“Küresel dünya” veya “Küreselleşen dünya” dediğimizde kabaca son 70 yılı kast ediyor olduğumuzu biliyorsunuzdur ancak bilmiyor olabileceğiniz, bu dönemin insanlık tarihinin ilk küreselleşme dönemi olmadığı.
Bu videoda size 19.yy’daki ilk gerçek küreselleşme girişimini, o dönemki deneme yanılma yöntemiyle biraz da kafa göz kırarak oluşturulmaya çalışılan sistemin nasıl günümüzde hala aşamadığımız kavgalara sebep olduğunu izah edeceğim.
Bunu izah ederken de bu başdöndürücü dönemden kendime çıkardığım önemli dersleri paylaşacağım.
Ve elbette çok uzun bir video olmaması için pek çok şeyi basitleştirerek anlatacağım.
Bahsettiğim ilk küreselleşme altyapısı 19.yy’ın ilk yarısında oluştu ve 1850lerden 1913’e kadar yaşanıp birinci dünya savaşı ile son buldu.
Ben bu kronolojiye çok bağlı kalmayacağım ama bu yolculukta benimle sonuna kadar gelirseniz söz veriyorum tüm noktaları birleştirerek size düşünsel hayatınızda çok zaman kazandırabilecek bir çıkarım sağlayacağım.
Kemerleri bağlayın o halde. 19.yy’a ve sanayi devrimine gidiyoruz.
*****
Her ne kadar sanayi devriminin ilk aşaması 18. Yüzyılın ortalarından itibaren başlamışsa da 17. ve 18. Yüzyıllarda dünya ticareti yıllık yüzde 1’in altında bir artışla oldukça sabit bir büyüklükte seyretti.
Bu devrimin ilk meyveleri 19.yy başından itibaren dünyayı değiştirmeye başladı ve küresel ölçekte ekonomik büyümeye olan etkisini 1870’ten itibaren göstererek 1913’e kadar çok ciddi sıçramalar yarattı.
Örneğin yüzde 4 yüzde 5 ve üstü seviyeler görüldü.
Bu durum 1913’e kadar geçen yüzyıl içerisindeki kolonicilikten yeni teknolojilere çok sayıdaki gelişmenin bir toplamı ve neticesiydi.
Neydi bu gelişmeler? Buharlı gemi, tren, kanal, elektrik, telefon, telgraf.. ve daha birçok yeni teknoloji.
Yine de bunlar gelince hemen ‘kürselleştik’ diyemedik. Neden?
Çünkü küreselleşmeyi esas mümkün kılan şey insanların veya bilginin hareket kabiliyeti değil kayda değer miktarlarda sermayenin hareket kabiliyetidir.
İşte bu ilk küreselleşme dönemini başlatan da dönemin yüksek maliyetlere sahip uzun mesafe transaksiyonlarının -yani ticari ve finansal işlemlerinin- ucuzlamasıydı.
O döneme kadar ulaşım ve iletişim alanındaki zorluklar, devletlerin getirdiği kısıtlamalar ve fiziki anlamda can ve mal güvenliği konusundaki riskler bu işlemlerin de maliyetlerine yansıyordu.
Ancak dediğimiz gibi teknoloji dünyayı değiştirdi, insan ve bilgi akışının hızlanması bir süre sonra sermaye akışını ve geçişkenliğini de hızlandırdı.
Bir çalışmaya göre bu yüzyılda yaşanan ekonomik büyümenin yüzde 44’ü bu maliyetlerin azalması ile açıklanabiliyor.
Geri kalan yüzde 56’sı da üretim kapasitesinin artmasından kaynaklanıyor.
19.yy başından 20.yy’daki ilk dünya savaşına kadar yaşanan dönüşüm öyle dramatikti ki, orantısal açıdan bakıldığında günümüz dünya ekonomisi ticaret ve finans alanında 1913’te gelinmiş olan kürselleşme seviyesini daha 21.yy’ın başlarında yeni yakaladı ve geçti.
İş gücü hareketliliği açısından ise hala o dönemin küreselliğine erişmiş değiliz.
Örneğin, bugün isterseniz ABD borsasında işlem yapabilirsiniz ama kolay kolay ABD’de çalışma ve oturma vizesi alamazsınız.
Bir malı Çin’de yaptırabilirsiniz ama bu ülkeye kafanıza estiği gibi girip çıkamaz oraya gidip farklı konulardaki fikirlerinizi yayamazsınız.
Oysa ilk kürselleşme döneminde pasaport ve vize gibi uygulamalar yoktu.
Bir gemiye atlayıp ABD’ye gidip çalışabilir, kısa sürede vatandaşlık alabilirdiniz.
Bu nedenle hem insan hem de sermaye mobilitesi açısından Birinci Dünya Savaşı öncesi’ndeki yüzyılı pek çok ekonomist ‘İlk küreselleşme dönemi’ olarak adlandırır.
Diyeceksiniz ki, ama tarihte o dönem bilinen dünya sınırları içerisinde insanlar yavaş da olsa hareket ediyor ticaret yapıyordu.
İpek yolu, Baharat yolu falan vardı. Onlara niye küreselleşme gözüyle bakmıyoruz.
Onlar da bir açıdan dünyanın birbirine bağlanmasıydı ama büyük miktarlarda sermaye el değiştirmiyordu.
Bir başka önemli sebep de bu durumu devlet politikaları haline getirecek gerekli ekonomik düşünsel altyapının yokluğuydu.
Gerekli resmi düzenlemeler, sigortalar yoktu ve öngörülebilirlik düşüktü.
Yani neredeyse tamamen bireysel çabalar üzerine kuruluydu.
Bir yıl seyahat eden, ticaret yapan ertesi yıl apamayabiliyordu.
Okur-yazarlık düşük düzeyde olduğu için bilgi aktarımı da sözel seviyede kalıyordu.
Dolayısıyla o dönemin tüccarları ve gezginleri yarı-çılgın macera perestlerdi.
