İnsanlığın karşı karşıya kaldığı en tehlikeli kötülük, fanatizmdir.
Hasan Cemal
Deniz Gezmişler
6 Mayıs 1972’de idam sehpasına gittiler.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’la
ilgili idam kararı Meclis’ten geçerken,
AP sıralarından “üç üç üç” sesleri yükseliyor,
AP milletvekilleri parmaklarıyla üç sayısını gösteriyorlardı.
27 Mayıs‘ın Menderes, Zorlu, Polatkan idamlarının rövanşı demek istiyorlardı.
İnönü idamlara hayır derken,
Demirel, iki elini birden havaya kaldırıp idamlara evet diyordu.
Daha bir yıl önce, kendisini bir
muhtıra ile deviren darbenin
idamlarına evet diyebilen
“Demirel zihniyeti“yle demokrasi nasıl olabilirdi?
Demokrasi zeminde partiler arası bir uzlaşma modeli nasıl oluşturulabilirdi?
Rejime dönük askeri darbelere,
kendi siyasi varlıklarını hiçe sayan darbelere karşı bile
ortak bir platformda buluşamayan liderlerle
demokrasi ya da birinci sınıf demokrasi nasıl olacaktı?
Cumhuriyet demokrasiyle nasıl taçlandırılacaktı?
Cumhuriyet’in 100. yılında da geçerliğini koruyan bu soru,
Türkiye’nin çıkmazının temel sorusudur.
Bu konuya ileriki yazılarımda tekrar değineceğim.
Ama önce 12 Mart idamlarının,
o “İDAM GECESİ“nin bende uyandırdığı duygu
ve düşünceleri, kendimle hesaplaşmamı anlatmak istiyorum.
Gezmiş, Aslan ve İnan’ın idam edilmesi Hürriyet’in manşetinde
27 Mayıs’ın hemen ertesinde,
1961 yılı Kasım ayında Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne adım atmıştım.
Mülkiye’nin siyaset kokan loş koridorlarında
kulaklara çalınan o sloganı hatırladın mı ?
“Bugün Mülkiye’de, yarın Türkiye’de !”
Sonra bir ağızdan keyifle söylenen o tekerleme:
“Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi,
Sosyalist olacak Türk’ün ülkesi !”
Devrim fikrini sevmiştim
Başkaldırı zamanı !
Devrim fikrini sevmiştim o zamanlar.
Genç insanların ütopyası…
Bundan daha doğal başka
ne olabilirdi ki? Herkes ütopyasına sımsıkı sarılmıştı.
Hepimizin kendince bir devrimi vardı.
Ama devrim fikri seni körleştirmeye başlamıştı.
Halkın afyonu din değil devrimdir!
Devrim düşüncesi zamanla seni afyon yutmuşa çevirdi.
Beynini uyuşturdu.
Kaç yıl başka şey düşünemez hale geldin.
Kurulu düzene isyan!
Hepimizin ortak davasıydı.
Var olan düzenin adaletsizliğine, eşitsizliğine,
hoşgörüsüzlüğüne başkaldırıydı hepimizin çıkış noktası.
Yeni bir düzen arıyordum.
Adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum
ve devlet düzeni…
Gözün politikaya 27 Mayıs’la açılmıştı.
Tarihin yürüyüşü olağanüstü hızlanmıştı 27 Mayıs 1960’la.
Ya da biz öyle sanmıştık.
Siyaset sahnesinde özgürlük ve demokrasi rüzgârları esiyordu.
Sol radikalizm yükseliyordu.
Yakın siyasal tarihimizin altüst oluş yıllarıydı.
Tarihsel bir kaynama, bir kaos dönemi.
Her şeyin birbirine girdiği,
yerleşik değerlerin sarsıldığı
bir değişim dönemi.
Asıl 1950’lerde açılır bu değişim dönemi.
Kapitalistleşme, kentleşme tekerleği döndükçe, sarsılır her şey.
Toplum, gelir dağılımında adaletsizliklere yol aça aça zenginleşir, farklılaşır.
Çelişkiler gitgide keskinleşir. Çatışmaların tohumları ekilir.
