Mevcut muhafazakâr ve neo-liberalist iktidarın Türkiye’deki reform sürecini ayakta tutabilmek için Washington-Brüksel himayesinin işlevselliğine atfettiği aktüel önemi ülkenin bağımsızlığıyla ilgili ilkesel bir mesele olarak başlıklandıranlar, asıl, eleştirel tarih çalışmalarının önüne aşılmaz engel koyan 1951 tarihli “Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun”a dikkat kesilmelidirler. Muhafazakâr Menderes’in Demokrat Parti’sinin iktidar yıllarında çıkartılan bu kanun, Demokratlara belki siyasi rakipleri İnönü’nün cumhuriyet üzerindeki vesayetinden hiç olmazsa simgesel yansımaları bakımından (mesela devlet dairelerinden İnönü resimlerinin kaldırılıp yerine Atatürk resimlerinin asılması) kurtulmayı sağladıysa da, bilimsel ve entelektüel faaliyetin özgürlüğüne vurduğu darbe açısından stratejik bir hata sayılmayı fazlasıyla hak ediyor.
Bu kanunun maksadı Atatürk’e yönelik hakaretlerin önlenmesi gibi gözükse de ceza kanununda bu konuda hiçbir boşluk yoktur ve zaten cumhuriyetin kurucu liderine hakaretleri önlemek için özel kanuna gerek duyulmaksızın her türlü işlem yapılabilir. O halde asıl bakılması gereken yer, bu kanunun yayınlandıktan itibaren hangi mevzularda etkin işlev gördüğüdür. Muhafazakâr Menderes’in icadı olan “Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkında kanun”un Türkiye’nin demokratikleşmesinde esasa dair bir mesele olarak hak ve özgürlüklere dayalı siyasi rejimin kurulabilmesi için tarihsel süreci değerlendirecek hiçbir eleştirel araştırmaya izin vermediğini dikkatlice kayıt altına almalıyız.
Böylesine kısıtlanmış bilimsel ve entelektüel faaliyetin, hayli dar özgürlük patikasında nasıl ilerleyebileceğini ve içine hapsedildiği binanın ses geçirmez kalın duvarlarının arkasına sesini nasıl duyuracağını tartışmaya açmadan bağımsızlığı serbestçe tartışmak mümkün olabilir mi? Bu şartlarda Lozan anlaşmasının yenilmiş bir ülkenin taahhütlerini gösterdiğini veya ülkenin kendi egemenlik alanındaki Boğazlar’ını kullanmaya getirilen uluslararası sınırlamaların üstelik bir de bayram olarak kutlanmasının tuhaf bir şey olduğunu dile getirme imkanı var mı? Türkiye’nin bağımsızlık marşında ezanlar ve diğer simgeler, yani kültürel kimliğin temel öğeleri (şiarlar) bağımsızlığın simgesi olarak ülkenin her yanında her daim tekrarlanırken o simgelere getirilmiş yasakları ve kısıtlamaları ne özgürce tartışamıyor, ne de onları hemen şimdi kaldıramıyorsak gerçekten bağımsız olup olmadığımızı sormanın zamanı gelmiş değil midir?
Belki kimi uzmanlar haklıdır ve Türkiye’nin gerçekten bağımsız olup olmadığını anlayabileceğimiz önemli simgelerden biri de, İstanbul’un fethedilmiş bir şehir olduğunu temsil etmek üzere Osmanlı sultanı Fatih Mehmet tarafından camiye çevrilmiş tek kilise olan Ayasofya’nın ibadete açılmasıdır. Eleştirel tarih görüşünün dikkatinden kaçmadığı gibi, Türkiye, fethin amacına uygun olarak Ayasofya’yı namaz kılmaya kapalı tuttuğu sürece Lozan’da getirilen uluslararası kısıtlara bağ(ım)lılığına sadık kalmaya devam ettiğini kanıtlamış oluyor ve Ayasofya’nın kapalı tutulmasıyla başörtüsünün yasaklanması ve Cuma namazının dinin öngördüğü biçimde kılınmaması, bağımsızlığın simgeler zincirinin sağlam bir pranga olarak yerli yerinde durduğunu gösteriyor. Oysa “yeniden fetih”in (reconquista) diyarı İspanya’da Kurtuba camii, Endülüs’ün bağımsızlık simgesi olarak namaz kılmaya kapatılmışken, İspanyol bağımsızlığının simgesi olarak Cordoba Katedrali adıyla Hıristiyan ibadetine açık tutulmaktadır.
