“İki gömleği olanlar bizden değildir diyen Ebuzer Gıfari’yi tanımadık biz. Bilal-i Habeşi, Selmân-ı Fârisi, Veysel Karanî’yi tanımadık. Caban el-Kurdi’yi ‘’Kürtlerden sahabe mi olur diyen’’ ırkçı faşist sistem onu da ne yazık ki inkâr etmiş, adından bile söz etmemiştir. Caban el-Kurdi’nin yanında bir de ismi Zozan olan bir Kürt sahabe kadın söz konusudur. Mevalileri, Zenc hareketini, Mazdekleri, Hürremileri, Muhammiraları, Mübeyyizleri, Ebu Müslim’i, Şihabeddin Sühreverdî’yi, Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ-i Kürdi’yi, Baba Tâhir-i Hemedânî’yi ve biraz önce saydığım bizim kırklardan kabul ettiğimiz sahabeyi anlamadan İslam tarihini anlayabilmek mümkün değildir.”
25-26 Ocak 2020’de İstanbul Balat’taki İnşa Kültürevi’nde yapılan 2. İslam ve Sol Çalıştayı’na 24 konuşmacı katıldı. Ayrıca yurt dışından ve cezaevlerinden yazılı tebliğler ve video mesajlar sunuldu. İki gün süren çalıştayda Tarhisel Tecrübeler, Çağdaş Tecrübeler, Karşılaşmalar ve Yüzleşmeler, Kişisel Tecrübeler, Kadın, İslam ve Sol başlıkları altında 6 oturum yapıldı. Tüm konuşmaları ”2. İslam ve Sol Çalıştayı Konuşma Metinleri ve Kayıtları” yazı dizisi ile sunuyoruz. Bugün Kemal Bülbül‘ün konuşma metnini yayınlıyoruz
Sevgili arkadaşlar, sevgili konuşmacılar, değerli dinleyiciler, değerli basın emekçileri herkesi sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Beni buraya davet ettiğiniz için çok hoşnut oldum. Uzun süredir izliyordum ve burada olmak istiyordum. Burada olmayı neden istiyordum? Öncelikle onu söyleyeyim. Ben bir müçtehit değilim, müfessir de değilim, ben bir yazar da değilim. Ben bir siyasetçiyim ve bir Aleviyim. Etnik kimliğim Kürt ve HDP’den Antalya milletvekiliyim. Yaklaşık 20 yıldır Alevi kurumlarında çeşitli görevlerde bulundum. Bize çeşitli sıfatlar da söylüyorlar biz de onları hak etmeye çalışıyoruz. Yunus’un tabiri ile; ‘’Benim burada kalasım yok, buradan gitmeye geldim. Bezirganım, Metehanım çok alana satmaya geldim.’’ Lakin bizim metamız malk-mülk, maddi şeylerden ibaret değil. Dinleyenler ârifandandır.
Aziz dostlarım biz cemlerimize eşitlik vurgusu yaparak başlıyoruz. Sevgili son konuşmacı arkadaşımızın son cümleleri beni rahatsız etti bağışlasın. Ermeni toplumu ile ilgili öyle bir şey sarfeden ile aynı ortamda olmak istemem ama şu anda mecburum burada olmak zorundayım. Ermeni toplumuna, halkına burada kızılca bir katliam ve soykırım yapılmıştır. Bu bütün delilleri ile ortadadır. Hiçbir şekilde de karartılamaz bu. Bunun olmadığını iddia ederken de Karl Marks’ı buna alet etmeyelim.