Askeri darbeler… İdamlar… Siyaset yasakları… Şiddet ve terör…
Dünyaya daha çok sloganların penceresinden baktığın heyecan dolu 1960’lar.
Ya da aklını sloganlara teslim ettiğin yıllar…
Beynine sloganlar hükmetmiyor muydu ?
Sloganlarla düşünmeyi marifet sanıyordun.
Bırakıyordun, başkaları senin için düşünsün diye…
15 Temmuz 1968’de ABD 6. Filosu’nun
Dolmabahçe’ye demirlemesine karşı yaygın eylemler düzenlendi
Yakın siyasal tarihimizin altüst oluş yıllarıydı. |
“Ordu gençlik el ele, milli cephede !”
Hatırlıyor musun o günü?
1970 sonu, 1971 başı olmalı.
Ankara’nın göbeğinde, Sıhhiye’deki Ankara Orduevi’nin önünde
patlayacaktı bombalar…
İki yandan iki bomba !
Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi’nin bahçesindeki miting
bittikten sonra gençler yürüyüşe geçecekti.
Orduevine yaklaştıkları sırada atılacaktı iki el bombası da.
Biri Ankara Sineması’nın oralardan, öbürü tam aksi istikametten,
Mithat Paşa Caddesi ile Atatürk Bulvarı’nın kesiştiği noktadaki
Yüksel Palas’ın bulunduğu köşeden.
Şimdi orası da orduevi.
Bombaların hedefi, toplum polisiydi.
Patlamalarla birlikte sloganlar tam orduevinin önünde atılacaktı:
“Ordu gençlik el ele, milli cephede !”
“Ordu gençlik el ele, milli cephede !”
Bir tek amacımız vardı:
Askeri kışkırtmak…
Darbe süreci bu kışkırtma ve provokasyonlar sayesinde hızlanacaktı.
Ve devrime giden yola çıkacaktık.
Şiddet şarttı, devrime giden yolu açmak için…
Meydan okuma sırası bizdeydi.
İç dünyamızda fırtınalar kopuyordu.
Meydanlar bizimdi!
Kahramanlık kokan delifişek sloganları avazımız çıktığı kadar bağırarak,
her türlü kötülüğün kaynağı saydığımız bozuk düzeni
bugünden yarına değiştirecek olan bizlerdik.
Ne kadar naifmişsin !
Ve de cahil !
Fakat öyle inanıyordum.
Mülkiye’de gelişen fikir sosyalizmdi.
Önce Çetin Altan’ın İsveç ve Kibutz Sosyalizmi,
sonra Mehmet Ali Aybar’ın Türkiye Sosyalizmi derken…
Bunların en hakikisinin Karl Marx’ın sosyalizmi olduğunu keşfettik.
Benim gibi yabancı dil bilen,
okumaya meraklı gençler için sıra,
yasak olan (bunun için de çok cazip olan)
sosyalist literatürü keşfetmeye geldi.
Lenin’i okumak bambaşka bir olaydı.
Devlet ve İhtilal’i okuyup bitirdiğimde
kendimi artık gerçek sosyalist sayıyordum.
‘Yeryüzünde cennetin anahtarı’nı bulmuştum.
Tam bu sıralarda Çin’deki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin
salvoları Türkiye’den de duyulmuş,
sıra Mao’nun keşfine gelmişti.
Bazı arkadaşlar milliyetçilikle
Marksizm’in yerli sentezlerini,
kimileri Castro’yu, Che Guevara’yı, Fokoculuğu,
Tupamaros’u keşfetmişlerdi. *
TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar
Devrim bürosunda
Filistin gerillası kıyafetli
bir devrimci
İnancın din gibiydi.
En ufak bir kuşku duymak yoktu defterimde.
Gerçeği tekelime almıştım.
Her şeyi bilirdim.
Fanatiktim ama farkında değildim.
Coca Cola dahi içmezdin!
Çünkü solcuydum!
Coca Cola senin gözünde Amerikan emperyalizminin simgesiydi.
Burnumdan kıl aldırmadığım o günler güzel günlerdi!
