- Kavvâm ve Kayyum
“Erkekler, kadınlar üzerinde titizlikle durur, onları korur ve onlara sahip çıkar.[1] Çünkü erkeklerle kadınlar kendi yaratılışları içinde üstün yeteneklere sahiptir. Erkek ve kadının birbirinden üstün tarafları vardır.[2] Erkekler mallarından kadınların ihtiyaçlarını karşılar, onların ekonomik açıklarını kapatır; bunun karşılığında barışçı ve erdem sahibi kadınlar[3] da erkeklerine hem saygıda kusur etmezler hem de eşleri yanlarında olmadığında cinselliklerini kocaları için korurlar. Ancak eşler arasında şiddetli geçimsizlik çıkarsa eşler öncelikle sorunun ne olduğu konusunda oturup konuşsun. Sorun çözülemezse eşler yataklarını ayırsın, bu da çare olmuyorsa eşler mekânlarını ayırsın[4] yahut eşler cinsel birliktelik kurmayı denesin.[5] Bunların sonucunda eşler barışırsa taraf tutarak onların ayrışmasını hızlandırmayın ve işleri yokuşa sürmeyin. Toplum olarak büyüklük gösterin.[6] Eşlerin arasının iyice açıldığı ve işin boşanmaya doğru gittiğini görürseniz erkek ve kadın tarafından onların aralarında hakemlik yapacak kimseler belirleyin. Eşler eğer gerçekten barışmak istiyorlarsa hakemler onları uzlaştırsın.[7] Bütün bunlar toplumun gözü ve kulağı önünde gerçekleşsin.[8]”[9] âyetlerinde Allâh kelimesi ile hakemler kastedilir. Çünkü eşler ile Tanrı doğrudan konuşarak onları ikna etmez. Onları barıştıran hakemlerdir. Bu da Kur’an’ın bir üslubudur. O nedenle Alâh ve sıfatları geçen âyetlerde derhal Tanrı anlamı vermek maksadı doğru yansıtmaz. Bu nedenle âyet tercümelerimde rab ve Allâh kelimelerini toplum, halk; sağduyu,[10] akıl ve vicdân olarak çevirmemin nedenleri arasında “Ey Âdemoğlu! Hastalandım, ziyaretime gelmedin; yiyecek istedim, doyurmadın; su istedim, su vermedin…”[11] tarzındaki mecâz ve teşbîh barındıran ifadeleri de yatar.[12] Hem Kur’an’da hem de bazı hadislerde devrin bir dil özelliği bu tarzda ortaya çıkar. Vicdân elçisi Muhammed’in yaşadığı devirlerde Tanrı çoğu zaman kamuoyu, halk kitlesi, vicdânın sesi, akıl ve sağduyu anlamları yerine kullanılmıştır.
Yukarıdaki âyette dikkatimizi çeken önemli kavramlar vardır. Bunların başında gelen kavvâm kelimesi, ayağa kalkma anlamındaki g-v-m üçlü harfinden[13] türemiştir. Kayyûm kelimesi de bundan türemiştir. Süryanicede kayyûm sürekli uyanık duran, gözünü kırpmadan bakan, uyuşukluk göstermeyen ve gaflet hali yaşamayan (uyumayan) anlamlarında kullanılır.[14]
Âyeti bağlamında düşündüğümüzde erkeğin kadını koruma ve kadının ihtiyaçlarını karşılama konusunda görev ve sorumluluktan asla kaçmaması ve bu konuda oldukça titiz olması gerektiği anlatılır. Erkeğin kavvâm olması tamamen tarihseldir. Çünkü câhiliye Arap toplumunda kadının ticaret yapması ya hiç olmayan ya da ender olan bir durumdur. Sermâye, ticaret, para ve mülkiyet erkeğin elinde bulunan bir toplumda kavvâm/kayyûm doğal olarak erkek olacaktır. Ancak âyet karşılıklı hak ve sorumluluk yükleyerek kadını erkeğin kölesi olmaktan çıkarmaktadır. Kur’an o günkü toplumda kadının erkek tarafından korunması ve geçiminin sağlanmasını kadın hakkı olarak dillendirir; erkeğin hakkı olarak da kadının cinselliğini başkalarıyla paylaşmaması ve erkeğinin emeğine saygı duyan bir davranış sergilemesi koşulunu öne sürer. Ayrıca âyet “Kadın mı erkekten, erkek mi kadından üstün?” biçimindeki saçma tartışmayı herkesin kendi yaratılışında üstün olduğunu söyleyerek her varlığın kendine özel konumda değerlendirilmesini belirtir. Yani fiziksel kavvâmlık erkekte, ruhsal kayyûmluk kadındadır.