Devlet denen kurum İslam’a karşı suç işliyor
Ben müçtehit ve müfessir değilim ama benim bir derdim var. ‘’Bir Derdim Var Bin Dermana Değişmem…’’ Benim derdim şu arkadaşlar ve sevgili dostlar; devlet denen kurum İslam’a karşı suç işliyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti Ortadoğu’nun tüm tüm devletleri İslam dinine karşı suç işliyorlar. Devlet denen kurum Diyanet diye bir kurum oluşturmuş İslam’ı bir kutuya koymuş, kutuyu bazen açıyor oradan fetvalar çıkarıyor. Kaç yaşındaki kız çocuğu ile evlenmek caizmiş, sigara harammış, öteki bilmem neymiş gibi fetvalar veriyor. Arkadaşlar İslam tarihinde Şeyhülislamlık diye bir kurum yoktur. Şeyhülislamlık diye bir sıfat vardır. Diyanet İşleri Başkanlığı diye de bir kurum yoktur. Şeyhülislam kime derler? İslamla ilgili tefsir ve içtihatlar oluşturan âlimlere, kâmillere şeyhülislam derler. Türkiye Cumhuriyeti Devleti şu anda Diyanet Başkanlığı kurumu aracılığıyla, inanan kesimlere, mazlumlara, masumlara, Türkiye Halklarına ve İslam’a karşı suç işlemektedir. Bu suçun üzerine gidilmediği sürece İslam hakikati ortaya çıkmayacaktır.
Ortadoğu’da hakka ve hakikate tecavüz ediliyor
Dolayısıyla ben İslam ve Sol kavramına itiraz ediyorum. Bu İslam ve Sol değil. Ben solcu değilim, ben sosyalistim. Solu küçümsediğimden, rencide ettiğimden falan değil. İslam ve Hak olsaydı keşke. ‘’İslam ve hakikat’’, ‘’İslamın Hakikat Tarihi olsaydı’’ olsaydı keşke. Şimdi sevgili dostlar biz Alevilerin şöyle bir duası var. Aslında bu işin özetidir. Biz deriz ki; ‘’Âdem Safiyullah, Nuh Neciyullah, İbrahim Halilullah, Musa Kelimullah, Davud Halifetullah, Muhammed Mustafa Habibullah, Aliyyen Veliyullah, Mürşidi Fatımana Kamilullah’’ der ve niyaz ederiz. Ne ile bitirdik? Mürşidi Fatımana Kamilullah ile bitirdik. Bu burada özellikle söylenmiştir. Bu mücadele tarihinde kadının yerini ve Fatma Ana hakikatini vurgulamak için söylenmiştir. İslam tarihi ile ilgili konuşurken ne kadar ki halkların ve mazlumların hakkının ihlali ile yüzleşmek gerekir ise o kadar da kadının hakir görülmesi, kadın haklarıyla da yüzleşmek gibi bir hakikat söz konusu değerli arkadaşlar.
Şu anda Türkiye ve Ortadoğu’da (beni bağışlayın tabir kaba olabilir) hakikate ve hakka tecavüz edilmektedir. Bu kadar ağır bir tablo ile karşı karşıya iken böyle bir konferansın düzenlenmiş olmasının da ayrı bir önemi var tabi.
Bizim Erenlerden birisi bir muhabbette imiş. Herkes konuşuyor, sohbet ediyor. Bizim Eren susar dinlermiş. Birisi demiş ki; ‘’Ya Erenler sen niye konuşmuyorsun? ‘’Ben dinliyorum’’ demiş. Yok sen bir şey bilmiyorsun ondan konuşmuyorsun. Ya bir şey bilmez olur muyum. Ee ne biliyorsun sen? Haddimi biliyorum’’ demiş. Şimdi burada konuşurken haddini bilmek lazım ama bu kadar ırkçılık, faşizm ve tekçilik karşısında da haddini aşmadan olmuyor. Bu anlamda haddini aşmak lazım ama sizin kemalettinizi sizin ârifanlığınız karşısında da haddimizi bileceğiz eyvallah tabii ki.