İlk küreselleşme dediğimiz dönem ise gerekli fikirsel altyapısı ile geldi ve geri dönülmez şekilde bütün dünyayı değiştirdi:
*******
1776’da ‘Ulusların Zenginliği’ eseri ile Adam Smith ve 1817’de ”Karşılaştırmalı Üstünlük Teorisi” ile David Ricardo küreselleşmeyi tetikleyecek olan modern ekonominin temellerini attılar.
Bugünkü uluslararası ekonomik sistem -elbette pek çok noktada yenilikler ve değişikliklerle birlikte- hala bu iki eser üzerine kurulu.
Detaylarına girmeyeceğim ama çok kabaca elinizdeki telefondan, ayağınızdaki ayakkabıya hayatınızı kolaylaştıran, sizi daha kapasiteli kılan, doyuran, iyileştiren ne varsa
Adam Smith’in “gizli eli” ve David Ricardo’nun karşılaştırmalı üstünlükler teorisi ile mümkün oluyor.
Başka teorisyenler de var ama ana çatı bu ikisi.
“Her birey kendi karını arttırmaya çalışırken amacı hiç de bu olmadığı halde bütün toplumun zenginliğinin artmasına hizmet eder.” Diyen Smith kasabın ya da fırıncının bizi hayırseverliklerinden değil kendi çıkarlarının gereği olarak beslediklerini ve bunun da hiç kötümsenecek bir şey olmadığını savundu.
Ricardo ise ”Maliyetin oluşmasına neden olan şey; ülke içinde tam hareketli yani homojen, ülkelerarasında ise tam hareketsiz yani heterojen olduğu varsayılan emektir.” Diyerek mukayeseli maliyetler teorisini ortaya koydu.
Bugün dünyadaki en sosyal refah devletleri veya en kapalı olduğunu ileri süren ekonomiler bile
sosyal olarak dağıtacakları refahı önce Smith’in veya Ricardo’nun ilkeleriyle yaratmak zorundalar.
Örneğin devletten aldığınız maaş dahi aslında tamamen kendi çıkarı için iş yapan kişilerin ve ülkelerin ulusal ve uluslararası düzeyde karlarını maksimize etme isteğiyle bencilce ve duygusuzca hareket etmeleri sonucu size ödenebiliyor.
Yaşadığınız ülkenin petrol kuyuları, doğal gaz rezervleri, altın madenleri bile olsa sonuçta bunları küresel bir pazar içerisinde belli güvenceler sağlayarak birilerine satabilmeniz lazım.
Eğer gerçekten bu sistem dışında olup refah içinde yaşamak mümkün olsaydı
aksi yönde ideolojilere sahip rejimlerin -örneğin ‘ambargo’ denen yaptırımlardan hiç etkilenmemeleri, ülkelerindeki olumsuzluklardan bu ambargoları sorumlu tutmamaları ve şikayetlenmemeleri gerekirdi.
Bunun da ötesinde ticari işlemlerde her iki tarafın da kendi çıkarının olduğunu düşünmesi şart.
Sizle ilişki kurmak başkalarının çıkarına değilse, size sermaye getirmek güvenli değilse, yatırımlar için öngörülebilirlik yoksa
o zaman küresel dünyanın dışında kalıveriyorsunuz.
Dikkat edin insanlarınız seyahat etmeye devam ediyor, yurtdışı ile telefon görüşmesi yapmaya, internete girip dünyayı izlemeye devam ediyorlar
ama sermaye sizinle bir ilişkiye girmiyorsa oyun dışı kalıyorsunuz.
Örneğin Çin’e doğru ne insanlar ne de bilgi özgürce hareket edebiliyor ama durum sermaye için daha farklı olduğundan bugün “Komünist” Parti’nin yönettiği Çin kapitalist küresel dünyanın bir parçası.
Bir parçası ne demek en önemli parçası! Hatta küresel kapitalizmin artık bel kemiği.
Yani kısaca küreselleşme her şeyden çok sermaye hareketi ile ilgili.
*****
Peki, iyi güzel de Smith’in, Ricardo’nun falan heyecan yaratan fikirler ortaya atması başka şey, devletlerin güvenip hadi bundan sonra bunları uygulayalım demesi çok başka şey.
İlk küreselleşme döneminde bu serbest ticaret, bu sermaye akışı nasıl başladı, kim cesaret etti?
Bu teorilerin ortaya çıktığı yer olan, erken sanayi devrimi ve emperyalizmi ile elde ettiği avantajlara güvenen İngiltere, uygulama noktasında her açıdan öncü ülke oldu.
Ancak tüm bu avantajlara rağmen korumacı bir dünyada korumacılığa zıt hareket etmek hiç kolay olmadı.
İngilizler kendi üretimlerine ve katma değerlerine güveniyorlardı ancak bunların da ötesinde uluslar arası düzeyde ticaret için sarsılmaz bir güven ortamı yaratılması gerekiyordu.
İngiltere bu nedenle dünyada altın standardını kabul eden ilk ülke oldu.
Para birimini belli bir altın karşılığına sabitleyerek sadece kendi özgüvenini değil dünyanın da güvenini kazandı.
İngiltere’deki fikir ve sistem yayıldıkça ve kabul gördükçe hepsi olmasa da birçok devlet ticaret önündeki kısıtlamaları kademeli ve karşılıklı olarak hafifletti.
Gümrük vergileri azaldı ve kotalar genişletildi.
*****
Peki, İngiltere nasıl oldu da bu kadar özgüvenli ve güçlü bir ekonomi haline geldi?
Evet, İngiltere sanayi devriminde öncü olmuştu ama sonuçta bu devrim pek çok yerde daha yaşandı.
Evet, İngiltere önemli sömürge kaynaklarına sahipti ama büyük sömürgelere sahip başka ülkeler de vardı.
