cevabını vermesi gibi, bizi de konuşturmuyorlar, susturmak istiyorlar, sözlerimizi gürültüyle anlaşılmaz hale getirmeye çalışıyorlar. Şeriati’yi de ne baskıcı devlet aygıtı, ne de gelenekselci çevreler konuşturmamıştı. Sesini kesmek için başvurmadıkları yol kalmadı. İftira ve ithamlara başvurmaktan çekinmediler.
Bahaneler, saptırmalar, perdelemeler ve görmezden gelmelerle muhalif sesi kısmaya çalışıyorlar; bu işe yaramazsa yıldırma, baskı, zorbalık, korkutma yöntemleri sırada bekliyor.
Yeni bir kelam, inanç, fıkıh, gelenek kurarak Ebu Zer’in, Ammar’ın, Hüseyin’in sözünü karanlıklara karıştırmaya çalışmaları bundandır. Yeni bir tefsirle Kur’an ayetlerini asli yerlerinden oynatıp başka bütünün parçaları haline getirmek için uydurulan hadislerin sayısı binlerle ifade edilebilir. Muhammed’in (sav) getirdiği dinin karşısına çıkartılan bir dindir bu. Mücadale aslında dine karşı dinin mücadelesidir!
Muaviye’nin elindeki “Osman’ın gömleği” bahanesi işte bu nedenle tarihler boyunca elden ele gezdi, dolaştı. Her kültür ortamında kendince bahanelerle hakikatin sesini kesmek ve duyulmasını engellemek için uğraştı durdu muktedirler. Türkiye’de “Osman’ın gömleği”, zengin muhafazakârlığın hayat tarzını fakir fukaranın tepkisinden kurtarmak için kullanılan şaldır. Servet yığmanın meşruiyeti her tartışmaya açıldığında bugünün Ebuzer, Ammar, Muhammed b. Ebu Bekir ve Hüseyin’lerinin itirazının karşısına çıkarılan perdedir “Osman’ın gömleği”. Hakikati değil maslahatı üstün değer kabul eden alabora olmuş zihnin bu tuzağa düşmesi mukadderdir.
Karamsarız, ama umudumuz dimdik. Güçsüsüz ama sözümüzün kudreti sahteliğin yaldızlarını kazıyacak denli etkili. Sadakatimiz sadece hakikate. Maslahatla işimiz olmaz, maslahata hiçbir hakikati kurban vermeyiz. Dünya nimeti ve nemasının gözümüzde zerre kadar değeri yok.
Ali Şeriati’yi anmak üzere düzenlenen bir toplantıya giderken, soğuk bir Pazar günü büyük konferans salonunda bir avuç Şeriati dostuyla biraraya geleceği düşüncesiyle yola çıkmış ama konuşmak için sahneye çıktığında tamamına yakını gençlerden oluşan dipdiri ve hararetli bir kalabalıkla karşılaşmış olmak o nedenle bu fakirin umutlarına rahmet yağmuru oldu. Davasızlığın el üstünde tutulduğu, rehavet ve vurdumduymazlığın övüldüğü, kayıtsızlık ve duyarsızlığın takdir gördüğü, dünyeviliğin ödüllendirildiği muhafazakar iktidar zamanlarında Şeriati’nin öğrencisi olmaya karar vermiş gençleri, büyük değişimin mayası kabul ediyorum. Ayaz günlerinde ayakta kalmayı başarmış bu filizler bize hayranlık uyandıracak azametli sonuçları müjdeliyor.
www.formspring.me/camurcu