Öteki tarihi anlamadan İslam tarihini anlamak mümkün değildir
Şimdi bu anlamda sevgili dostlar bakınız İslam’la ilgili çok spekülatif yorumlar yapılıyor. Efendim müçtehitler çıkıyor fetvalar veriliyor vesaire, lakin İslam’ın pirupak yönünü temsil eden, tefsir eden hakikatçilerin ismi unutuluyor. Biraz önce Faik Bulut’un söylediği Ebuzer Gıfari olayı gibi. Türkiye’de sosyalistler Ebuzer Gıfari’yi ayrıntılı bir şekilde öğrenmiş olsa idi biz bugün din sorununa böyle yaklaşmıyor olacaktık. İki gömleği olanlar bizden değildir diyecek kadar hakikatçi, iki deve değil, iki at değil, iki ev değil, iki tarla değil, iki araba değil, iki gömleği olanlar bizden değildir diyecek kadar adil ve hakikatçi Ebuzer Gıfari’yi Osman bin Affan, Muaviye ve Yezid zulmüne karşı destansı direniş gösteren ve çöllere sürgün edilen Ebuzer Gıfari’yi tanımadık biz. Bilal-i Habeşi, Selmân-ı Fârisi, Veysel Karanî’yi tanımadık. Caban el-Kurdi’yi zaten resmi tarih inkâr etti Fehmi Şinnavi’nin İslam Ümmetinin Yetimi Kürtler kitabını okursanız Ceban el-Kurdi’nin kim olduğu öğrenirsiniz. Muhammed Mustafa Habibullah tarafından atanan ilk validir Caban el-Kurdi. Fakat ‘’Kürtlerden sahabe mi olur diyen’’ ırkçı faşist sistem onu da ne yazık ki inkâr etmiştir, adından bile söz etmemiştir. Caban el-Kurdi’nin yanında bir de ismi Zozan olan bir Kürt sahabe kadın söz konusudur. Faik Bulut biraz çerçevesini çizmeye çalıştı. Aslında Mevalileri, Zenc hareketini, Mazdekleri, Hürremileri, Muhammiraları, Mübeyyizleri, Ebu Müslim’i, Şihabeddin Sühreverdî’yi, Tâc-ül-ârifîn Ebü’l-Vefâ-i Kürdi’yi, Baba Tâhir-i Hemedânî’yi ve biraz önce saydığım bizim kırklardan kabul ettiğimiz sahabeyi anlamadan İslam tarihini anlayabilmek mümkün değildir.
Yaşam biçimi, inandıkları değerler farklı olabilir ama hepsinin destansı mücadelesi zulüm eden egemenlere karşıydı
Bugün İslam’la ilgili sol ve siyasi cenahtan çok çeşitli spekülasyonlar yapılıyor olabilir ama bir din işin hakikat yönü sözkonusudur. Bu alanda Muhammed Mustafa Habibullahın yar ve yareni Muaviye, Ebu Süfyan, Ebu Cehil değildir; Bilal-i Habeşi, Cabar el-Kurdi, Süheyb-i Rûmî, Veysel Karanî, Ebuzer Gıfari, Selmân-ı Fârisî ‘dir. Dikkat ederseniz küçük bir evrensellikten, o dönemki evrensellikten müteşekkil bir durumdur. Ve bunlarla birlikte İslam’ı var etmiş ve yürütmüştür. Biz bu nedenle buna diyoruz ki; ‘’Hak Muhammed Ali yoludur’’ diyoruz sevgili dostlar ve yarenler. Aslında burda konuşulan sünnilik ve sünniliğin de çok ciddi bir hakikat tarihi var. Aslında Nakşibendilik incelendiğinde bir Sivil Toplum Örgütü olarak ortaya çıktığı, bugün egemen devletlerin tıpkı İslama yapıldığı gibi dini alıp budayarak tamamen kendi tekçi ırkçı egemen yapısına dönüştürdüklerini görüyoruz. Nakşibendiliğe yapılan da budur.