İngiltere’yi bu noktada diğerlerinden ayıran gerçek neden, yani diğerlerinde olmayıp İngiltere’de olan şey; teknolojik üstünlüğü ortaya çıkaran ve uzun süre boyunca da bu farkın açık kalmasını sağlayan ‘Fikri haklar’dı.
Fikri ifade ve yayma hürriyetinden bahsetmiyorum.
Bu özgürlük zaten vardı İngiltere’de ama güçlü bir ekonomi için gerekli olan tek özgürlük çeşidi bu değildir.
Kendi fikrinin ve o fikirle geliştirilen hizmetlerin, ürünlerin sahibi olabilmek de çok önemli bir hürriyettir.
İngiltere dünyaya modern patent sistemini getiren ülke oldu.
Mucide icadı üzerinde geniş ve önemli haklar tanıyan ve bu sistemi koyan ilk ülkeydi.
Artık mucitler patent hakları ile ciddi paralar kazanabiliyordu.
Zenginleşenler yeni icatları için daha fazla araştırma geliştirme bütçesine sahip oldu. Daha fazla yatırım yapıldı.
Bir şey icat edenin zenginleşmesi daha fazla insanı şevklendirdi ve sonuçta ortaya daha fazla mucit çıktı.
Bu mucitler de bu bahsettiğim ilk küreselleşmeyi tetikleyen yeni teknolojilerden bazılarını ortaya çıkardılar.
Örneğin ‘buhar gücü’ 18.yy’ın başından beri biliniyordu ancak makinelerde yüksek verimli şekilde kullanılması ve ortaya çıkan rekabetle sürekli daha iyi ve verimli makinelerin yapımı İngiltere’de gerçekleşti.
“Hayır kardeşim fikri mülkiyet hakkı da neymiş esas güç ve para sömürgecilikte, kıyası bile olmaz o işin” diye düşüneniz varsa kendinize şu soruyu sorun:
Bugün ikisinden birini seçebilecek olsanız tüm yeraltı rezervleri ile Suudi Arabistan’ın sömürgeniz olmasını mı isterdiniz
yoksa Apple, Samsung ve Tesla şirketlerinin ve onların gelmiş gelecek tüm patentlerinin sahibi mi?
*****
Peki, fikri mülkiyet hakkı neden İngiltere’de ortaya çıktı?
Orada ortaya çıktı çünkü onun için de bir felsefi altyapı gerekiyordu ve bu felsefeyi ortaya koyan kişi de Smith ve Ricardo’dan önce yaşamış olan yine bir başka İngiliz düşünürdü.
Liberalizmin kurucu babası olarak kabul edilen, fikirleri Voltaire ve Jean Jeac Rousseau gibi nice filozofu etkilemiş olan John Locke.
Locke dedi ki;
“Özel mülkiyet insanın bedeniyle başlar. Her insan kendisinin özel mülkiyetidir.
Bedeni ve aklıyla yarattıkları da kendisinin bir uzantısıdır, bir parçasıdır ve onundur.
Dolayısıyla devlet benzeri bir teşkilatlanmayı herkes için gerekli, meşru ve anlamlı kılacak yegane görev özel mülkiyeti her seviyede korumaktır.
Bunu yapmayan bir sistem insanlarını da koruyamaz, adaleti de sağlayamaz.”
Gördüğünüz gibi her şey birbirine bağlı.
Mülkiyet hakkı felsefesi, onun ortaya çıkardığı yasalar, o yasaların yarattığı ortamın doğurduğu teknolojiler, o teknolojilerle gelişen üretim, ekonomi ve askeri güç,
tüm bunların verdiği özgüven ve son olarak bu özgüvenle o ülkenin dünya sistemini değiştirebilecek adımlar atması.
İngiltere’de hem İngilizler iş yapma konusunda kendi devletlerine güvendiler hem de altın standardı ve serbest ticaret kanunları ile yabancılar İngiltere’ye güvendiler.
Bu durum öngörülebilirlik yarattı.
Yatırımcıların beklentileri de böyle bir ilişki türünü tercih eden ülke ekonomilerinin daima büyüyeceği yönünde oldu.
Çünkü ister yerel ekonomi ister uluslararası ticaret.. Hiç fark etmez.
Ekonomi iki şeyden ibarettir: Güven ve beklenti.
Bu ikisinden biri bile eksikse veya olumsuzsa uzun ve orta vadede asla başaramazsınız. Asla.
Duygusal, romantik ve ideolojik seferberlikler, motive edici hikayeler kısa vadede belki günü, haftayı kurtarır ama o kadar.
*****
Ne demek istediğimi yine aynı yüzyıldan bir örnekle izah edeyim:
Napolyon Bonepart’ın liderliğindeki Fransa, devrimler yapmayı başarmış ve Avrupa’da pek çok askeri zafer elde etmiş bir ülke olarak diğer her ülkeden daha motive ve kendini daha istisna gören bir halka ve orduya sahipti.
Yani herhangi bir dönem değil, Fransız eksepsiyonalizminin köklerinin bahsediyoruz.
Ancak bu kadar motive olmuş, milliyetçi ve heyecanlı bir ülke yine de savaşta İngiltere’ye yenildi.
Neden? Şöyle:
On yıllar süren İngiliz-Fransız çekişmesi İngiltere’nin silah siparişlerini, demir, çelik, kömür, kereste ve pamuk ticaretini körükledi.
İngilizlerin yaptığı büyük harcamalar ile makine, buhar gücü, kömür ve işçi kullanımı durmadan arttı. Ülke ekonomisi hızla büyüdü.
Bu dönemde İngiltere’nin kamu borcu üçe katlanmıştı ama ideal şekilde olmasa da tabana yayılan yeni bir refah düzeyi söz konusuydu.
Bu durum on yıllar süren İngiliz-Fransız çatışmasında ekonomik yükün kaldırılmasını kolaylaştırdı.
Kanunlarına, sağladığı görece özgür ortama ve ürettiklerine güvenen İngiltere savaş giderlerine heybetli Napolyon İmparatorluğu’ndan daha uzun süre dayandı.