Türkiye’de İslam’ın şiarlarına getirilen kısıtlama ve yasaklamalar, aklı başında laiklerin hep bildiği gibi ülkenin fiziksel varlığını korumak için kültürel kimliğinden vazgeçme taktiğinin sonuçları arasındadır ve ülkenin fiziksel varlığının “kutsal ittifak”lara karşı korunabilmesi uğruna Müslüman gözükmemesi ile ilgilidir. Ciddiye alınır tarih yorumlarına göre Atatürk döneminin keskin, radikal, ani ve hızlı reformlarının sebebi de budur ve milyonlarca kilometrekareden bir anda yedi yüz bin kilometrekareye gerilemiş bir ülkenin daha da ufalanmaması için tarihsel referansa (İnebahtı) başvurularak kolu vermek yerine sakalı traş etmek tercih edilmiştir.
İslam’ın şiarlarının ülkede yasaklanması veya kısıtlanmasının bağımsızlıkla alakasını kuramayan mefluç zihinler, kimi laiklerin bayraklaştırdığı gibi, laik yaşam biçiminin tehdit altında olduğu, bu nedenle de dinin simgelerine baskı ve yasak uygulanması gerektiği söylemiyle uluslararası ödevin yükümlülüğünü üstlenmiş ajanlığa istihdam edildiklerini fark etmeyebilirler. Bu zihinsel felcin, cumhuriyetin miladına ait taktiği (fiziksel varlığı korumak için kültürel kimliğe mola vermek) stratejik karar sanıp yahut imparatorluğun tasfiyesi sırasındaki koşulların hâlâ devam ettiğini varsayıp Müslüman Türkiye’nin Müslüman görünmemesini önce ideolojileştirmesi (Kemalizm), ama sonra bu ideolojinin gereklerinden doğmuş imtiyazlılığın iktisadi, toplumsal ve siyasal faydalarından vazgeçemez hale gelmesi bizi bağımsızlık tartışması yapamaz kılan tutsaklığın çerçevesini oluşturuyor.
O nedenle halihazırda İslam’ın şiarlarına uygulanan yasak ve kısıtlamayı liberal demokrasi içinde halledilebilecek demokratik hak sorununa indirgemeye eğilimli bütün yaklaşımlar, ya bilinçli olarak ya da cehaletle bu meselenin işgal ettiği mühim yerin anlaşılmasını perdelemeye katkı sunmuş oluyorlar. Zaten iktidarın etrafında kümelenmiş liberal demokratlığın algı dünyasında da mesela başörtüsü yasağı, dinî hayata ve dinin şiarına getirilmiş bir kısıtlama değildir ve bu yüzden de dinî hayatın serbest bırakılması başlığı altında değil, seküler ve demokratik hak talebiyle özgürleşme platformunun gündemine getirilmelidir. Liberal demokratlığın başörtüsü yasağına yönelik bu yeniden biçimlendirme uğraşısının kimi dindar akıllara gayet makul ve uğruna savaşılır bir mesele olarak gözükmesi, sorunun özü ve tarifindeki elverişlilikle değil, bu dindar türünün usulsüzlüğü, dirençsizliği ve Furkan yoksunluğuyla ilişkilendirilmelidir.
Birinci büyük savaşın koşullarının hâlâ devam ettiği bilgisini bilinçaltına özenle yerleştirmeye ayarlı Harbiye müfredatının yıkıcı gücünü gözlemlememize fırsat tanıyan cümlesinde eski Genelkurmay başkanı (Özkök), Batılı emel sahiplerine 28 Şubat’ın bin yıl süreceğini müjdeleyerek Türkiye’nin İslam ülkesi olmadığı güvencesi vermişti. Memleketin bağımsızlığını taşıyan şiarların yasak ve baskı altında zaptedileceğini vadeden paradigmada ısrar gösterilmesi ülkenin kurucu ilkesine de, istikbal tasavvuruna da artık aykırılık oluşturuyorsa hangi nedenle, kimler eliyle ve ne cüretle başörtüsü yasağı sürebiliyor, sürmesi talep edilebiliyor? Dinî hayatın bu yüksek anlamlı şiarına getirilen yasak bir yana, ülkenin bağımsızlığına vurulmuş dizginleri yerinde tutmaya azimli Batılı emelin ikazlarına hangi cesaretle kulak verilebiliyor da başörtüsü yasağının kaldırılmasında kısıtlamalardan söz edilebiliyor?