Kavvâm, bir abartı ifadesi olduğundan[15] sürekli ayağa kalkan, iletişim ve ilişkisini hiç kesmeden sürdüren anlamları taşır. Bu da erkeğin kadına karşı taşıdığı koruma ve geçimini sağlama sorumluluğunun dinamik olduğunu anlatır.
- Nuşûz
Nuşûz; nefret duyma, sevgisini kaybetme, başkaldırma, huysuzluk yapma, sevgi ve ilgisini başkasına yönlendirme demektir.[16] Âyette kadının nuşûzunun dillendirilmesinin nedeni erkeğin sadakatsizliği, kayyumluğu yerine getirmemesi, sorumluluktan kaçınması ve ezilen kitlenin esasında kadın olmasından dolayı iç huzursuzluğu başta kadının hissetmesi dolayısıyladır. Yoksa hiçbir kadın olumsuz bir sebep yokken yuvasını yıkmaya teşebbüs etmez. Yuvanın yıkılmasında erkeğin ilgi, sorumluluk ve görevlerinden kaçması başlıca nedendir. Bu durum kadının huysuzlaşmasına, kocasına sevgisini kaybetmesine ve eşler arasında da nefretin doğmasına neden olur. Fakat görev ve sorumluluktan kaçan kadınlar da vardır. O durumda da erkekler haklı olur ve erkeğin nuşûzundan (huysuzluğundan, geçimsizliğinden) bahsedilir. Kur’an târihsel bir metin olduğundan kadının nuşûzuna dair olay gerçekleştiği için kadın üzerinde konuşmuştur. Mesele erkeğin nuşûzu olsaydı sözün merkezinde erkek olurdu. Burada “Kadın şirrettir, erkek melektir.” diye bir sonuca varmak ve bunu da 1400 yıl sürdürmek saçmalığın daniskasıdır.
- 1. Fazlu’l-lâh, Faddala’l-lâh
İlgili âyetlerde Fazzala’l-lâh(u) ifadesi görmezden gelinemeyecek bir tamlamadır. Genelde Allâh’ın fazlı diye çevrilerek anlam ıskalaması yapılmaktadır. Fazl/fadl sözcüğü ihtiyaçtan fazla olan, ihtiyaçtan arta kalan, ihtiyaç fazlası olan demektir. Araplar birine üstünlük taslamaya tafaddul, üstün birinden emir almaya tefaddal, gözde kimseye de mafaddal der. Yani fazl kelimesi üstünlük merkezli bir anlam taşır.[17] Ancak kelime kapsamlı anlamlara sahiptir. Fadl/fazl, ekonomik ve norm bakımından ortaya çıkan fazlalığı kasteder. Bilgi ve ahlakîliğin artması, öfkenin gerekenden fazla olması, hayvanın bitkiden ve insanın hayvandan fazlalıklarının olması,[18] bir kimsenin başkasından üstün yönünün olması anlamları fazl ile anlatılır.[19]
Fazl erkeğin kadından, kadının da erkekten ileride olan fazlalığıdır. Her ikisi de ötekine göre fazlalığa sahiptir, yani faziletler farklıdır. Allâh’ın fazlı, her varlığın yaratılıştan getirdiği kendine özel[20] üstün yönlerdir. Bu üstünlük hem tür içinde hem de tür dışındadır. Örneğin at insandan hızlı koşar, ancak atlar arasında da daha hızlı ve en hızlı koşanlar vardır. İnsanlık dünyasında hukukun var oluş gerekçesi de eşit yaratılan insanları âdil bir dünyada yaşatarak herkesin kendi fazlını özgürce ortaya çıkarmasına vesile olmaktır. Bu sırada başkasının fazlını engellemek isteyenlere engel olma amaçlanır.