Örneğin, Şeyh Said’in dedesi Bağdat seferinden dönerken IV. Murat tarafından idam edilmiştir. Şeyh Sait de Cumhuriyet tarafından idam edilmiştir. Ve hakkında en büyük spekülasyonlar yapılanlardan birisidir. Ben bir Alevi olarak Pir Seyit Rıza ile Şeyh Sait arasında bir fark görmüyorum. Yaşam biçimi, inandıkları değerler elbette farklı olacak. Ama hakikat de mesele şudur sevgili dostlar, erenler, yarenler, yoldaşlar; Tevhid dinlerinde bir tarif söz konusu. Bu tarif kabaca 4 dizgiden oluşuyor. Birinci sırada Allah, ikinci sırada tebliğ, üçüncü sırada Peygamber, dördüncü sırada kuldur. Kabaca böyledir. Aslında bir dinin ne olup olmadığı, onun toplumsal karşılığı, onun hakikatini özetleyen şey; zincirin son sırasında kul diye tabir edilenle, birinci sırada tabir edilen arasındaki ilişkidir. Ve bu ilişkiyi düzenleyen vahiy ve Peygamber ilişkisidir.
Peygamberlerin elbette sosyolojik ve siyasi olarak eleştirilecek çok şeylerini bulabiliriz. Ama ben bir sosyalist, Alevi, Kürt, HDP’li, aydın olmaya çalışan bir insan olarak hiçbir zaman hangi Peygamber olursa olsun siyaset adına yapılan hakaretleri cahillik olarak görüyorum. Sosyolojik olarak eleştirebiliriz bir takım şeyleri söyleyebiliriz. İsa Ruhullahın katledilmesine sebep olan şey, Beytû-Makdiste faizcilerin tezgahını devirmesi değil miydi? Son damla o değil miydi? Faizcilerin tezgahına üç havarisi ile birlikte gidip devirdiğinde o faizciler Pontius Pilatus’a dediler ki; ‘’Bu çizmeyi aşıyor.’’ Pontius Pilatus’ta çizmeyi aştığından dolayı çarmıha gerilmesi gerektiğini söylemişti ve mahkeme de öyle bir karar vermişti. Hallâc-ı Mansur’un idam edilmesinin sebebi ‘’Ene’l-Hakk’’ değildir erenler, canlar. Ene’l-Hakk‘ı Yunus da, Mevlana da başka kişiler de söyledi. Hallâc-ı Mansur’un idam edilmesinin sebebi, biraz evvel Faik Bulut’un anlattığı, o Abbasi sürecinde Karmatî dahisi olması, Karmatî örgütlenmesini o sömürgeci, egemen, zulümkâr Abbasi yapısına karşı destansı bir mücadele yürütmesiydi. Ve yalnız değildi Karmatî örgütlenmesini bu anlamda çok iyi araştırmak ve İhvan-ı Safa Risalelerini de ayrı ayrı incelemek lazım.
Osmanlının son döneminde Bektaşiliğe girmemiş hiç kimse devlette görev alamıyordu
Bakın bu Fetullah denen ırkçı faşist yapı varya, örgütlenmenin iman kavramını Karmatîlerden çalmıştır. Devlet’te yer alacak kişilerin belirli liyakatten geçmesini Osmanlı’nın son döneminde ihdas edilmiş, biraz da devletleştirilmiş Bektaşilikten kopya etmiştir. Osmanlı’nın son döneminde Bektaşîliğe intisap etmemiş hiç kimse devlette görev alamıyordu. Bu anlamda Mustafa Kemal de, Celal Bayar da, İsmet İnönü de, Adnan Menderes de hepsi Bektaşî olduklarını söylüyorlardı. ama herhangi bir Bektaşî Dergahına intisap etmiş, orada tedrisattan, eğitimden geçmiş, gönül vermiş, el almış bir yapıları da kesinlikle yoktu bunların.