Ticaret konusunda daha korumacı ve mali konularda daha tutucu olan Napolyon’un tasarrufa dayalı, kapalı, milli ve yerli ekonomisi ise onca askeri zafere rağmen beklenen büyümeyi vermedi.
Bunun en önemli sebeplerinden biri Fransa’nın henüz vatandaşlarına ve dış dünyaya İngiltere’nin verdiği güveni verememiş olmasıydı.
Bu sebeple İngiltere Fransa’ya göre çok daha ucuz kredilerle borçlanabiliyordu.
İngiltere’nin mali sistemi ve kurumlarının özerkliği de yine Fransa’nınkilerden çok daha ilerdeydi.
Neden? Çünkü İngiltere Merkez Bankası yani The Bank of England kurulduğu 1694 yılından millileştirildiği İkinci Dünya Savaşı’na kadar özel kişilere ait bir bankaydı.
Dolayısıyla İngiliz mali bürokrasisi de Fransız aristokrasi kayırmacılığı ile değil tamamen liyakat üzerine kuruluydu.
Ayrıca Fransa Avrupa’nın en büyük tarım sektörüne sahip olmasına rağmen vatandaşlarını yeni teknolojiler ve makineler ortaya çıkartmaya sevk edecek bir ortam yaratmadığı için üretim ve tüketim sınırlı kaldı.
Ticaret konusuna İngiltere gibi de yaklaşmadıkları için çiftçiler yerel pazarlara bağımlı kaldı.
Sırf derebeylerin yerini köylülerin almış olması gerçek anlamda bir ‘tarım devrimi’ getirmedi.
Gerekli olan gerçek devrim mülkiyet devrimiydi ve o da İngiltere’de oldu.
Kısaca Fransa Waterloo’da yenilmemiş ve doğuda Rusya ile olan savaşları kaybetmemiş olsaydı bile daha uzun sürecek bir mücadelede ne ekonomik, ne insan, ne de teknolojik güç olarak başarılı olabilecekti. Kaybetmeye mahkumdu.
*****
Tekrar küreselleşemeye dönelim:
İngiltere’ye sağladığı avantajlar görülünce 1870’lerin başından itibaren dünya genelinde ülkeler altın standardına geçiş yaptı.
Altın standardı sayesinde sermaye, kurlardaki oynaklıklardan endişe etmeden finansal dalgalanmalara aldırmadan korkusuzca dolaşmaya başladı.
Evet, sermaye hızla küreselleşiyordu ama ülkelerin ticaret politikaları kürselleşme dostu bir yönde aynı hızda değişmiyordu.
İşte bu noktada sömürge sahibi olmakla emperyalist olmak arasındaki fark gidişatı belirledi.
Çünkü sanıldığının aksine emperyalizm ve sömürgecilik tam olarak denk şeyler değildir.
Her emperyalist sömürür ama her sömüren emperyalist olamaz.
Şöyle izah edeyim:
Tarihte neredeyse her savaşın sonucunda kazanan bir şekilde kaybedenin kaynaklarını sömürmüştür.
Ya vergiye bağlamıştır, ya insan kaynağını kullanmıştır, ya da başka bir şey.
Oysa emperyalistler sömürmek için gittikleri yere sadece silahlarını askerlerini değil çoğu zaman yönetim, idare ve ekonomi sistemlerini de götürdüler.
Kendi kültürlerini, dillerini, inançlarını, fikirlerini ve yaşam tarzlarını da yaymak istediler.
Yeni yaşam tarzı ve yeni medeniyetin orada tutunması, daha az dirençle karşılaşması ve uzun soluklu olabilmesi için götürdüğünüz adalet ve idare sistemlerinin orada hali hazırda var olandan gerçekten daha üstün olması gerekir.
Kendi medeniyeti, adalet sistemi, matematik, geometri bilgisi veya sanatı, sanatçısı işgal ettiği yerden daha geride olan bir sömürgeci orada emperyalizm yapamaz.
Neticede bu ülkelerin sadece kaynakları yağmalanmadı götürülen yeni sistemler ile sınırları ve ekonomileri de dışarı açıldı.
İşte bu nedenle pek çok ülke emperyalizm nedeniyle ilk küreselleşme deneyinin zoraki parçası ve kobayları oldular.
Ancak sonraki yüzyıllarda özgür ve hükümran hale gelen bu ülkeler başta bu durumdan büyük zararlar görmüş ve büyük dezavantlajlar yaşamış olmalarına rağmen daha sonrasında da bu sistemleri benimsediler ve pek çoğunu değiştirmediler.
Bazıları bağımlı hale geldikleri için bazıları ise sistemi kullanmayı öğrenip bundan kendileri de kazanmaya başladıkları için.
Latin Amerika, Asya ve Ortadoğu bunların örnekleriyle dolu.
Bu nedenle ilk küreselleşme dönemi gösterdi ki serbest ticaret tamamen dışa açılan ülkenin kendi özel durumlarına bağlı olarak ilerlemesini de sağlayabiliyor gerilemesine de neden olabiliyor.
Daha net şekilde söylemek gerekirse;
Serbest ticaret ve küreselleşme; ilk aşamada sadece ihtiyacından fazlasını üretebilen ve dış ticaret fazlası olan ülkelerin çıkarına olabilecek bir şey.
Kaldı ki, ekonomisi büyük olan ülkeler bile Londra kadar açık ve serbest ticaret politikalarıyla hareket etmek istemedi.
Herkes temkinli hareket etmeyi tercih etti. O nedenle küreselleşmenin dünya ekonomisindeki etkileri ancak 1913’e doğru son yıllarda görülebildi
Örneğin ABD özellikle iç savaş dönemi sırasında ve 19.yy genelinde yüksek gümrük vergileri uygulamaya devam etti.
1860’lara kadar Avrupa kıtasında da ülkeler bu işe ihtiyatlı yaklaştı.