Hukuk, şeriat, nomos (nâmûs, söz) ve töre’nin (Tevrat) varlık nedeni insanlık âlemini eşitlemedir. Daha açıkçası bir kimsenin bir başkasından öne çıkan yeteneğini engellemeye karşı durmadır; tam özgürlük ve mutlak eşitlik sağlamadır. Fakat anarşist düşünür Bakunin’in dediği gibi hukuk, imparatorluk çağlarından son zamanlara kadar egemenlerin fâhişesine dönüştürülülerek eşitleyici fonksiyonundan uzaklaştırılmıştır. Nietzche’nin söylediği gibi basın, yayın ve medya dünyası da egemenlere metreslik yapınca güç özgür, eşitlikçi ve barışçılarda olması gerekirken aşağılık egois güç sahiplerinin elinde oyuncağa dönüşmüştür. Geçmişte sultanların egolarına göre fetvâlar veren saltanat beslemesi ulemâ da fırsatı kaçırmamış metnin maksadını dikkate almayarak ve tarihsel süreci hesap etmeyerek “kadını eksik, erkeği tam” göstererek cinslerin eşitsizliğini bir ideolojiye dönüştürmüş, kadına kuluçka makinası ve cinsellik aracından öte bir rol biçmemiş; buna da din damgası vurup asırlarca pazarlamıştır. İslâm toplumları ile Müslüman devletlerin erkekleri kadını dizayn etme konusunda hâlâ etkin, kadınlar kendi haklarında söz sahibi olma konusunda hâlâ pasiftir. Erkeklerin yazdıkları fıkıh kitapları üzerinden pek çok kadın kendine rol biçmekte ve kendini dindâr sanmaktadır.
- 2. Eğitimde Fazl
“Vicdân, akıl, sağduyu, evrendeki işleyiş yasaları, hava, su, toprak ve ateş toprağın oğullarına[21] çok cömert davranmakta; onları kara, hava ve denizde taşımakta; onların hem emekleriyle kazanmalarına hem de kirden uzak rızıklara ulaşmalarına fırsatlar vermekte, onları yaratılmışların pek çoğunun önüne geçecek fazlalıklara ulaştırmaktadır.”[22] âyetinde fazl/fadl, kişiye özel fazlalıkları dillendirir ve bunun evrensel bir yasa olduğu belirtilir. Bu nedenle hiç kimse “Ben ötekinden geriyim.” diyerek tembelliğine bahane oluşturamaz ve başkasının başarısını kıskanamaz. Çünkü herkes kendi yetenek, nitelik ve özelliğinde başarılıdır.
Çağımızda kapitalist küresel sömürü ekonomisini egemen kılmak için üretilmiş olan eğitim sisteminin bu gerçekliği görmezden gelerek tek tip insan üretme metodu insana ihanet, evrene saygısızlık, doğal gerçekliği görmezden gelme,[23] yaratılışın çeşitliliğinden kaçma,[24] dayatmalarla aydınlığı karanlığa dönüştürme[25] ve Tanrısal gerçekliğe başkaldıran bir şeytanlıktır. Sonra da ortaya çıkan mutsuzluk, eşitsizlik, adâletsizlik, işsizlik ve eşsizliği Tanrı’nın adaletsizliği söylemine sığınarak meşrûlaştırmak tam bir akıl tutulmasıdır. Bu âyetin derûnundan[26] haberdâr olmayan gelenekçi dindarların “Tanrı âhirette adâleti sağlayacak, dünyada adâletsizlik geçicidir; bir mahkeme-yi kübrâ[27] vardır.”[28] söylemindeki oyalamaca Kur’anla asla bir araya gelemeyecek bir Emevî uydurması olduğu gibi abdestli kapitalist muktedirlerin hukuksuz ve adâletsiz düzenlerine itaat sağlama amaçlıdır. Kur’an’dan beslenen hiçbir barışçı[29] bu tarz düzenbâzlıklara prim vermez.
- 3. Eşitlenme Korkusu
“Evren, doğa ve toplumda sahip olduğunuz nimetler bakımından herkes birbirinden farklı üstünlüklere sahiptir.[30] Fazla imkân ve nimet[31] içinde olanlar kendilerindeki fazlalıkları emri altında çalıştıklarıyla, esir ettikleriyle ‘Elimdekileri verirsem onlardan üstünlüğüm kalmaz, onlarla eşit[32] duruma gelirim.’ korkusuyla rızıklarını paylaşmıyorlar. Çalışanlarıyla nimetleri eşitçe pay etmekten kaçanlar[33] toplumdan elde ettikleri nimetlere rağmen toplumuna nankörlük edenlerdir.”[34] âyetinde fazl/fadl kelimesi üzerinden öznel/bireysel üstünlükler dile getiriliyor. Ancak piyasa ve koşullar nedeniyle para getiren işlerin değişmesi karşısında kişilerde sermâye fazlalığı oluştuğu için elinde fazlalık olanların olmayanlarla eşitçe paylaşması Kur’an tarafından evren, doğa, insan, vicdân, sağduyu ve akla sadakat; ayrıca toplumsal bir görev olarak nitelendiriliyor.