Camilerde yürütülen İslamiyet dini değil; Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet dinidir
Bugün ciddi anlamda yüzleşilmesi gereken bir hakikat tarihi var. Bir mazlumların tarihi var, bir de zalimlerin tarihi var. Biz de zaten demiyor muyuz ki, bu insanlık tarihi zulumat ile adaletin savaşıdır ve zulümat ile adalet çatışması, karşı karşıya gelmesi de uzun süre devam edecektir. İslam tarihi de bundan ibarettir. Nerede bir mazlum, masum var ise Ehl-i Beyt’e sığınmıştır. Ama Kerbela Katliamı İslam’ın siyasallaşmasında, bugünkü devlet boyutuna ulaşmasında en temel merhalelerden birisidir. Kerbela’da sadece Şah Hüseyin-i Hüdavendigar ile 72 yareni katledilmedi, sadece çocuklar katledilmedi, Kerbela da hak, hakikat, adalet ve merhamet, insaniyet ve nebâtât ne varsa canlıya dair zerreden kürreye kadar her şey katledildi ve Kerbela’da İslam da katledildi. O zaman Muaviye tarafından devşirildi ve başka bir şey oluşturuldu. Biz bugün buna Muaviye soylu Yezid dini diyoruz. Bugün devlet dairelerinde, camilerde yürütülen şeyin İslamiyetin kendisi değil, Türkiye Cumhuriyetinin devlet dinidir, piyasa dinidir. Ve camiler birer devlet dairesine, camilerde namaz kıldırılan o İmam denilen görevliler de bu zulmün temsilkârlarına dönmüşlerdir.
Böyleyse durum eğer, bu hakikati fark eden mazlum ve masumların bu yol, bu erkan, bu tarih ve bu hakikat üzerine bir bakış oluşturması ve bu bakışı tüm mazlumlara politik farklılık göstermeksizin kendini eşitlerden biri telakki eden tüm kesimlere yaymak gibi bir görevle karşı karşıyadır sevgili dostlar.
Hak’ka giden yol türlü türlüdür.
Şimdi dedim ya biz ceme başlarken şöyle başlıyoruz: Biz diyoruz ki eşitlerden biri olarak geldiyseniz hoşgeldiniz, sefa geldiniz. Kadınsan kadınlığından, erkeksen erkekliğinden, Türksen Türklüğünden, Kürtsen Kürtlüğünden, Neysen oluğundan sıyrılıp bir cem olarak geldiysen ‘’başım gözüm üstüne geldin’’ diyoruz. Ve o canı dara kaldırdığımızda sorduğumuz ilk soru şudur: ‘’Sen senden, kendinden razı mısın?’’ diyoruz. Bugün Türkiye’de herkesin ilk sorması gereken şudur: ‘’Bu zulüm, ırkçılık, bu inkâr, bu tahrifat, bu tecavüz karşısında ben benden razı mıyım?’’ Ne yapıyorum bu inkarcılığa, bu zulme, bu tecavüze karşı? Hakikatın bu kadar bertaraf edilmesine, ortadan kaldırılmasına karşı ne yapıyorum ben? İnsanlığa hizmet etmekten başka derdi olmayan Muhammed Mustafa Habibullahı temsil etmek gibi bir basiretsizliği gösteren, onu temsil ettiğini söyleyen bu İŞİD canilerine, bu AKP zihniyetine, bu ırkçı gerici yapıya karşı ne yapıyorum ben? Bakınız Alevilerin kapıları işaretleniyor sevgili dostlar. Tedirginiz… Her an bir katliam potansiyeli var. Kapılar işaretleniyor, bunu yapanlardan bir kişi bile bulunamıyor. Cem evimize saldırılıyor bir kişi bile bulunamıyor. Peki neden? Çünkü bize diyorlar ki; ‘’Aleviler biz sizin nerede oturduğunuzu biliyoruz, elimizin altındasınız. İstediğimizi size yaparız’’ diyor. Bunu sünniliğe dayanarak yapıyor. Sevgili hak ve adalette buluştuğumuz sevgili Sünni kardeşim, Hak’ka giden yol türlü türlüdür. Sen namaz kılarak gidiyorsun, ben niyaz ederek gidiyorum. Ama Hak’ta buluşacağız. Bu Hak’ta buluşmadan önce gel burada buluşalım. Bu buluşmanın adı da İslam ve hakikat olsun, bu saydığım zulümleri teşhir etme, bu saydığım zulümleri birilerinin yüzüne vurma olsun.