Deniz Gezmiş…
1970 yılı olmalı.
Bir gün Devrim’in bürosuna
Filistin gerillası kıyafetiyle,
daha doğrusu Filistin Kurtuluş Örgütü gerillalarının giydiği
üniformayla gelmişti.
Yeşil parkası, ona uygun haki renkte,
iki yanı cepli pantolonu, uzun konçlu lastik botlarıyla…
Uzun boylu, yakışıklı, aslan gibi bir gençti.
Güler yüzlü, etkileyici bir havası vardı.
Ne günlermiş!
Filistin’den, savaşçı yetiştiren kamplardan,
gerilla giysisiyle Türkiye’ye geliyor.
Ankara’nın göbeğinde,
Kızılay’da elini kolunu sallaya sallaya dolaşabiliyor.
O zamanlar öyleydi, tuhaftı işler !
Deniz Gezmiş, Devrim’deki sohbette bizimle kafa da bulmuştu:
Marksist cunta ne zaman iktidara gelecek,
daha ne kadar bekleyeceğiz?
Deniz Gezmiş, 1 Kasım 1968’de başlayan Mustafa Kemal Yürüyüşü’nde
Aslında iki taraf da birbirini kullanma peşindeydi.
Buna “ittifak siyaseti” diyenler vardı.
Doğan Bey arada bir uyarırdı,
“Sakın küstürmeyin devrimci gençleri, büroya gelip gitsinler” derdi.
1970’le 1971’in ilk aylarının Ankarası’nda
geceleri tek tük bomba sesleri duyulurdu.
Bazılarını önceden bilirdik.
Hatırlıyorum, Adalet Partisi’nin
Kızılay’daki bir binasında akşam vakti patlayan
tahrip gücü düşük bombayı…
Bir başka bomba, Adakale Sokak’taki
Devrim dergisi bürosunun yakınındaki
Mason Derneği’nin bahçesinde patlamıştı.
Hasan Cemal’in Devrim dergisindeki ‘tanıtma kartı’
“Darbe değil,
devrim yapacağız biz !”
Bomba değil dinamitti o.
Kim getirmişti dinamiti ?
27 Mayısçı, emekli bir subay…
O günler, Devrim dergisi bürosuna gidiş gelişlerin sıklaştığı,
Doğan Bey’in, odasında ikili, üçlü toplantıların çoğaldığı günlerdi.
İlhan Selçuk’un, Madanoğlu Paşa’nın, 27 Mayıs’ın albayı,
eski Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı Komutanı Osman Köksal’ın
Devrim bürosunda daha çok görüldükleri bir dönem.
Bu ziyaretler bize bir şeylerin yaklaştığını gösterirdi,
darbe için düğmeye basılacak günün yaklaştığını…
Bir gece İlhan Abi Ankara’da benim
Yüksel Caddesi’ndeki bekâr evinde kalmıştı.
Sohbet sırasında ben “darbe” deyince düzeltmişti:
Darbe değil, devrim yapacağız biz !
O sıralar herkese tembih edilirdi,
kimin subay tanıdığı varsa Ankara’ya çağırması için.
Çünkü hedef, darbe sırasında
mümkün olduğu kadar çok “kendi taraftarı” subayın işin içine katılmasıydı.
Bunun için de Ankara’da bulunmaları iyi olacaktı.
Darbe geliyordu!
Demirel’in Adalet Partisi hükümeti devrilecek
ve partilerle parlamento kapatılacaktı nasıl olsa.
Böyle düşünürdük.
Darbeyi daha radikalize etmek,
onu yönlendirmek için darbeyi yapacak kadrolara
mümkün olabildiğince sızmaktı amaç…
Gençlerin dünyası 1960’ların ikinci yarısında ikiye bölünmüştü.
“Faşizm” ile “sosyalizm” diye. “Düzen” ve “devrim” diye…
O zamanlar ben de bu kamplardan birine olan aidiyetimi
kendi hayatımın bir anlamı olarak görüyordum.
Başka türlü yaşayamayacağıma inanmıştım.