Mesela 1834’te ‘Zollverein’ adı verilen süreçle kendi gümrük, sınır ve ulusal birliğini gerçekleştiren Almanlar, görece düşük tarifelerle hayatlarını sürdürüyorlardı.
Ne var ki bu sebeple 1870’lere kadar Almanya diğer büyük ekonomilere ait imalat fazlası ürünlerin ucuz şekilde boca edildiği bir yer haline geldi
Ve tabi bundan yerli üreticileri büyük zarar gördü.
Düşünün Almanlar bile küreselleşmenin ilk döneminde zarar gördü.
Ülkesini gevşek bir konfederasyondan güçlü bir imparatorluğa döndürmüş olan dönemin Şansölyesi Otto von Bismarck Alman üreticileri güçlendirmek için 1870 sonrası ithal tarifelerini yükseltti.
Bu durum ülkede ‘Juncker’ denilen toprak sahibi çiftçiler ile ağır sanayicilerin siyasi olarak ittifak yapıp Bismark’ı desteklemesini sağladı.
Bu ittifak tarihe ‘Çavdar ile Demir’in evliliği’ olarak geçti.
*****
Fransa da aynı dönemde Almanya örneğini takip ederek ticarete yeni kısıtlamalar ve ek vergiler getirdi.
Fransa’nın politikası 1913’e kadar böyle devam etti ve ithalatta vergiler ikiye katlanarak yüzde 20’ye kadar çıktı.
Hatta meşhur bir anekdottur;
Fransızları ikna etmeye çalışan serbest ticaret ve küreselleşme taraftarı İngiliz parlamenter Richard Cobden dönemin İmparatoru Louis Napoleon Bonaparte’a ‘Koca Fransa neyden korkuyor ki? Siz de gerekli reformları yapıp başarılı olabilirsiniz” diyor.
Bonaparte’ın cevabı ise şöyle:
“Ülkenizdeki bu aşikar başarının Fransa’da da gerçekleşebileceğini ve işe yarayacağını düşünmeniz beni son derece onore ve memnun etti Mösyö Cobden, evet biz Fransızlar çok iyi devrim yaparız ama maalesef reform yapamayız.”
Şahsen Fransızları bundan daha iyi tanımlayan bir cümle duyduğumu hatırlamıyorum.
*****
Kısaca gelişmiş dünya küreselleşme ile flört ediyordu, deneme yanılma ile ilerliyordu ama kimse tam olarak angaje olmuyordu.
Bu nedenle İngiltere sömürge olmayan ülkeleri diplomasiyle, bazılarına baskı yaparak, bazılarını anlaşma imzalamaya zorlayarak kademe kademe küresel ticaretin bir parçası yapmaya çalıştı.
Burada durup sormamız gereken esas soru şu:
Yeni teknolojiler ortada belli ki bir tür küreselleşme öyle veya böyle yaşanacak.
Bu noktada kürselleşmeyi kötülemeli ve avantajlara sahip ülkelerin kürselleşme istemesinden şikâyet mi etmeli?
Yoksa….
Çağın yeni durumunu göremeyen ve en azından daha fazla ihracatı mümkün kılacak üretimi gerçekleştirmek için eğitimde, altyapıda, özgürlüklerde ve haklarda gerekli düzenlemeleri ve ilerlemeleri yapmamakta ısrar eden ülkelerde mi kabahati bulmalıyız?
Mesela Osmanlı İmparatorluğu 1826’dan itibaren kendi ihtiyaç duyduğu yerli hammaddelerin yabancı tüccarlar tarafından yurt dışına çıkarılmasını önleyen kanunlar çıkardı.
O sırada Mısır’da çıkan ayaklanmaları bastırmak için İngiltere’den yardım istenince bu İngilizler için bir fırsat yarattı.
II.Mahmut 1838’de Baltalimanı Anlaşması olarak bilinen ticaret anlaşmasını imzaladı ve İngilizlere diledikleri miktarda ham maddeyi alma hakkı verdi.
Osmanlı’da tüccarlık yapabilecek ve Osmanlı tebaası ile aynı vergi koşullarında Osmanlı ürünlerini alabileceklerdi.
Ancak İngiltere’den gelen mallarda Müslüman tüccarlara karşı avantaj elde ettiler çünkü bu mallar için daha sonra nereye giderse gitsin ilk gümrük vergisi dışında bir daha vergi ödemeyeceklerdi.
Örneğin Selanik’ten İstanbul’a mal gönderirken ödenen transit vergilerden muaf tutuldular.
Daha sonra benzer avantajlar 8 Avrupa ülkesine daha verildi.
Biz bunları kapitülasyonlar olarak biliyoruz ve nefret ediyoruz, lanetliyoruz.
Oysa çağın gidişatı gereği bu noktada Osmanlı’nın kendi vatandaşına da aynı vergi muafiyetini getirip eşit rekabeti sağlayabilirdi.
Ama o dönem saraydakiler ülkenin orta-uzun vadede makro ekonomik canlılığına değil, kısa vadede kendi gelirlerine odaklıydı.
Dolayısıyla hala alınabilen vergi kardır denildi ve bu yapılmadı.
Aynı yıllarda yine İngiltere’nin baskıları ile Tanzimat ilan edildi ama reformlara ilişkin gerçek bir istek olmadığı ve bunlar çağın gerektirdiği adımlar olmaktan ziyade cezalandırma gibi görüldüğü için içselleşmedi ve uygulanmadı.
Benzer şekilde Çin, 1839’da afyon ticaretini durdurma girişiminde bulundu ve İngiliz tüccarların tüm afyon depolarına el koydu.
Savaş çıktı 1842’ye kadar sürdü ve İngiltere kazandı.
Böylece İngiltere Çin’de de ticaret ayrıcalıkları elde etti.
Bu olayı da tarihte Afyon Savaşları olarak duydunuz.
