Bazı toplumlar vardır ki, kendi toprağında doğar ama ruhu başka iklimlerde nefes alır. Kendi kutsallarına sığınır ama aslında onları anlamaya hiç yanaşmaz. İşte bu çelişkili varoluş hâli, bugün İslam dünyasının temel trajedisidir. Bir inanç dünyasına aidiyet duygusuyla değil, alışkanlıkla, romantizmle, hatta zaman zaman nostaljiyle bağ kurmuş bir zihinsel yapıyla karşı karşıyayız.
Artık açıkça konuşmalıyız: Bugün İslam toplumları, düşünsel cesaretini yitirmiş, ahlaki iradesini ertelemiş, politik şuurunu kiraya vermiş durumda. Modern çağın sahte tanrıları – teknoloji, refah, güç, haz ve dijital illüzyon – Müslüman zihinleri kıskıvrak yakalamışken, biz hâlâ dua ile, slogan ile, hamaset ile bu tufandan kurtulacağımıza inanıyoruz.
Dua elbette değerlidir. Ama duanın eylemle beslenmediği bir dünya, sadece vicdanlarımızı susturmak için uydurduğumuz bir masal gibidir. Oysa Filistin’de bombalar altında dua etmeyen çocuklar, direniyor. Aç kalanlar, susayanlar, evlerinden edilenler; yalnızca dilleriyle değil, bedenleriyle, kanlarıyla direniyor. Biz ise ekranlarımızın başında, filtrelenmiş imgeler eşliğinde onların acısını izliyoruz – ama acı çekmiyoruz.
Peki neden?
Çünkü biz çoktandır acıyı estetize ettik. Acıyı gündem yaptık, yorumlara döktük, paylaştık… ama hissetmedik. Hissetsek, değişirdik. Ama biz, acıya değil; acının görünürlüğüne duyarlıyız. Yani gerçek değil, imajla yaşıyoruz. İmajı, imanı yutan bir çağdayız. Gerçek acının bile sansürlendiği, algoritmalarla filtrelendiği, sponsorluğunun tartışıldığı bir çağda, “hakikat”e yer kalmadı. Ve hakikatin olmadığı yerde iman da düşünce de ahlak da karanlığa gömülür.
Bugün artık ahlaki cesaretimiz yok. Çünkü ahlak, konfor alanını terk etmek ister. Sorgulamak ister. Ezberleri bozmamızı, alıştığımız yalanlara veda etmemizi ister. Ama biz, yalanlarımızı çok sevdik. Çünkü o yalanlar sayesinde kendimizi “iyi” hissediyoruz. Ümmetiz diyoruz; ama ulus-devletin soğuk duvarlarında kardeşlik çürüyor. Adaleti savunuyoruz diyoruz; ama çıkarlarımız için sessiz kalıyoruz. İman ediyoruz diyoruz; ama zalimle iş tutuyoruz.
İşte bu yüzden bugün “İslam dünyası” diye andığımız coğrafya, İslam’a en uzak olan yer hâline geldi. Çünkü orada İslam bir fikir, bir bilinç, bir mücadele değil; bir kimlik kartı, bir gelenek, bir ambalaj olarak var. Kâbe’ye dönen bedenler çok, ama adalete dönen vicdanlar yok. Camiler dolu, ama düşünceler boş. Mezar taşlarımızda ayetler var, ama hayatlarımızda anlam yok.
Peki ne yapmalı?
Her şeyden önce, sahici bir yüzleşmeye ihtiyacımız var. Gerçekten neye inanıyoruz? Hangi fikre sadığız? Hangi değer uğruna risk alırız? Bu soruları sormadan hiçbir uyanış mümkün değil. Modern çağın göz boyayan refahına, Batı’nın üstünlük kompleksine, Doğu’nun mistik uyuşukluğuna karşı sağlam bir ilkesel gerçekçilik inşa etmeden kurtuluş olmayacak.
Bu gerçekçilik; slogana değil fikre, duygusallığa değil stratejiye, taklide değil özgünlüğe, şekle değil ruha yaslanmalıdır. Yeni bir düşünsel devrim, yeni bir İslami bilinç, yeni bir varoluş ahlakı inşa etmeden bu çürümeden çıkamayız.
Unutmayalım: İnanç, sadece inanmak değil; o inanç uğruna fedakârlık yapabilmektir. Ahlak, sadece iyi olmak değil; iyiliği bedeli ne olursa olsun savunabilmektir. Direniş, sadece savaşmak değil; yozlaşmadan yaşamaktır. Eğer bu çağın zulmüne karşı bir sözümüz olacaksa, önce kendimizi değiştirmeliyiz. Çünkü değişim, daima içeriden başlar.