Sorunun kendisi apaçık bir dini hayat kısıtlaması ve dinin özgür bırakılması meselesiyken ve başörtüsü yasağıyla ilgili tartışmaların çokluğu sayesinde biriken olumsuz değerlendirmelerin de çöp olmaktan başka hiçbir değeri yokken kimi çevreler, İsrail’in varoluş tartışmasında yaptığı zaman satın alma yöntemini uyarlayarak bu yığınağı başlangıç seviyesi kabul etmek gerektiğini masaya koyuyorlar. Bunun cevabını belki onlara değil ama Lozan masasına koyduklarını geri alma zamanı geldiğini hatırlatmamız gereken Batılılara verebiliriz ve ülkenin bağımsızlığının iki şiarı olan başörtüsü konusunda da, Cuma namazı konusunda da, fiziksel varlığımızı korumak için kültürel kimliğimize verdiğimiz molanın sona erdiğini ilan edebiliriz. Müslümanlar güçlü bir sivil toplum iradesiyle mevcut iktidarın bu yönde karar alması için her yöntemi kullanmaktan çekinmemelidir.
Başörtüsü yasağının dinî hayat üzerinde katı bir baskı olduğunu hiç akıldan çıkarmayarak, eğer İspanya’da olduğu gibi Türkiye’de de bir “yeniden fetih” (reconquista) gerçekleşmediyse ve burası hâlâ Müslüman çoğunluğun diyarı ise Müslümanlığın şiarlarının özgürleşmesine kim mani olabilir?
Bağımsız Türkiye’de eğer Müslümanlık özgürce yaşanıyorsa başörtüsü hiçbir engel, kısıt ve yasakla karşılaşmadan toplumsal hayatın her alanında özgürce varolabilmelidir. Özgürlüğün dilimlere ayrılarak tanınmasını öneren ve başörtüsünün filan alanlarda serbest, falan yerlerde yasak olması pazarlığına çağıran liberal veya Kemalist aydınlamacılığın formüllerine hiçbir şekilde saygı duyulamaz, olumlu bakılamaz ve onay verilemez.
Türkiye, bağımsızlığına namahrem eli değdirmeyeceğini hem başörtüsüne uyguladığı utanç verici yasağı kaldırarak, hem de Cuma namazını her camide kıldıran çarpıklığa son vererek göstermelidir. Diyanet İşleri Başkanı başta olmak üzere tüm ulemanın, Müslüman entelektüellerin, hocaların, cemaat liderlerinin ve kanaat önderlerinin çok iyi bildikleri gibi, Cuma namazı, dinî hayatın özgürlüğünün ve ülkenin bağımsızlığının simgesidir ve öğle namazı iptal edilerek kılınan Cuma gününe özgü çok özel bir namazdır. Bugün kılınan Cuma namazı ne Kur’an’ın tarifine, ne Peygamberimizin uygulamasına, ne de Müslümanların tarihsel geleneğine uygundur. Buna rağmen bu çarpıklığın devam ettirilmesinin tutarlı tek açıklaması, Türkiye’nin dinî hayatı baskı altında tutma prangasından kurtulmayı hiç denememiş olmasıdır. Bu durumun farkında olmayan milyonlarca Müslüman’ın her hafta aynı çarpıklığı tekrarlamak zorunda kalmasının vebali mevcut hükümetin omuzlarındadır. Memleketin özgür, bağımsız, mutlu, huzurlu ve müreffeh bir diyar olmasını özleyenlerin dünya gözüyle görebilecekleri en büyük sevinç, İslam’ın şiarlarını yasaklatan harici dayatmalara karşı ayağa kalkmış güçlü iradenin ön safta yer aldığı ve şehirlerin merkezinde kılınacak milyonluk Cuma namazları olabilir.