Şimdi Hanefilik üzerine içtihat yaptığını söylüyor Diyanet İşleri Başkanlığı. Ebu Hanife Abbasi halifelerine fetva vermediği için işkence ile katledilen bir aydındır. Tarihin görüp göreceği en kahraman insanlardan birisidir. Abbasi halifeleri Ebu Hanife’den fetva istiyorlar. Sözü dinlenen dönemin en büyük alimlerinden, ârifândandır, ondan fetva alırlarsa bu onlar için çok iyi olacak. Ama Ebu Hanife kabul etmiyor. ‘’Seni hapse atarım’’ diyor Abbasi halifesi, o da at diyor. Hapisteyken, halife sorduruyor ‘’Fetva verecek misin? Yok vermeyeceğim’’ diyor. İşkence yapıyorlar. Üçüncü sefer gidip sorun fetva verecek mi diye, yine vermeyince halife katledin diyor ve katlediyorlar.
Şimdi bunlar Hanefî olabilir mi? Diyanet İşleri Başkanlığı bu kadar zulüm, katliam, inkar, taciz tecavüz, çocukların taciz ve tecavüze uğradığı bir yerde bir tek kelime etmeden nasıl Ebu Hanifeci olur? Mezhep kurucularının tamamı zulme karşı direndiler. Tamamına yakını katledildi ve yine sayamayacağımız kadar çok eren ve evliyanın geçtiği bir yerde hakka, hakikate hizmet ettiği bir yerde karşı karşıya getiriliyor. Hünkar Hacı Bektaş ile Celaleddin Rumi’yi karşı karşıya getirmeye çalışıyorlar. Evet içtihat farkı, bakış farkı vardır. Ama adalette, merhamette, eşitliği örgütlemede bir farkı yoktur sevgili arkadaşlar.
Menakıbnâmelerden örnek vermek isterdim ama vaktimiz yok. Aslında Yunus Emre bir dörtlükte konuyu özetlemiş.
Dört kitabın manasını okudum ezber ettim /Aşk’a gelince gördüm, bir uzun hece imiş.
Yunusun dediği bu aşk nedir? Bu aşk, zerreden kürreye, maddeden canlıya, nebatattan hayvana herşeye kadar cümle kainatı sureti Haktan bilmektir. Bakın bugün çevre katliamı yapılıyor ses çıkıyor mu? Bırakın taciz tecavüzü, çevre yerle bir ediliyor. Biri çıkıyor ‘’Efendim çevreyi koruyalım’’ diyor. Sen kimsin doğayı koruyacaksın. Doğayı korumayalım, doğaya teslim olalım. Doğa hakkın kendisidir, Hakkı arayanlar ağaca gitsin, ormana gitsin, suya gitsin Hak orada işte.
Asimilasyon devri bitmiş, dejenerasyon devri başlamıştır
Bu anlamda size İlginç gelecek olabilir ama ben inançlar tarihini üç sistematik üzerine tarif etmeye çalışıyorum. Birincisi Tanrı devri, ikincisi Allah devri, üçüncüsü Hak devri. Tanrı devri, tâ insanlığın ilk oluşumunda, kendiliğinden çeşitli totemlerden ürettikleri tapınma dönemidir. Ve horlamıyorum herkesin inancı kendine kutsal. Allah devri, krallıkların ve imparatorlukların oluştuğu devir. Hak devri de şu anki devirdir. Meclis kürsüsünde söyledim, burada da söylüyorum, siyaset bitmiştir arkadaşlar. Bunu, siyaset bir işe yaramıyor kaldırıp atalım anlamında söylemiyorum. Hakikat devri başlamıştır ve hakikat devrimini ifade edebilmek için Mansur olmak, Nesimi olmak lazım. Ve bu kadar ağır bir tablo ile karşı karşıya iken de bu çerçevede bariz, açık ve net bir şekilde konuşmak lazım. Bu kadar inkarın, saldırının, hercümercin artık asimilasyon devri bitmiştir arkadaşlar. İslam’a dair, Sünniliğe dair muazzam bir asimilasyon vardır. Aleviliğe karşı aynı şekilde. Bir tek devlet dini olacak, onun dışında bir şey olmayacak. Ve asimilasyon devri bitip dejenerasyon devri başlamıştır. Şu anda yaşanan dejenerasyon devridir arkadaşlar.
