Yakınlarımız söz konusu olduğunda duyabileceğimiz en büyük korkunun onların ölüm acısını yaşamak olduğunu düşünürüz. Oysa bu topraklarda ölümden daha büyük acıları yaşatan bir zulmün tanığı olduk hepimiz.
Hafıza Merkezi’nin verilerine göre 12 Eylül 1980’den bu yana 1.352 kişi evlerinden, işyerlerinden, sokaktan polis, asker ya da jandarma tarafından alınıp götürüldü ve büyük bölümünden bir daha haber alınamadı.
Latin Amerika’daki cunta yönetimlerinin binlerce insanı kaybetmesiyle literatüre giren bu acımasız yöntem, Türkiye’de 80 darbesinin ardından uygulanmaya başlandı ve gözaltında kayıpların büyük bölümü 1990’lı yıllarda Güneydoğu’da yaşandı. Türkiye, hala gözaltında kayıp iddialarının yaşandığı ve BM Herkesin Zorla Kaybetmelere Karşı Korunması Hakkında Uluslararası Sözleşme’ye imza atmayan sayılı ülkelerden biri. Oysa gözaltında kaybetmeyi bir insanlık suçu olarak ele alan bu sözleşme, gözaltında kaybetme suçlarında zamanaşımı olmamasını düzenliyor ve bu suçun cezasız kalmaması için birçok mekanizma öngörüyor.
Usta gazeteci Faruk Eren, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Kayıp Bir Devrimin Hikayesi – Bir Zamanlar Hasköy’de’ isimli kitabında 80 öncesi devrimci bir semtteki yaşantının fonunda, 12 Eylül’den sonra İstanbul’da kaybedilen ve hala haber alınamayan ağabeyi Hayrettin Eren’in hikayesini anlatıyor.
Eren’in, okura sıcak bir sohbette olduğu hissini veren yalın ve etkileyici dili, 1980 öncesi Hasköy’e götürmekle kalmıyor, dört çocuklu Eren ailesinin yaşantısının bir parçası haline getiriyor.
Eren, Yahudi mahallesi iken giderek işçi mahallesine dönen Hasköy’deki gündelik hayatın renkliliğini, coşkusunu bir çocuğun gözünden izletirken giderek devrimcileşen bir semtin ortasına bırakıyor okuru. Okur, önce Faruk, ablası İkbal ve ağabeyi Hayrettin’in yaşadığı dönüşümü, devrimci gençlerin bütün acemilikleri ile örgütlenme çabalarını, mahalleli ile kurdukları ilişkiyi, süper marketlerin kamyonlarının çalınarak içindekilerin mahalleliye dağıtılmasını, duvar yazılamalarını, 70’lerin inançlı devrimciliğinin özelliklerini, fraksiyonlar arası rekabeti anlatan onlarca küçük öykü arasında gezerken giderek polis baskınları, evlerin taranması, MHP’lilerle sokak çatışmaları, pusular ve ölümlerin arasında buluyor kendini.
Hasköy’deki hava giderek değişmeye başlamıştır. 16 yaşındaki Faruk’un iki arkadaşı öldürülür önce: “Hasköy’e geldiğimde ölümün kasvetini gördüm… İnsanların suratları asık, mutsuz ve karamsardı. Ve havada Kasım’ın kurşuni ağırlığı vardı. Bu havanın yıllarca güzel semtimin üzerinden dağılmayacağını daha bilmiyordum.”
Mezarsız ölüm
12 Eylül, ülkenin ve Eren ailesinin üzerine kâbus gibi çöker. Ailesi, arabasıyla gittiği Haşim İşcan geçidinde gözaltına alındığına ve emniyette işkence gördüğüne ilişkin onlarca kanıt olmasına rağmen Hayrettin Eren’den bir daha haber alamaz. “Bizde yok” yanıtının ardından Emniyet’in bahçesindeki arabası kaldırılır, gözaltı defterlerinden adı silinir, ailesinin yaptığı suç duyuruları yok sayılır… O artık gözaltında bir kayıptır…
“… Ama en acısı şuydu: Ya işkencede delirmişse, sokağa bırakılmışsa. Bimekân insanların peşinden koşuldu bir süre. Hepimiz. ‘Eyüp’te biri var, Hayri’ye benziyor.’ Hop oraya gidildi. ‘Fatih’te biri var’, oraya gidildi. Hep Hayri’nin yaralı işaret parmağına bakıldı. Keşke onlardan biri olsaydı! Yoldan geçenlerden, otobüste giderken yolda gördüklerimizden Hayri’den bir iz aradık. Beyin oyun oynar hep, yoldan geçenlerde bir iz bulursun. Otobüsteysen, ilk durakta iner, gördüğün gencin peşinden koşarsın. Oysa üzerinde gördüğün tanıdık ceket Hayri’nin belki de on yıl önce giydiğidir. Ölüm kolay kabullenilmiyor mezar olmayınca.”
Ve sonra yine mücadele. Hayretten Eren’in annesi Elmas Eren ve ailesinin İnsan Hakları Derneği ve Tutuklu Ailelerle Dayanışma Derneği’yle yürüttükleri mücadele bugün acılarını anlatma hakları bile tanınmayan Cumartesi anneleri ile buluştu…
Umut ise hiç bitmedi:“Hayri’nin kalan giysilerini bugün gelse giyecekmiş gibi korur hâlâ annem!”