Bugün Hollanda’nın Maastrciht şehrindeyim ve burasını en bilinir yapan şey; Avrupa Topluluğu’nu Avrupa Birliği’ne çeviren, Avrupalılara AB vatandaşlığı hüviyetini kazandıran ve ortak para birimi Euro’ya geçilmesini sağlayan antlaşmanın imzalandığı yer olması.
Bugün Maastricht antlaşmasının temelini attığı evin çatısının altında 500 milyondan fazla insan yaşıyor ve hayatları kıtanın geçmişinde hiç olmadığı kadar barış, huzur ve refahla dolu.
Tarihin bu en büyük barış ve refah projesini size buradan farklı bir perspektifle izah edeceğim.
Kanalıma ve ilk videoma felsefe ile başlamıştım ve yeri geldikçe farklı filozoflara ve felsefelerine de yer vereceğimi söylemiştim.
Bu videoda da bir aydınlanma çağı filozofunun hikayesini anlatacağım.
Aranızdaki felsefe meraklıları onun hayli karışık ve yer yer anlaşılması, kavraması güç bir felsefesi olduğunu biliyorlar.
Ancak ben sizler için adım adım son derece basit ve anlaşılır şekilde özetleyeceğim.
Neticesinde de asırlar boyu imkânsız görülen bir idealin nasıl hayat bulduğunu anlayacaksınız.
İnsan araç mıdır amaç mıdır? Nefes alıyor olmak ve yiyecek bir şeylerin olması yaşamak mıdır? Tek başına yaşam mıdır kutsal olan yoksa hayatı paylaştığımız diğer insanlarda da birlikte onurlu, ahlaklı ve adil bir ömür geçirebilmek midir kutsamamız gereken?
İyiyi kötüyü ayırt etmek için yüce bir otoritenin yol göstermesine muhtaç mıdır insanoğlu? Yoksa kendi aklı buna da yeter mi?
Hangi filozoftan alacağız bu soruların cevaplarını?
En meşhur sözü “Üzerimdeki yıldızlı gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası” olan birinden.
Bildiniz mi? Evet, Immanuel Kant
Kant 1724’te ayakkabı ve eğer üreten, maddi sıkıntıları da olan bir ailenin en büyük oğlu olarak bugünün Rusyası’nın Kaliningrad şehrinde, o günün Doğu Prusya’sının Konigsberg şehrinde dünyaya geldi.
Tüm hayatını da aynı şehirde geçirdi. Küçük yaştaki kardeşlerini hastalıklar nedeniyle kaybetti.
Protestanlığın aşırı biçimlerine tepki olarak ortaya çıkan ama yine protestanlığın bir türü olan Pietizm ile yetiştirildi. İlk ve ortaokulu da dini bir okulda okudu.
Çocukluk dönemi de bir kır hayatından ibaret olan Kant’ın annesi Anna Kant eğitimli bir kadındı ve onu devamlı uzuuun kır yürüyüşlerine çıkarırdı.
Bu yürüyüşlerde ona bitkilerin, hayvanların ve gökyüzünün doğası hakkında bildiklerini anlatırdı.
Kant’ın doğa felsefesine ilgisi o yıllarda şekillendi. İleriki yaşlarında annesinden şöyle bahseder:
‘’Annemi hiç unutmayacağım, çünkü içime iyiliğin ilk tohumlarını o ekti ve büyüttü; yüreğimi doğanın etkilerine açtı; kavrayışımı ayaklandırdı ve genişletti, inandığı öğretilerin hayatımda sürekli ve faydalı bir etkisi oldu.’’
Kant, sadece 16 yaşındayken Koningsberg üniversitesine kabul edildi ve burada fizik, matematik, teoloji, latince ve felsefe çalıştı.
27 yıl boyunca da aynı üniversitede ve özel evlerde aristokrat ailelerin çocuklarına ders verdi.
1792’de alışılmışın dışındaki görüşleri nedeniyle Kral II.Fredrich Wilhelm onun ders vermesini yasakladı.
Üniversiteye ancak 5 yıl sonra Kral öldüğünde dönebildi.