Oysa, zamanla hayatın böylesine
basit olmadığının farkına varmaya başladın.
Gerçeğin böylesine basite,
şablonlara indirgenemeyecek kadar karmaşık olduğunu gördün.
Son kertede hayatın kendisi
son derece karmaşıktır ve insan aklı her şeyin sentezini yapamaz.
Daha az cesur olan insanlar,
çok zaman ‘tutarlılık’ adına çelişkiden kaçarlar.
Ama işte böylece ulaşılan tutarlılık,
bazı şeylerin varlığını görmeyi reddederek erişilmiş bir tutarlılıktır.
Onun için sığdır, yaratıcı da değildir.**
Biz bir zamanlar politikada
“devrimci şiddet”ten söz ederken üç genç ipe gitti:
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan…
İdam gecesi kahrolmuştum
Sabaha karşı son sözleri
ve babalarına yazdıkları mektupların metinleri benim eve de ulaştırılmıştı.
Alman dergisi Der Spiegel için bir haber yazmıştık rahmetli Örsan Öymen’le.
Almanca’ya Örsan’ın çevirdiği haber ertesi sabah
Ankara’dan uçakla Hamburg’a giden birine teslim edilmişti.
Bak, o mektuplar.
Sararmış, kenarları tirfillenmiş.
Metinlerini, Halit Çelenk’in idamları anlatan
İdam Gecesi Anıları isimli kitabın içine koymuşum.
Sen de “Sosyalizmin 60’lılar tertibi”nden sayılırsın.
1961’de Mülkiye’ye başladığıma göre öyle…
İskambilden şatolar inşa ederdik düşlerimizde.
Dünyayı değiştireceğimize, daha hakça, daha yaşanır
bir düzen kuracağımıza adımız gibi inanırdık.
Ayrıca kafalarımızın içi boştu, kolayca sürülebilir zamanlardan geçiyordu.
Fena halde cahildik.
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan mahkeme salonunda
“Bir gün bir kitap okudum
ve bütün hayatım değişti.”
Orhan Pamuk’un Yeni Hayat romanı
“Bir gün bir kitap okudum
ve bütün hayatım değişti” diye başlar.
Devrimciliği daha çok kitaplardan,
köşe yazılarından öğrenen benim kuşağımın macerasını şu satırlar güzel anlatır:
Şöyle dedim kendime:
‘Korkma git! O dünya, kitaptaki dünya, doğru dünya!’
Ama korkuyordum da…
Niye ?
Bir kitap okuyup hayatı kaymış benim gibilerin başlarına gelenleri
işitmiştim de ondan.
Felsefenin Temel İlkeleri diye bir kitap okuyup,
bir gecede okuduğu her kelimeye hak verip,
ertesi gün Devrimci Proleter Yeni Öncü’ye katılıp,
üç gün sonra banka soygununda enselenip on yıl yatanların hikâyelerini duymuştum.
Ya da İslam ve Yeni Ahlak,
ya da Batılılaşma İhaneti gibi kitaplardan birini okuyup,
bir gecede meyhaneden camiye geçip,
buz gibi soğuk halıların üzerinde,
gülsuyu kokuları içinde elli yıl sonra gelecek ölümü
sabırla beklemeye başlayanları da biliyordum.
Hayatımı değiştiren kitap
Benim de hayatımı değiştiren kitaplar var.
Bunların başında Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri geliyor.
Politzer kitabı için şunları söyler:
Marx ve Engels’in ve
onların en büyük öğretilileri Lenin ve Stalin’in
ana fikirlerini öğrenmek isteyenlere yardımcı olmaktır.
Georges Politzer
Ne zaman okumuştun?
Almanya dönüşü, askere giderken.
1967 yılı başları olmalı.
Başlayınca elimden düşmemişti. Heyecanlanmıştım.
Çok anlaşılır bir kitaptı.
Bitirdiğim zaman gerçekten dünyam değişmişti!
Hayatı, dünyayı ve insanı çözmüştüm!
Yeni bir siyasi kimlik edinmiştim artık.