Biz din davası gütmüyoruz, biz hakikat davası güdüyoruz
Biz bunu söylemekle, burada bulunanlara ya da sözümüzün ulaşacağı başka insanlara, sevgili canlara ‘’şu doğrudur, dine gelin vs.’’ demiyoruz. Muhittin Arabi’nin dediği gibi; ‘’Âriflerin dini olmaz…’’ Biz din davası gütmüyoruz, biz hakikat davası güdüyoruz. Bu anlamda Hristiyanlığı da sorgulamak lazım. Bugün Papa, İtalya’da altın tahta oturuyor. Altın sırmalı, cepkenli, yelekle dolaşıyor. Böyle birinin Hz. İsa’yı, İsa Ruhullah’ın temsil etmediğini çok açık bir şekilde söylemek lazım. İsa Ruhullah çarmıha gerildiğinde üzerinde yırtık bir çul, karnı aç ve yoksulların en yoksulu idi. Bugün Hıristiyanlığı temsil ettiğini iddia edenler altın tahtırevanla götürüyorlar. Hani siz mazlumların, masumların, kimsesizlerin hizmetçisiydiniz. Bugün Musa Kelamullahı temsil ettiğini söyleyen İsrail Devleti dünyadaki en ırkçı, faşist yapılardan birisidir. Ve Yahudilik dinini hakikaten koparıpta siyasallaştıran en temel faktörlerden bir tanesidir. Bizim Aleviliğin siyasallaşması da Cumhuriyetin kuruluşu sırasında yanlış paylaş etmekten ve Cumhuriyetin kuruluşunu doğru tahlil edememekten, laiklik olgusuna eksik, yanlış ve tahrif edilmiş olarak tahlil etmekten kaynaklıdır. Bizim Aleviler yapışırlar laiklik laiklik söylemine. Biz mitingler düzenlediğimizde yüzbinlerce insan doluşuyordu ‘’Türkiye laiktir, laik kalacak’’ diye sloganlar atıyorlardı. Biz de dedik ki; “Türkiye laik değildir; laiklik olacak.” Böyle laiklik mi olur? Bir tarafın inancının inkâr edildiği laiklik mi olur? Kaldı ki laiklik kavramı üzerinden değil, bizim toplumsal yaşantımızı, eşitliği, özgürlüğü, hakkı, adaleti örgütleyen bir sürü kavram var.
Devrimci demokratik hareketlerin öncüleri Alevi Ocaklarından aldıkları gıda ile beslenmişleridir
Türkiye devrimci demokrasi tarihinde Hikmet Kıvılcımlı’nın ve çeşitli aydınların buna dair din tarihine, İslam tarihine, dine bakışa dair yorumları, bakış açıları vardır. Bunları okuyarak araştırmak lazım. Hikmet Kıvılcımlı çok değerli şeyler üretmiştir. Ancak bilinmeyen, gözardı edilen bir şey söylemek istiyorum. Türkiye devrimci demokratik hareketinden birkaç isim söyleyeyim. Mesela İbrahim Kaypakkaya’nın babası ben çok yakından tanışırdım, muhabbetimiz de vardı, Hacı Bektaş Ocağının talibidirler. Ve Ali emmi nefes söylerdi tıpkı Pir Sultan gibi. Birlikte katıldığımız etkinler de vardı, bunları internete de görebilirsiniz. İbrahim Kaypakkaya’yı, İbrahim Kaypakkaya yapan değerlerden bir tanesi de budur. Kürt halkının çok önemli bir değeri ve bence dünya insanlığının da önemli bir değeri olan Mazlum Doğan, Baba Mansur Ocağına ait bir pirdi. Babası ve annesi ile muhabbetimiz vardı gider görüşürdük. Çok yakın zamanda hakka yürüdüler. Hüseyin Cevahir Baba Mansur Ocağına ait bir pirdi. Hüseyin İnan aynı şekildeydi. İşte bunların halkla ilişkilerinde ve devrimci demokrasi, devrimci kültürü örgüleme ve kurgulamada buradan aldıkları bir gıda da söz konusuydu. Bu hakikatleri de bilmek lazım değerli arkadaşlar.