Kant hayatı boyunca eserler yayınladı. Hatta ilk eseri ‘Fiziksel kuvvetlerin doğru ölçülmesi’ adlı bir fizik yazısı. Burada evrendeki fiziksel kuvvetlerin bir birliği olduğu bir ahengi olduğuna değiniyor.
Ancak yayınladığı en önemli iki eser 1781’de ‘Saf Aklın Eleştirisi’ ve 1788’de ‘Pratik Aklın Eleştirisi’ adlı kitapları oldu. Bu kitaplar modern felsefe tarihinin en önemli kitapları olarak kabul ediliyor.
Hatta pek çok modern düşünür işi daha ileri götürüp felsefe tarihini Kant’tan önce ve Kant’tan sonra diye ikiye ayırır.
Neden?
Çünkü Kant rasyonalizm -yani bilgiye ulaşmak için aklın kullanımı- akılcılık ile; Empirizm –yani bilgiye ulaşmak için nesnelerin deneyimlenmesi- deneycilik yaklaşımlarını birleştirmeyi sentezlemeyi başardı.
Bilimin ilerlemesi için her ikisinin de; yani hem aklın hem deneyimin gerekli olduğunu ortaya koydu. Adına da ‘transandantal idealizm’ dedi yani ‘deneyi pratiği aşan idealizm’ anlamında.
Akıl yürütme ve deneyin birlikte olması düşüncesi şu an size çok bariz bir şey gibi geliyor biliyorum ama 18.yüzyılda henüz o kadar bariz değildi ve felsefeler bu alanda kutuplaşmıştı.
“Bilgi, deneyle başlar ama deneyin sonucu değildir” dedi Kant. Hem deneycilerin hem de rasyonalistlerin aklın sezgilerini dışlamasına karşı çıktı.
Bu şekilde çok önemli bir şeyi daha başardı: Mesela tanrı gibi melekler gibi metafizik olguların varlığını sorgulamayı veya bunlara inanmayı aklın doğasının bir gereği olarak korumaya alırken metafiziğe de bir sınır çekip bilimi kiliseye ve her tür fizik üstü düşünceye karşı ayrıca korumaya aldı.
Kant bu şekilde modern laiklik kavramının da felsefi temellerinden birini atmış oldu.
Kant’ın ahlâk felsefesinin çıkışı olan ‘saf ve pratik akıl’, tecrübeye bulaşmamış bir akıl. Kant niyeti, pratikten daha yüksekte görüyor.
Bu ne demek?
Yani Kant’a göre iyi niyet, onun sonucu olarak ortaya çıkan deneyim ile ölçülemeyecek bir şey.
Kant’ın ifadesiyle “İyi yönde bir irade, pratik sonuçları ne olursa olsun kendi başına iyidir. Kötü irade, kötü niyet sonucunda ortaya iyi bir şey çıksa bile kötüdür.”
Neyin iyi neyin kötü olduğuna karar vereceğimizde ise bu kararı ancak zamandan ve mekandan bağımsız verdiğimiz ahlaklı olabiliriz.
Kant der ki;
“Ancak ve sadece, genel yasa olmasını isteyebileceğin bir ilkeye göre hareket et!”
Bunu çok basit bir örnekle izah edeyim:
Mesela soru şu olsun:
Bir yeri kılıçla topla tüfekle kan dökerek almak istemek iyi midir kötü müdür?
Eğer iyiyse Türkler İstanbul’u almak isterken de iyidir Yunanlar İzmir’i almak isterken de iyidir.
Eğer bulunduğunuz tarafa göre cevabınız değişiyorsa pozisyonunuz en hafif tabiri ile ahlaki değildir.
Kant’ın bu yaklaşımı bugün hukuktan insan haklarına, evrensel değer olarak tanımladığımız ne varsa tümünün var olabilmesi için gerekli olan zemini oluşturdu.
Ona göre ahlâk yasalarındaki yükümlülük, insanın doğal yapısında veya içinde bulunduğu koşullarda değil, saf aklın kavramlarında aranmalıydı.