Türkiye’yi çok çabuk, çok kolay değiştireceğime kesin inanmıştım.
Demek bu kadar kolay oldu.
Kafamın içi o denli boş olmasa,
bu kadar kolay olabilir miydi ?
Bir kitap böylesine derin izler bırakabilir miydi?
Böylesine köklü bir zihinsel değişikliğe yol açabilir miydi ?
Cahildik, beynimizi sürmek kolaydı.
Ayrıca çok gençtik.
Umuda yolculuğumuz yeni başlamıştı.
Umutlarımız her sabah vakti patlama yapardı.
Bunun bir nedeni,
27 Mayıs sonrası yapılan Anayasa’nın demokrasiyi bir ölçüde genişletmesiydi.
Ama daha önemli nedeni dünyada var olan,
ama Türkiye’de var olmasına o zamana kadar izin verilmeyen bazı görüşlerin,
o demokratik imkânlardan da yararlanarak, ortaya çıkmalarıydı.
Söz konusu bağlamda ‘yeni’ denecek görüş, soldu.
Sol henüz içinde ayrışmamıştı.
Marksizm’in belirleyiciliği hayli fazla olmakla birlikte,
her türlü nüans aynı platformda kendine yer bulabiliyordu.
Bu sol, Türkiye’nin erken yıllarından beri izlediği,
ama İkinci Dünya Savaşı sonrasında iyice belirginleşen Batıcı,
NATO’cu dış politikasını, ‘antiemperyalist’ bir açıdan eleştirmeye başladı.
Amerikan üsleri, ikili anlaşmalar ve benzerleri o günlerin en biberli konularıydı.
Aynı zamanda geçmişteki uygulamalar da eleştiri kapsamına giriyordu.
Örneğin, Cezayir Kurtuluş Savaşı sürerken
Türkiye’nin tamamen Batılı bir taraf gibi davranmış olması,
bu eleştirilerde sık sık dile getiriliyordu.
Gene bunun gibi, 1950’lerde DP iktidarı sırasında,
Bandung gibi önemli bir toplantıda
Türkiye’nin gözlemci göndermekle sınırlı kalan rolü,
büyük bir tarihi yanlış olarak yorumlanıyordu.
O zamandan bu zamana bütün sağcı güçler, sola yüklendi.
Kanlı Pazar’dan Bahçelievler Katliamı’na,
yasadışı hiçbir şiddeti de esirgemediler. ***
Sağ, sola demokratik alan bırakmak istemiyordu
Sağın sola yüklendiği bir gerçekti.
Sola neredeyse hiçbir demokratik alan bırakmak istemedikleri de gerçekti.
Zaten iktidardaki sağın bu politikası,
solun yeraltına girmesini, şiddete yönelmesini kolaylaştırdı.
Daha önemlisi gerekçeledi.
Ama siz solcu takımı da çoğunlukla çatışmayı
hayatın değişmez bir kuralı gibi bellemiştiniz.
Çünkü sizinle kimileri arasında “uzlaşmaz çelişki” vardı.
Sizin gözünüzde “sınıf düşmanları” vardı.
Bir an gelecek çatışacaktınız onlarla.
Barış içinde bir arada ilelebet yaşamak için
ortak bir platform yaratmanız söz konusu değildi.
“Burjuva demokrasisi” bir ara istasyondu senin gibiler için.
Gerçek barışa giden yol, kaçınılmaz olarak çatışmadan, kavgadan geçiyordu.
Öyle ama, demin de belirttiğim gibi,
sağ iktidarların siyaset minderini
demokrasi adına yalnız kendilerine ayırmaları,
Türkiye’de politikanın çatışma yörüngesine oturmasını sağladı.
Yine bu politika, Moskova’nın Türkiye’yi istikrarsızlaştırma çabalarına da yaradı.
Ve sizin gibi askerle “devrim” yapmaya heveslenenlerin değirmenine de su taşıdı.
Deniz’lerin idamı seni kahretmişti.
Oysa Menderes’lerin idamından galiba pek etkilenmemiştin.
Menderes’ler idam edildiğinde Mülkiye’ye yeni başlıyordum.