Hong Kong’da zaten bu savaşın sonucu olarak İngilizlere geçti ve bir serbestlik cenneti yapıldı.
1997 yılında el değiştirip yeniden Çin’e geçtiğinde Hong Kong şehrinin ekonomik büyüklüğü tek başına tüm Çin ekonomisinin neredeyse yüzde 30’una eşitti.
Çin daha 19.yy’dan itibaren gerekli değişimleri yapabilirdi ama yapmamayı tercih etti.
Bugün ise ancak kendi insanlarının son derece kötü şartlarda çalışmasına göz yumarak araya kapatabiliyor.
*****
Uzatmayayım kısaca İngiltere ülkeleri dışa açmak ve kürselleşmeyi gerçekleştirmek için her yolu kullandı.
Ancak dediğim gibi ülkeler de çağın gerektirdiği adımları atarak medeni ve ekonomik sahada özgüvenle İngiltere’nin karşısına çıkabilirlerdi.
Fakat bunu yapmadılar ve uzun süre dezavantajlı konumda kaldılar.
*****
Peki serbest ticaret ile ekonomik büyüme arasındaki ilişki bu kadar basit ve doğru orantılı mı gerçekten?
Çünkü biraz önce bahsettiğim kısıtlamalara ve ek vergilere rağmen 1870’dan itibaren Avrupa’nın ticaret hacmi hızlı şekilde büyümeye devam etti.
Ekonomi tarihçisi Paul Beiroch’un notlarına göre o dönem bilhassa ithalat vergilerini yükselten ülkelerin gayri safi yurt içi hasılaları artmakla kalmadı, ek vergi koymayan ülkelere oranla kişi başı gelirleri daha hızla yükseldi.
O yıllarda yaşanan bu fenomen ikisi arasındaki ilişkinin sandığımız kadar basit ve doğrudan olmayabileceğini gösteriyor.
Bazen küreselleşme o kadar büyük ve büyüme o kadar kaçınılmaz oluyor ki, bunu tökezletecek hamleler bile yapsanız yan etkilerinden ciddi şekilde faydalanmaya da devam ediyorsunuz.
Yine de Bairoch’un analizleri serbest ticaret karşıtı görüşlere ciddi bir argüman sağlıyor.
Bu karşıt görüşlerin kökeni anlamak ve günümüzde devam eden tartışmalara nasıl evrildiğini görmek için, sizi 19.yy dünya ekonomisinin gidişatını belirleyen en önemli kırılma noktasına yani 1846’ya götüreceğim.
*****
O yıllarda İngiltere de bu konuda o kadar homojen değildi.
Kendi içinde de serbestlik ve korumacılık arasında bir fikir çatışması yaşıyordu.
Ve bu büyük fikir çatışması satranç tahtasında oyunun tüm kaderini elinde tutan tek bir kare üzerinde verilen
ve o kareyi kazanmak için bütün taşların müdahil olduğu bir mücadeleydi.
Neydi o satranç karesi?
O dönem İngilizler tüm tahıl, tohum ve gıda çeşitlerine genel bir isim olarak ‘Corn’ yani Mısır diyorlardı.
Bu nedenle İngiltere’de ‘Mısır tarifeleri’ olarak bilinen kanun düzenlemeleri üzerinde 1846 yılına kadar sert politik çekişmeler yaşandı.
Videonun başından bu yana anlatmakta olduğum konumu gereği İngiltere’nin Mısır tarifeleri konusunda alacağı karar dünyanın küreselleşmesi konusundaki kaderini de belirleyen şey olacaktı.
İki taraf vardı:
Bir taraf, kırsalda yaşayan toprak ve tarla sahipleri.
Onlar gıdada ithalat vergilerinin yüksek kalmasını istiyorlardı ki kendi gelirleri yüksek kalsın.
Öbür yanda Londra’da Manchester’da ve diğer şehirlerde sanayileşmenin ortaya çıkardığı yeni nesil şehir fabrikatörleri vardı.
Onlar da giderek kalabalıklaşan şehir hayatının ucuzlaması için gümrük tarifelerin kaldırılması istiyorlardı.
Çünkü büyük ölçekte üretim ve ticaret yapabilmek adına şehirde onların vereceği maaşla yetinip yaşayabilecek iş gücüne ihtiyaçları vardı.
Vergilerin kaldırılmasını isteyen düşünürler, yazarlar ve ekonomistler fikirlerini anlatmak ve İngiliz toplumunu ikna etmek için bir dergi kurdu ve hepsi bu derginin çatısı altında toplandı.
Siz bugün o dergiyi ‘The Economist’ olarak biliyorsunuz.
Ringin öbür tarafında da Chartism adlı İngiliz sol hareketi bulunuyordu ve çok ağır bir isim bu hareket ile temasa geçmek, liderleriyle fikir alış-verişi yaparak onlara güç katmak üzere İngiltere’ye hareket etmişti.
Kim miydi bu?
Karl Marx.
1845’te İngiltere’ye ayak basan Marx, Londra ve Manchester sokaklarında gezerken, bu ülkedeki çekişmelere ilişkin gözlemleriyle fikirlerini daha da olgunlaştırdı.
Tarihi değiştirmeye hazırlanan Marx, sadece bir yıl önce Paris’te ‘1844 El yazmaları’ adlı eserini yayınlamıştı ve Marksizmin genel hatlarını zihninde oluşturmuştu.
Marx gümrük vergilerinin kalmasından yanaydı çünkü sermaye sahibi sanayi patronlarının işçilere daha az para vermek için bunları kaldırmak istediğini biliyordu.
Birkaç ithalat vergisi üzerinde dönüyormuş gibi görünen tartışma aslında İngiltere’nin hangi grup tarafından hangi felsefe ile yönetileceği ve dolayısıyla videonun başından beri anlattıklarımın yaşanmasına sebep olacak çok derin bir savaştı.