Ahlâkı, doğal dünyadan ayrı olarak özgür iradeyle ilişkilendiren Kant, insanın diğer canlılardan daha farklı bir akıl öznesi olduğunu, nesnelerin bir fiyatı varken, insanın ahlâk sahibi olması nedeniyle bir onuru olduğunu söyledi.
“İnsandaki bu onur, onun akıl yoluyla ahlâk kararları almasını, amaç koymasını gerektirir” dedi.
“Bazen bu kararlar o insanın zarar görmesine yol açsa bile bu bedeli ‘insan olabilmek’ için ödemelidir” dedi.
İnsan olmanın bedeli ve ölçüsü evrensel bir ahlaka göre hareket edebilmektir. Sadece istekler ve eğilimlerle hareket edip yaşayanlarsa hayvanlardır.
Kant’a göre ahlak yasaları insanın akıl yapısından geldiği için irade kavramı da her şeyin merkezindedir.
Kant için her bir insan ‘ahlak yasası koyucusudur’.
İnsanlar biyolojik olarak da aynı akıl yapısına ve deneyimleme şekillerine sahip oldukları için bu durum subjektif yasalar değil, tersine son derece objektif, genel ve zorunlu yasalar ortaya çıkaracaktır.
Dolayısıyla insan ahlaklı olmak için kendi dışında bir otoriteye müracaat etmek zorunda da değildir.
İyi eylemler yapmak için örneğin cenneti ummaya gerek yoktur. İlahi veya maddi ödüller olmasına gerek yoktur. Ahlaklı olmak için akıl ve irade sahibi olmak yeterlidir.
Kişisel onur ve ahlak sahibi insanlar kendilerini bir şeylerin birilerinin aracı, maşası, kullanılıp atılacak bir parçası olarak değil, her şeyin nihai amacı olarak görmek isterler.
Şu teşkilat benim güvenliğimi sağlamak için var, şu kurum beni eğitmek için var, şu hizmet beni sağlıklı tutmak için var, şu şirket benim refahım için var, şu devlet benim mutluluğum ve huzurum için var.
Böyle ideal bir durumun olabilmesinin yegane ahlaki yolu da hiçbir insanı araç olarak görmemektir.
O kurumlarda çalışan o ülkede yaşayan her insanı kendiniz gibi bir amaç olarak gördüğünüzde; bu pozisyon karşılıklı saygıyı, barışı ve huzuru doğuruyor.
Kant buradan hareketle insanlar için düşündüğü durumu bir üst seviyeye çıkartıp devletler için de hayal etti.
İşte bu perspektifle 1795 yılında -yani en olgun çağında- yazdığı eseriyle bugün burada yaşanan durum anlam kazanmaya başlıyor.
‘Perpetual Peace’ yani ‘Ebedi, kalıcı, kendi kendini sürdüren Barış’ anlamına gelen bu eserde Kant, 6 ön koşul 3 nihai koşul olmak üzere toplam 9 madde formüle ediyor.
Bu maddeler dönemi gereği biraz ağdalı bir dille yazılmış ve o zamanlar henüz var olamayan bazı olguları izah etmeye çalıştığı için günümüz terminolojilerine çevirmemiz gerekiyor.
Bunu yaptığımızda Kant’ın aslında temelde 3 şeyden bahsettiği görüyoruz:
- Kalıcı barış düzeni ancak hukuk devleti ve demokrasi olan ülkeler arasında kurulabilir.
- Ülkelerin özgür iradesine ve eşitliğine dayalı adeta uluslar üstü bir hukuk düzeni ile kurulabilir.
- Bu ülkelerin birbirlerinin vatandaşlarını misafir etmeleri ve onlara yaşamsal faaliyetlerinde engel çıkarmamaları gerekir, yani serbest dolaşım ve serbest pazar.
Gözünüz bir yerden ısırıyor mu bu barış düzenini?
Evet, bugünkü Avrupa Birliği, Immanuel Kant’ın asırlar önce felsefesiyle birlikte ortaya koyduğu ahlaki ilişki, onurlu yaşam, refahı yüksek, barış dolu bir hayat manifestosunun ete kemiğe bürünmüş hali.