İlgili âyetteki mâ-meleket-eymânu-hum ifâdesi işçi-patron, efendi-köle, gâlip-esir, sâhip-hizmetçi ilişkisindeki ezilen ve emekçi olanları kasteder. Bu anlamı verişimizin doğruluğunu dört ayet sonraki mesajda görürüz. “Vicdân, akıl ve sağduyu size şöyle bir darb-ı mesel[35] anlatır: Bir tarafta köle sınıfından biri[36] öte yanda sahip olduğu nimet ve imkân güzelliklerini gizli ve açıktan infâk eden biri düşünün. Bunların durumu aynı mıdır? İşte bu nedenle tüm övgüyü birey değil vicdân ve sağduyu hak eder.”[37] âyetinde toplum efendi, birey ise toplumun verdikleriyle varlığını sürdüren bir köleye benzetilir. Köle nasıl ki her alanda efendisinin tercih ve emrine bağlıysa birey de toplumun önüne sunduğu imkânlar oranında varlık sahibidir. Çünkü verdiğimiz tüm infakları toplum eliyle kazandığımız gibi paylaştığımız tüm nimetleri toplum sayesinde elde ederiz. Bu nedenle topluma borcumuz vardır. Borcumuzun ödenme biçimi de bizimle para, mülkiyet ve özgürlük bakımından eşit olmayanlarla eşitlenmek için borcumuzu ihtiyaç sahiplerine ödemektir. Kur’an eşitlenme konusunda kölelik üzerinden örnek vermekle yine tarihsel bir dönem ve gerçeklikten bahsetmiştir.
Bu âyetlerin penceresinden bakıldığında kadını câriye,[38] odalık[39] ve halayık[40] biçiminde saraylılara ve zenginlere tapulamış olan fetvâcılar, zenginleri, saray yakınlarını ve sultanları memnun etmek için âyetlerin amaç ve tarihsel arka plânına takla attırarak köle fıkhı üretmişler; eşitsizliği din üzerinden perçinlemişlerdir. Böylece efendilerin mutluluğu garantiya alınmış, ezilenlerin kölelik, zavallılık, mağduriyet, mazlumiyet ve yoksullukları kader adı altında sürdürülmüştür. Kur’an kendi tarihsel ortamıyla kavranmadan yoksulların cehâleti ve egemenlerin zulmü durdurulamaz, kadının mâkus tâlihi dönüştürülemez.
- Köleciliğin Zihinsel Kodları
“Gökler ve yerin Tanrı’nın evrensel yasaları sayesinde ayakta durması Tanrı’nın varlığına delil ve işaretlerden biridir. Bir gün yattığınız yerden kalkmanız için size seslendiğinde siz hemen ayağa kalkacaksınız. Çünkü yer ve göklerde gördüğünüz hiçbir şey varlığın kendine ait değildir. Bu nedenle varlığı ayakta tutan her şey Tanrı’nın yasalarına göre işler.[41] Yaratmayı ilk başlatan Tanrı olduğu gibi yaratmayı sürdüren de odur.[42] Ne ilk yaratma ne de sürekli yaratma ona zor gelir.[43] Gökler ve yerdeki yaratılış ve varoluşa ait tüm sembol, masal, misal, temsil ve dolaylı anlatım türlerinin en güzel örneklerini o verir. Çünkü yöneten de odur, bilmediğiniz gerçekleri bilerek davranış ortaya koyan da odur.[44] Tanrı size kendi bildiğiniz bir darb-ı mesel üzerinden konuşur ve der ki: İşçileriniz, ırgatlarınız, köleleriniz ve hizmetçilerinizle nimetleri eşitçe paylaşmayı kabul eder misiniz ve denginiz olanlardan çekindiğiniz gibi onlardan çekinir misiniz? Aklını kullanmak isteyenler için işaret ve delilleri bu şekilde açıklıyoruz. Fakat gerçekleri dinlemek yerine bencilliğinin peşine takılanlar aydınlığı baskı ve dayatmayla bastırır. Vicdân, sağduyu ve aklın yola getiremediğini kim yola getirir? Bu yoldan çıkmışlar vicdân, sağduyu ve akla ihanetleri yüzünden kimseden yardım da göremezler.”[45] âyetleri tarihsel içerikli mesajlarla doludur. Çünkü kendini Tanrı’nın eşiti görerek emir yağdıran, yasalar uydurarak insanları köleleştiren, toplumda cinsiyet, mülkiyet ve kavmiyet üstünlükleri oluşturan Mekke efendilerine Tanrı ile eşit varlıklar olmadıkları onların toplumsal gerçeklikleri üzerinden anlatılıyor. Onlara “Siz kendiniz gibi yaratılmış olup emrinizde kullandığınız kimselerle eşitlenmekten kaçarken Tanrı’nın sizinle veya sizin Tanrı’yla eşit olmanız, Tanrı’ya eşdeğer yetki, güç ve karizma iddiasında bulunmanız mümkün müdür? Siz, bir yaratılmış olarak başka bir yaratılmışla eşitlenmekten kaçarken Tanrısal niteliklere sahip olduğunuz iddiasını hangi akıllı kabul eder?” denilmektedir. Bu âyetler köleleştirmeyi meşrulaştırmaz, toplumdaki kölelikten örnek vererek Tanrı’nın üstünlüğünü anlatır. Zaten köle örneğinin verilmesi öncesinde Arapların öteden beri bildikleri bir darb-ı mesel aktarılacağı baştan vurgulanıyor ve köleliğin onaylandığına dair bir imada dahi bulunulmuyor. Ancak bu âyetleri zorlayarak kadın ve erkek köleliğine kanıt üretenlerin çıkabileceğini ihtimal dışı saymam.