Marx diyordu ki;
“Sermayenin bir kutupta birikmesi aynı zamanda karşı kutupta mutsuzluğun, ızdırabın, cehaletin, şiddetin ve ruhsal bozulmanın birikmesi anlamına gelecek.
‘Para’ denilen ve kerameti kendinden menkul olan şey, küresel çapta her şeyin evrensel değerini belirlerse tüm dünya hakiki değerinden soyutlanmış olacak.”
Marx’a göre nesnelerin çoğunluğu, baştan sona işçiler tarafından üretilmesine rağmen, burjuva tarafından mülk ediniliyor.
Emek gücü burjuva tarafından satın alınmakla kalmıyor, işçinin fazla emeği ile burjuva için yarattığı karı oluşturan emeğe de el konuluyor.
‘Artı değer’ olarak bilinen bu teoriye göre işçi ne kadar çok şey üretir ve bu üretim hacmi ne kadar artarsa o kadar yoksul duruma gelecektir.
Ne kadar çok meta üretirse kendisi o kadar ucuz bir meta haline gelecektir. İnsanların dünyalarının değersizleşmesi nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı olarak artacaktır”
Bu fikirler öyle kuvvetliydi ki, kapitalizmin temellerine dinamit yerleştirilmekle eş değerdi.
Fikirlerine güvenen Marx, bu nedenle sistemin kaçınılmaz olarak tarihsel bir evrim içerisinde sosyalizme dönüşeceğinden emindi.
Fakat henüz fikirleri yaygınlık kazanmamıştı ve İngiltere’deki Mısır tarifeleri çekişmesi ‘The Economist’ grubundakilerin daha çok kişiye ulaşması ve taraftar bulması ile sonuçlandı.
Böylece tarihin ilk küreselleşme dönemi için kurdela orada kesilmiş oldu.
*****
Sanayi devrimi ile tekstil sektöründe üretim kapasitesi bir önceki yüzyıla göre 1250 tondan 366 milyon tona çıkmıştı.
Yani 29 bin katına. Sanayileşen tüm ürünlerde benzeri bir dramatik sıçrama söz konusuydu.
Ancak Marx haklıydı. Bunun sonucunda işçiler daha yüksek değil çok daha düşük bir hayat standardına mahkûm oldular.
Bu yeni servetin dağılımı adil şekilde olmuyordu.
Evet, neredeyse hiç işsizlik yoktu ancak ortaya devasa ölçeklerde, son derece sağlıksız ortamlara sahip adeta insanın bedenini ve ruhunu öğüten tesisler çıkmıştı.
İşçiler çoğu zaman üretim bandının önünde 20 santimetrekarelik bir kişisel alanda gün boyu ayakta çalışıyorlardı.
Ne bir sigortaları, ne bir hakları vardı.
Son ürünle hiçbir algısal ve duygusal bağları kalmamıştı.
11-12 saat boyunca tekrar tekrar aynı vidaları sıkmak, aynı yere aynı yapıştırıcıyı sürmek veya aynı paketi bantlamak gibi fizyolojik olduğu kadar psikolojik olarak da sorunlu bir döngünün içindeydiler.
Bu durumun kölelik olarak görülmesi ve bir patlamaya yol açması sadece bir zaman meselesiydi.
Sonuçta bu ortam çok enteresan bir işbirliğine yol açtı:
Kötü şartların oluşturduğu işçi sınıfı, bu sınıfın oluşturduğu sendikalar ve bu sendikalara yön veren sosyalist akımlar
arzu ettikleri siyasal haklara bir türlü kavuşamayan küçük liberal burjuvazi ile birlik oluverdi.
Bu birlikteliğe milliyetçi hareketler de destek oluncaaa 1848 ihtilalleri patlak verdi ve tüm Avrupa’ya yayıldı.
Bazı önemli reformları 1832’de yapmış olduğu için İngiltere’de değil ama Fransa, Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Avusturya’da büyük ayaklanmalar çıktı.
Avrupayı kasıp kavuran bu devrimci hareketler nihayetinde bastırıldı ama bazı çok önemli kazanımlar da elde edildi.
Örneğin kıta genelinde işçi hakları ve çalışma koşulları iyileştirildi.
Fransa’da tekrar cumhuriyet ilan edildi, halka seçim hakkı tanındı, ölüm cezası ve esir ticareti kaldırıldı.
Avusturya’da kölelik yasaklandı. İngiltere’de seçim hakları genişletildi. Tüm Avrupa ülkelerinde sosyal hukuk devleti anlayışı gelişmeye başladı.
Marx başarısız olan ihtilallerden sonra da feodal aristokrasiyi yenmek adına yükselen burjuvanın yenilikçi liberal öğeleri ile işçi sınıfının işbirliği yapması gerektiğini savunmaya devam etti.
Yani başka bir deyişle Marx’a göre işçi sınıfının devrimi için önce burjuva devriminin tamamlanması ve başarılı olması gerekiyordu.
Çünkü dediğim gibi Marx tarihsel bir evrime inanıyordu.
Toplumdaki değişimlerin ‘bir avuç insanın’ isteği ve çabasıyla bir gecede gerçekleşemeyeceğini biliyordu ve bu şekilde olmasını da hiçbir zaman savunmadı.
Tersine Marx’a göre bu değişimler, toplumun bilimsel olarak ekonomik şartlarının incelenmesi ve toplumsal gelişimin farklı aşamaları sırasında devrime doğru hareket ettirilmesi ile mümkündü.
Öldüğü güne kadar İngiltere’de yaşadı ve burada kendisini işçi sınıfının devrim organizasyonu çalışmasına verdi. ‘Kapital’ adlı eserini de burada yazdı ve yayınladı.
*****
Ancak John Locke özel mülkiyet birikiminin ortaya çıkaracağı toplumsal sorunları nasıl öngöremediyse Marx da çok önemli bir şeyi öngöremedi.
İşçiyi, burjuvayı ve bu sınıfları tanımlayan şeylerin radikal şekilde değişeceğini.