Avrupa gibi dünyanın en kanlı kıtasında Avrupa Birliği’nin nasıl varolabileceğini söyledi bize Kant..ta 1795’te.. Bu birliğin bizzat düşünsel temellerini attı.
Kant’ın ortaya koyduğu bu koşullardan ilham alan iki Fransız siyasetçi Robert Schuman ve Jean Monnet,
İkinci Dünya Savaşı sonrası barışın sürdürülebilmesi, demokrasinin yükselmesi ve refahın artması için bir ‘entegrasyon’ planı ortaya koydular.
O dönem Schuman Dışişleri Bakanı, Monnet de onun ekonomik danışmanıydı.
Bu ikili, Kant’ın ideal dünyasını gerçekleştirebilmek için 1951’de dahiyane bir fikir ortaya koydu: Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu.
Neden kömür çelik?
Çünkü bu maddeler olmadan savaş olmuyor. Eğer bu maddelerin üretimi ve paylaşımı üzerinde ülkelerin ortak kontrolü olursa devletler birbirlerinin savaş hazırlığı yapıp yapmadığı konusunda şüphe duymaz ve ortaya çıkan istikrarın sağladığı ekonomik kazançlar ile her geçen gün savaşı daha zor göze alır hale gelirler diye düşünüldü.
Elbette kurucu babalar orada durmadılar çünkü çağ artık atom çağıydı ve kömür çelik olmadan da birkaç atom bombası ile savaşa gitmek mümkündü.
Bu nedenle hemen 1957’de Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu kuruldu ve bu alandaki kontrol ve denetim de uluslar üstü bir yapıya kavuştu.
Aynı anda işin içine gümrük birliği de sokulunca Avrupa Ekonomik Topluluğu ilk 6 üyesi ile doğmuş oldu.
Aynı tarihlerde Belçikalı siyasetçi Paul-Henri Spaak dedi ki gençler birbirini görmüş beğenmiş tanımış bize artık onları daha ‘siyasi bir topluluk’ yapmak düşer.
Böylece 1965’teki Brüksel Antlaşması ile bu üç yapıya birlikte ‘Avrupa Topluluğu’ denildi.
Arkalarına yüzyılların birikimini ve felsefelerini almış bu toplumlar için artık tek hedef, hayatın her alanında daha fazla birliktelik ve bu birliktelikten doğan daha fazla refah ve kalite standardı içinde mutlu ve onurlu şekilde yaşamaktı.
1980’lerin başında ise İtalyan siyasetçi Altiero Spinelli çıktı dedi ki; e bu çok iyiymiş böyle.. Niye burada duruyoruz? yetmez. Daha fazla ticaret daha fazla refah daha fazla serbestlik olsun daha onurlu ve mutlu bir yaşamımız olsun dedi ve işin adını koydu: Avrupa Birliği.
Spinelli’nin önerisi 1984’te Avrupa Parlamentosu’nda kabul edildi. Önce 1986’da ‘Avrupa Tek Senedi’ ile ortak Pazar güçlendirildi, ardından 1992’de de Avrupa Topluluğu’nu tam anlamıyla siyasi bir gövdeye kavuşturarak ‘Avrupa Birliği’ne dönüştürecek olan antlaşma burada bu şehirde 12 ülke tarafından imzalandı.
İşte Kant’ın ebedi barış rüyası böyle gerçek oldu.
Ve kimbilir.. Kant da ‘Ebedi Barış’ eserini tasarlarken aynı yıllarda Friedrich Schiller tarafından yazılmış olan bir şiirden ilham almıştır belki..
O şiir ki, birkaç yıl sonra yine aynı dönemlerde bestelenmiş ölümsüz bir Beethoven senfonisinde kullanılacak ve sonunda da Avrupa Birliği’nin resmi marşı olacaktır:
Tanrıların güzel kıvılcımı,
Ey Elysium’un kızı,
Giriyoruz sarhoşluğun coşkusuyla,
Senin kutsal çatın altına
Büyünle birleşiyor
Geçmişin acımasızca ayırdığı insanlar;
Herkes kardeş oluyor,
Yumuşak kanadının altında.