Toplamda konu çok derin ve ağır ancak Bugün yapılması gereken şeyi din sorununu İslam sorununu yorumlarken elbette Marks’tan, çeşitli düşünürlerden, dünya devrimci demokratik hareketinin öncülerinden, Kürt halkı önderi Öcalan’ın din sorununa devrimci yaklaşımından vs. yararlanabiliriz. Bir takım akıllar, öngörüler, siyasi fikirler alabiliriz. Ancak bugün din sorununa dair ve Türkiye sorununa dair çok yeni bir bakış açısı gerekiyor. Sevgili İhsan Eliaçık ve arkadaşları da bunu yapmaya çalışıyor. Ben izliyorum çok değerli şeyler yapıyorlar. Kimilerine göre spekülatif gelebilir. Bu hakikati arama çabasıdır.
Bu hakikati arama çabasında ben herkese başarılar kolaylıklar diliyorum. Biz de umarım bu hakikatı arama çabasında bir nebze katkıda bulunmuşuzdur.
Biz bu resmi, tekçi, ırkçı yapıyla ve bu resmi, ırkçı, tekçi politakısına İslam’ı alet edip, İslamı bir kutuya koyup, Diyanete teslim eden yapıyla yüzleşmediğimiz ve İslam’ın hakikat tarihini, İslam’ın mazlumlar tarihine sahip çıkmadığımız, Şeyh Bedreddin katliamını, Baba İshak katliamını, Şah Kalender Çelebi katliamını, Şah Kulu katliamını, çok yakın zamanlarda olup bitenleri, Osmanlı’daki Şeyhülislamlık kurumunu, II. Mahmut dönemi ve sonraki Meşrutiyet, İttihat Terakki, Tanzimat ve Cumhuriyetin ilk oluşumunu, 1960’lı yılları, gelip geçen katliamları, bu katliamlar sürecinde Alevi toplumu ile Sünni toplumların karşılaştırmasını ve çok doğal olarak Alevilerin Sünnilik dendiğinde bir ürperti ile karşı karşıya gelmesini çözebilmek için bu hakikatlerle ciddi anlamda bir yüzleşme, bir entelektüel bakış açısı gerekiyor. Bu da sadece Avrupa merkezli aydınlanma ile olmaz arkadaşlar. Ortadoğu’da, Arap toplumlarında, Kürt halkında da, Fars halklarında da farklı farklı halklarda da çok büyük filozoflar, müçtehitler, müfessirler geldi geçtiler. Sadece birkaç tanesinin ismini söyleyebildim. Ahmed-i Hani ismi söylendiğinde Türkiye’de hemen herkesin sevgi ve saygı ile karşıladığı birisidir, Kürtlerin Yunus Emre’sidir. Türkiye’de herkes Yunus Emre’yi sayar, sever, bilir ama Ahmed-i Hani’yi bilmez. Yunus’un dediği gibi;
Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur,
Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryan olur,
Bir dem varır mescitlere, yüz sürer anda yerlere,
Bir dem varır deyre girer, incil okur ruhban olur.
Bizim meselemiz budur arkadaşlar, İsa ile ruhban oluruz, Musa ile denizi yararız, Muhammed Mustafa Habibullah ile şakk-ı kamer ederiz, Aliyyen Veliyullah ile de gerekirse Zülfikârı taşırız. Ve bu şekilde ancak hakikat tarihi ile yüzleşebiliriz ve bu şekilde ancak bazı şeyleri yerli yerine oturtabiliriz.
Herkese kolay gelsin. Davet edenlere çok teşekkür ediyorum. Beni dinlediğiniz için de saygılarımı sunuyorum.
adilmedya.com