Marx’ın tarihi evriminin başlaması ve devam edebilmesi için sanayi devriminin kapitalizmin son devrimi olması gerekiyordu.
Sanayi devriminin gerçekleştiği yüzyıldaki kavramların ve tanımların sabit kalması gerekiyordu.
Eğer dünya kol gücünün ve tüm fiziki bedensel faliyetlerin hayati olduğu tarım devriminde veya sanayi devriminin ilk dönemlerinde takılı kalacak olsaydı Marx’ın fikirlerinin karşısında hiçbir şey duramazdı.
Ne var ki, 19.yy’da sanayi devrimini yaratan teknolojilerle olduğu gibi 20.yy’da da 21.yy’da da yeni teknolojilerle yeni devrimler yaşanmaya devam etti.
Sınıflar arasında hem geçişkenlik arttı hem de bu sınıfların sınırları keskinliğini kaybetti.
Bugün bir şirkette artık her ikisi de bilgisayar başında oturan patron ile işçi arasındaki emek sarfiyatı birbirine çok yaklaştı,
hatta sınıfsal hiyerarşide yukarı çıktıkça zihinsel emek sarfiyatında bir düşüş olmadığı gibi riskler ve stres sürekli daha yükseliyor.
Klasik işçi sınıfını tanımlayan kol gücüne dayalı birçok iş ise otomasyon ile insanın elinden çıktı gitti ve daha da gidecek.
Marx çok haklıydı ama tıpkı Adam Smith gibi tarihin belli bir dönemi için çok haklıydı.
19.yy düşünürleri bazı alanlarda hala haklı olmaya da devam ediyorlar ama giderek çok daha fazla konuda bağlamsal kopukluk ve örtüşme sorunu yaşanıyor.
Bundan dolayı da ne Smith’i ne Marx’ı suçlayabiliriz çünkü öngörmeleri mümkün olmayan şeylere tanıklık ediyoruz.
Örneğin dünyanın en büyük otel işletmecisi olan Airbnb şirketinin mülk olarak tek bir otele bile sahip olmadığını, hiç otel çalışanı bulunmadığını Adam Smith’e nasıl izah ederdik?
Ya da dünyadaki en büyük taksi firması Über için çalışan taksicilerin kendilerini işçi olarak işçi sınıfının bir parçası olarak değil de kendi işinin patronu olarak gördüklerini Karl Marx’a nasıl anlatırdık?
Bunları bırakın, fikirlerin bireysel ve kapitalist bir girişimden ziyade komünal bir biçimde hiç borsada falan yer almadan, hisse talep etmeden‘crowd funding’ sistemi ile sermaye bulduğunu
ve maliyeti küresel ölçekte tabana yayılmış bu sermayenin ortaya çıkardığı ürünleri
David Ricardo hangi ülkenin sabit üstünlüğü ile mukayese edecekti?
Anlatmaya çalıştığım şey şu:
Hepimizi bağlayan küresel problemleri çözebilmek için küresel hareket edebilmek bir ihtiyaç ama maksimum küreselleşmeye değil akıllı küreselleşmeye ihtiyacımız var.
Bu küreselleşme ve ekonomi teorileri konusunda ideolojik görüşler elbette olacak.
Ancak 21.yy ve sonrasını; sosyal ve ekonomik hayatın tümünü açıklama iddiasında olan 19.yüzyıl ideolojileri ve ekonomi teorilerine saplı kalarak, onlara sarsılmaz şekilde bağlı kalarak yaşamayın.
Hayat sadece kapitalizm ve liberalizm değildir. Hayat sadece Marxisizm ve sosyalizm de değildir.
Küreselleşme sadece iyi veya sadece kötü değildir.
Hayat bunların hepsi ve hiçbiridir.
Hayat çok karmaşıktır ve hayat farklı dönemlerde farklı hedeflere sahiptir.
Bazen hayatın amacı büyümek ve genişlemektir bazen ise hayatın amacı sadece hayatta kalabilmektir.
Hayat bizim kalıplarımızın hiçbirine sığmayı kabul etmez.
Bir gün bir virüs gelir ve her şeyi değiştirir.
Bir gün bir teknoloji gelir ve varolan ideolojiler anlamını kaybeder.
İklim krizi patlar, suların yükselmesiyle ve yüz milyonların göçüyle devletlerin sınırları diye bir şey kalmaz.
Düşman uzaylılar gelir ve hangi milletten olduğunuzun bile bir anlamı kalmaz.
Bugün küresel bir dünyada yaşıyoruz yarın bu dönemin de sonu gelebilir.
*****
Neticede fikirleri ve kazancı fazla cazip olduğu için büyük devletler ilk küreselleşme döneminde daha fazla sömürge kaynağı için birbirlerine girdiler
Yani ilk küreselleşmeyi yine küreselleşme rekabeti bitirdi.
Bugünün küresel dünyasını lanetlemek yerine ise faydalarını elde etmenin yolu belli:
Dünyayı takip etmek, mümkünse bunu birçok yabancı dil öğrenip yabancı kaynaklarla yapmak.
Finansal okur-yazarlık edinmek.
İnternet gibi araçları doğru şekilde kullanmak.
Dünyanın en gelişmiş ülkelerindeki haklardan ve özgürlüklerden haberdar olmak.
Bu özgürlüklerin nedenlerini ve faydalarını anlamak.
Dönemin ekonomi kurallarını ve gerçeklerini inkar eden siyasileri değil, küresel dünyada çağdaş, özgüvenli bir toplum ve ekonomi vaat eden siyasileri iş başına getirmek.
Ancak dönem ne olursa olsun kalıcı olması gereken tek şey ise çağların verdiği tecrübeler ile hep daha iyisini talep etmek.
Değişimin kaçınılmaz olduğunu bilerek o değişimin bu gezegendeki her canlı için daha faydalı bir yönde olmasına uğraşmak.
Bana bir kez daha zaman ayırdığınız için müteşekkirim.