Takip eden yıllarda sırayla Amsterdam, Nis ve Lizbon Antlaşmaları ile her seferinde bir öncekinden daha entegre ve daha sağlam bir birlik oluşturuldu.
Peki Kant’ın felsefesi eksiksiz mi? Avrupa Birliği mükemmel mi?
Elbette değil. Her ikisine de realizm konusunda özellikle Hegelcilerden ciddi bir eleştiri var.
AB’nin ortak bir dış politikası olamaması ve kurallara uymayan üyelerini hizaya getirmekte zorlanması bu yüzden.
Yine de bu durum barış ve refah düzeyinde yakalanan başarıyı gölgede bırakmıyor.
Bugün bu birliği en çok ne tehdit ediyor peki dikkat ettiniz mi?
Hukuktan ve demokrasiden uzaklaşan Macaristan ve Polonya gibi üye ülkeler.
Fransa, Yunanistan ve İtalya gibi ülkelerdeki bağımsızlık sloganları atan aşırı sağ gruplar, aşırı ulusalcılar, milliyetçiler.
Üyelikten çıkan İngiltere gibi bu ülkelerdeki politikacılar da sürekli iç politikada daha bağımsız bir ülke olabilmek için, Brüksel’den talimat almamak için bu pozisyonu savunduklarını anlatıyorlar.
Oysa biliyoruz ki günümüzün küresel dünyasında ‘tam bağımsızlık’ bir ütopya. Ne fiziki olarak, ne ekonomik olarak ne de siyasi olarak mümkün.
Daha doğru söylemek gerekirse bir distopya.
Bugün tam bağımsızlık tanımına en yakın ülkeler Kuzey Kore gibi yerler ki Kuzey Kore bile önemli ölçüde Çin’e bağımlı.
Biliyorum “Tam bağımsızlık” kulağa hoş ve doğruymuş gibi gelen bir şey. Ancak aslında ister kişisel insan ilişkilerinde olsun ister devletlerarası ilişkilerde olsun en büyük felaketlerin tetikleyicisi.
Bunu şöyle düşünün; bir adama sayısal loto çıkacak olsa kazanacağı ekonomik bağımsızlıktan ötürü neleri yapmayı düşlüyor hemen?
Patronuna sövüp işi bırakmak, karısını boşayıp daha gencine güzeline gitmek, karayiplere gidip çalışmadan yatmak ve muhtemelen sizinle de selamı sabahı kesmek. Kimseye eyvallahı olmamak, kimseyi takmamak..
Bu kadar bağımsızlık kazanmış bir adamdan artık iş yerine, evine, toplumuna huzur hayır gelebilir mi?
Herkes de böyle hareket eder demiyorum ama özellikle devletler söz konusu olduğu zaman, tam bağımsız olmaya yaklaştıkları ölçüde tavırları ve tutumları buna benzerlikler göstermeye başlar.
Tarihin hiçbir döneminde dünyanın hiçbir bölgesinde tam bağımsızlıktan barış, huzur, özgürlük veya refah çıkmadı, çıkamaz da.
Bu saydıklarım daima işbirliğinden çıktı, tolerans göstermekle oldu, daha az savaş daha çok ticaretle oldu.
Sürdürülebilir barışın ve toplu refahın tek yolu Kant’ın bizlere anlatmak istediği ve Avrupa Birliği tecrübesinin de bizlere gösterdiği gibi evrensel değerlerin temel alındığı, onurlu, saygılı, karşılıklı ve dengeli bir bağımlılıktan geçiyor.
Yani millilik ve yerlilikten çok evrensellikten geçiyor.
İzole toplumlar içlerinde artık yabancı kalmadı, farklı kültür kalmadı, farklı hayat tarzları kalmadı diye daha mutlu, huzurlu ve üretken olmuyorlar.
Aksine o medeniyetler hızla kuruyup çürüyüp solup ölüyor.