Kayıtsız kalmıştım bu idamlara.
27 Mayıs o zamanlar gözümde devrim idi. Aradan on yıl geçti.
1971’de yine bir askeri yönetim geldi. Bu kez Deniz’ler ipe gitti.
Siyasal düşünce dünyanı yeni baştan
gözden geçirmenin belki de bir başlangıcı olmuştu bu…
12 Mart Muhtırası’nı imzalayan komutanlar: Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Faruk Gürler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Celal Eyiceoğlu
ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur
12 Mart idamlarına üzülmüş, tepki göstermiştim.
Peki ya 27 Mayıs idamlarına niye kayıtsız kalmıştım?
Utanç verici bir çifte standart
sayılmaz mı?
Yaşadığım bu sarsıntıyla birlikte kendi doğrularımı gitgide sorgulamaya başladım.
Özellikle 1970’lerde bir özlemin kendi iç dünyamda tomurcuklandığını duyumsadım.
Hoşgörü sahibi bireylerden oluşan bir çevrede,
bir toplumda yaşamanın özlemini daha çok hissettim.
Tartışma adabı nedir bilen,
dediğim dedikçilik illetinden arınmış,
kendi doğrularını sorgulayabilen…
Ya da kendi doğrularının sorgulanmasından rahatsızlık duymayan,
yalnız kendi özgürlüğüne değil,
kendisi gibi düşünmeyenlerin özgürlüğüne de
sahip çıkmanın önemini kavrayabilen bireylerin
oluşturduğu bir toplumda yaşamanın özlemini tadabilecek miydim ?
Başka sorular da vardı, farkına varmaya başladığın…
Yıllar geçtikçe hoşgörü düşüncesi mesafe kaydediyor.
Farklılıklarımızla bir arada,
birbirimize tahammül etmeyi öğrenerek yaşamaya başlıyoruz.
Yaşanan acılar, olgunlaştırıyor.
Okuduğum vakit beni etkileyen şu sözler,
27 Mayıs’ın darağacına gönderdiği Başbakan Adnan Menderes’in oğlu
Aydın Menderes’e ait:
Şu veya bu siyasal nedenle, mahkemeli, mahkemesiz,
hayatını kaybetmiş olanların tamamının anısına bir anıt dikilebilir.
Bunların içine Said Nursi’yi de, Ali Şükrü’yü de koyarız.
Soldan da hayatını kaybetmiş olanların hepsini koyarız.
Deniz Gezmiş’i de koyarız, başkasını da koyarız. ****
Acılar, demokrasinin değerini öğretiyordu
Düzene meydan okumalar,
çekilen acılar,
ağır aksak da olsa herkese demokrasinin değerini öğretmeye başladı.
Demokrasi içinde bir arada yaşamanın nasıl olabileceği konusunda,
siyasal yelpazenin değişik yerlerinde bulunan insanlar düşünmeye,
uzlaşma noktaları bulmaya yöneldiler.
Bu yavaş bir süreçti.
Ama işlemeye başladı.
Diyalog, hoşgörü, tolerans, karşılıklı tahammül
gibi sözcükler kulaklara daha çok çalınmaya başladı.
Kafalarda demokrasi kültürü biraz daha ışımaya yüz tuttu.
Bütün bunlar da kendiliğinden olmadı. Ama bir nokta daha var:
Her askeri darbeyle birlikte birtakım kafaların
duvara çarpması da bu değişiklik sürecini etkilemedi mi ? Kendini düşün!
12 Mart öncesinde çoğulcu demokrasiyi sevmezdin.
Cici demokrasi, Filipin demokrasisi derdin.
Halkın oyuyla gelen Meclis’in kapısına kilit vurulmasını,
Türkiye’nin kurtuluşu için bir başlangıç noktası olarak düşünürdün.
Ama ne var ki 12 Mart’la başlayan süreçte öbür uca,
demokratik düşünceye doğru savrulmaya başladın.
Çoğu kişi de demokrasinin erdemini
askeri darbelerden sonraki acılı dönemlerdeki düşünce egzersizleriyle yakalamadı mı ?