Devam edecek…
______________________________________________
[1] Erricâlu gavvâmûne ‘ale’n-nisâ(i)
[2] Bi-mâ fazzala’l-lâhu ba’zu-hum ‘alâ ba’z(in)
[3] Fe’s-sâlihât(u) gânitât(un)
[4] Va’d-ribû-hunne
[5] Bu tercümenin gerekçesi aşağıda açıklanacaktır.
[6] İnne’l-lâhe aliyyen kebîr(an)
[7] İn yuriydâ ıslâhen yüveffigi’l-lâhu beyne-humâ
[8] İnne’l-lâhe kâne alîmen habîr(an) (Tanrı bilmekte ve haberi olmaktadır.)
[9] Nisa, 34-35.
[10] Sağduyu: Doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama gücü, sağlam düşünme yeteneği, akl-ı selîm, ön yargıdan tamamen uzak biçimde sağlıklı düşünme.
[11] Müslim, Birr, 43.
[12] Bkz. Namık Kaya, Kızıl İslam, Tanrı’nın Nefsi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2016.
[13] Sülâsî
[14] İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an, Nisa Suresi, 32 Nolu Dipnot, İnşa Yayınları, İstanbul, 2014.
[15] Kâim kelimesinin mübâlağa sigasıdır (abartılı çekimi).
[16] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredât, N-Ş-Z Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[17] İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an, Nisa Suresi, 33 Nolu Dipnot, İnşa Yayınları, İstanbul, 2014.
[18] İsra, 70.
[19] Rağıp el-İsfehani, el-Müfredât, F-Z-L Maddesi, Çeviren ve Notlandıran: Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul, 2007.
[20] Öz-el: Öz ile ilgili, öze ait, birinin sadece kendisinde olan, başkasında olmayan
[21] Benî-Âdem: Âdem’in oğulları, toprağın oğulları.
[22] İsra, 70/Ve fazzal-nâ-hum ‘alâ kesîrin mimmen halag-nâ tafzîlen (Onları üstün yarattıklarımızdan daha üstün yönlerle var ettik.)
[23] Kâfirlik
[24] Fâsıklık
[25] Zâlimlik
[26] Derûn: Bir şeyin içi, içyüzü, gönül, kâlp.
[27] Mahkeme-yi Kübra: Büyük mahkeme, Tanrı’nın yargıçlık yaptığı mahkeme.
[28] Said Nursî, Sözler, Haşir Risâlesi, 10. Söz, Envar Neşriyat, İstanbul, 1989.
[29] Müslüman, Kur’an İslam’ının taraftarı
[30] Va’l-lâhu fazzale ba’za-kum ‘alâ ba’zin fi’r-rızgi
[31] Rızık
[32] Sevâun (tesviye, düzleştirme, eşitleme, tepeleri düz etme)
[33] Mâ meleket eymânu-hum fe-hum fî-hi sevâ(un)
[34] Nahl, 71.
[35] Darb-ı Mesel: Ataların anlattığı eski hikâyeler, bir olay ve durumu benzetmelerle anlatma, misal vererek anlatma.
[36] Abden memlûk(en)
[37] Nahl, 75.
[38] Câriye: Elden ele dolaşan kadın köle. Kiralanan veya alınıp satılan kadın köle. Elden ele akan köle kadın.
[39] Odalık: Efendisinin cinsel arzularına hizmet eden köle kadın.
[40] Halayık: Hizmetçilik yapan köle kadın.
[41] Kullun le-hû gânitûn
[42] Yebdeu’l-halga sümme yu’îdu-hû
[43] Ve huve ehvenu ‘aleyhi
[44] Ve huve’l-azizîzu’l-hakîm(un)
[45] Rum, 25-29.