Öyle oldu.
“Yalanlar bizi yalanlardan kurtarmaz !”
Bazı kopuşlar, çekilen acılar, demokrasi için ödenen zorunlu bedeller oluyor.
Bırak devam edeyim !
12 Mart öncesi Demirel’i iktidardan düşürecek darbe tertiplerinin içinde
ufak roller edinmiştin.
12 Eylül sonrası da Demirel’le aynı cephede,
demokratik haklar için mücadele ettin sayılır.
Yıllar geçip giderken, öylesine olaylar yaşadık ki yüreklerimiz acıdı.
Artık yapılabilecek tek şey var.
Kendi kendimizle hesaplaşmak!
İç muhasebe!
Vaclav Havel‘in dediği gibi:
“Kim ki kendi geçmişiyle hesaplaşmaktan korkar,
o asıl gelecek olandan korkmalıdır.
Yalanlar bizi yalanlardan kurtarmaz !”
NOT: Yukarıda yer alan bölümü, büyük ölçüde
ilk baskısı 1999’da yapılan
Kimse Kızmasın
Kendimi Yazdım isimli kitabımdan -bazı ufak düzeltmelerle- özetledim.
İdamlardan sonra
“namlunun ucundan” gerçek demokrasiye
Deniz’ler idam edildi ama…
Haklısın.
O idam gecesi hissettiğim derin vicdan azabıyla ben de sırtımı,
“iktidar namlunun ucundadır” fikrine dönerken,
yüzümü “gerçek demokrasi“ye çevirmeye başlamıştım.
Siyasette bundan sonra artık darbeleri, şiddeti, zoru ve komploları değil,
barışçı yolları, uzlaşma, diyalog ve toleransı savunan yollara çıkmış,
bunun için gazetecilik yapmış, kitap ve yazılar yazmıştım.
80 yaşındayım, hala bu yolun yolcusuyum.
Oysa, bir zamanlar tam bir “fanatik“tim.
Kimseyi dinlemezdim.
Doğrular benim tekelimdeydi çünkü…
Benim için gerçek,
bin değil bir yüzlü idi.
Deniz Gezmişler‘in 1962’deki o “idam gecesi“nden sonra
başka seslere kulak vermeye vermeye başlamıştım.
Fanatizm konusunda
Fransa’nın sosyalist Cumhurbaşkanı François Mitterrand’la
Nobel Barış Ödülü sahibi Elie Wiesel arasında
ilginç bir diyalog vardır:
Mitterrand: Fanatizmin tam bir ahmaklık olduğu konusunda en ufak bir kuşkum yok.
Lanetlenmesi gereken bir şey fanatizm.
İnsanlığın karşı karşıya kaldığı en tehlikeli kötülük.
Wiesel: Çünkü sorgulamayı reddediyor;
bu yüzden de kültürü…
Mitterrand: Çünkü hayatı reddetmiş oluyor.
Wiesel: Fanatizmle nasıl mücadele edersin ?
Mitterrand: Her ne pahasına olursa olsun
karşı fanatizme başvurmaktan sakınarak…
Wiesel: Sence antifanatik hareket,
fanatizmin kendisi kadar tehlikeli olabilir mi?
Mitterrand: Kesinlikle.
Ateşe karşı ateşle karşılık vermek çok çekici,
insanı baştan çıkarıcı bir yöntemdir.
Madem fanatik hareket şu şu yöntemlere başvuruyor,
o zaman biz de aynı yöntemin daha şiddetlisini kullanalım!
Oysa kendi çıkardığın yasalara,
kendi koyduğun davranış biçimlerine saygılı olmalısın.
Fanatiklerin oyun kurallarıyla oynamayı reddetmelisin.
Ama aynı zamanda çok fazla geniş bir manevra alanın da yoktur.
Çünkü fanatizmle mücadele konusunda zayıf da olamazsın.
Sağduyu, dikkat ve kararlılık,
her türlü fanatizmle mücadelede gerek duyacağın özelliklerdir.
İşte bunun içindir ki,
faşist ve nazi ideolojilerin sona ermesinden
bu yana geçen yarım yüzyıl içinde, fanatizm
ve terörizm artık Batı toplumlarında doğru dürüst bir yer edinemediler.” *****
Mitterrand: Fanatizmin tam bir ahmaklık |
YARIN: Fanatizm, 12 Eylül’ün yoluna taş döşedi
* Şahin Alpay, Milliyet, 23 Mayıs 1996
** Timothy Garton Ash, The Truth About Dictatorship, The New York Review of Books, 19 Şubat 1999
*** Metin Çulhaoğlu, Bin Yıl Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, Sarmal Yayınevi, 1997
**** Ahmet Altan, Yeni Yüzyıl, 23 Ocak 1996
*****Memoir in Two Voices, Arcade Publishing, New York, 1996, s.52-53
Hasan Cemal kimdir? Hasan Cemal 1944 yılında İstanbul’da doğdu. 1965 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun oldu. Gazeteciliğe 1969 yılında Ankara’da haftalık Devrim dergisinde başladı. Yeni Ortam dergisi, Anka Ajansı ve Günaydın gazetesinde çalıştıktan sonra 1973 yılında Cumhuriyet gazetesine girdi. 1979 – 1981 yılları arasında Ankara Temsilciliği yaptı. 1981-1992 yılları arasında Cumhuriyet Gazetesini Genel Yayın Yönetmeni olarak yönetti. Cumhuriyet gazetesi Cemal’in yönetimindeyken 1986’da Sedat Simavi Ödülü’nü kazanarak “yılın gazetesi” seçildi. 1992-1998 yılları arasında Sabah gazetesinin birinci sayfa yazarlığını yaptı. 1998’den 2013’e kadar yaklaşık 15 yıl boyunca Milliyet gazetesinde yazdı. Nokta dergisi 1989 Doruktakiler ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti köşe yazısı ödüllerini kazandı. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti 2004 yılında da “Araştırma” ödülünü Hasan Cemal’in çalışmalarına verdi. 28 Şubat 2013’te Milliyet’in manşetinde yayımlanan “İmralı Zabıtları”nın yayınını savunduğu için dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan‘ın tepkisine hedef oldu. Milliyet yönetimi, “Başbakan’ı ve medya sermayesini sorgulamaktaki ısrarını” gerekçe göstererek yaklaşık 15 yıldır yazdığı gazetedeki köşesini kapattı. Milliyet ile yolları ayrıldıktan sonra yaptığı röportajlar ve kaleme aldığı yazılar, bağımsız internet gazetesi T24‘te yayımlandı. Türkiye medyasının en etkili ve kıdemli isimlerinden olan Hasan Cemal, Mart 2013’ten beri T24’te yazıyor. Harvard Üniversitesi Nieman Gazetecilik Vakfı Louis M. Lyons Gazetecilikte Vicdan ve Dürüstlük Ödülü’nü “hayatı boyunca basın özgürlüğünü savunmak için gösterdiği çaba nedeniyle” 2015 yılında Hasan Cemal’e verdi. Cemal, Türkiye’de bu ödülü alan ilk gazeteci oldu. Bir dönem Bilgi Üniversitesi’nde “Medya ve Politika” dersleri veren Hasan Cemal’in yayımlanmış 13 kitabı, tarih sırasıyla şöyle: – Tank Sesiyle Uyanmak (1986) – Demokrasi Korkusu (1986) – Tarihi Yaşarken Yakalamak (1987) – Özal Hikâyesi (1989) – Kimse Kızmasın Kendimi Yazdım (1999) – Kürtler (2003) – Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim (2005) – Türkiye’nin Asker Sorunu (2010) – Barışa Emanet Olun (2011) – 1915: Ermeni Soykırımı (2012) – Delila – Bir Genç Kadın Gerilla’nın Dağ Günlükleri (2014) – Çözüm sürecinde Kürdistan Günlükleri (2014) – Hayat İşte Böyle Geçip Gidiyor (2018) – Hasan Cemal’in “Zamane Diktatörleri” adını taşıyan basılmamış bir kitabı daha var |