Yerleşmiş yaygın kanaate göre, İslam tarihi tecrübelerinin de ortaya koyduğu üzere İslam dininden veya Müslüman toplumlardan bir demokrasi çıkmaz, çıkamaz.
Genellikle krallıklar, tek adam rejimleri, padişahlıklar, sultanlıklarla dolu bir dünyada demokrasi çıkmamasının sebebi acaba nedir?
Buna değişik gerekçeler ileri sürülüyor. Benim üzerinde duracağım konu şu olacak: İslam dünyası toplumlarının, kendi içinden tarihsel tecrübelerine dayanarak bir demokrasi çıkaramayışlarının sebebi acaba Kur’an mıdır? İslam’ın temel esaslarını içeren, Müslüman toplumları etkileyen Kur’an’daki ayetler bir demokrasinin çıkmasına engel mi oluyor acaba?
Mesela Müslüman toplumların yönetim biçimi ‘’hilafettir’’ deniliyor. Hilafet kavram olarak Kur’an’da geçmektedir ve Allah’ın insanı halife olarak yarattığı söylenmektedir. Hz. Davud’a halife denmektedir. Peygamber vefat ettikten sonra onun yerine geçen Ebubekir, Ömer, Osman, Ali, sonra gelen Emevi sultanları, Abbasi sultanları, Osmanlı sultanları hepsi halife olarak anıldılar. Osmanlı İmparatorluğu’nda Yavuz Selim’den sonraki sultanların hepsi halife olarak biliniyorlardı ve padişah deniliyordu. İslam dünyası toplumları sultanlıktan, padişahlıktan başka bir şey görmedi. Sultanlığı ve padişahlığı Kur’an’da geçen halife kavramıyla özdeşleştirip, halife diyerek bir yönetim şekli ortaya çıkardılar. Genellikle bu yönetim şekli dünyanın başka ülkelerinde gördüğümüz krallık, imparatorluk, şahlık gibi tek adama dayalı yönetimlerden başka bir şey değildi. Şu halde İslam dünyasında hilafetten, saltanattan, padişahlıktan başka bir şey yok.
Bu toplumlarda nasıl olacak da çoğulcu demokrasi çıkacak. Tek adamlar çoğulculuğa nasıl müsaade edecek? Olsa olsa tek adama karşı, tek adamlar çıkar. Yani birisi padişah, sultan olur, onun karşısına da başka padişahlar, başka sultanlar çıkar. İşte Anadolu beyliklerinde 12.-13. yüzyılda görüldüğü gibi her bir şehrin bir bey’i, bir sultan’ı, bir ağa’sı olur ve onlar birbirine girer. Bunları bir arada yaşatacak bir formül neden çıkmadı. Biri sivrildi diğerlerini kanla bastırdı, kahır ve galebe ile kendini mülkün padişahı ilan etti ve ‘’tek adam benim, itirazı olan varsa çıksın karşıma’’ dedi. Çıkanları da kılıçtan geçirdi. Kendilerine rakip olmasın diye, kendi çocuklarını bile boğdurdular.
Şimdi bütün bunlara bakarak “İslam dediğiniz işte budur” mu diyeceğiz? “Bunlara Kur’an sebebiyet veriyor, zaten bunlar hep Kur’an’ın dediğinin yapılmasıdır. Kur’an böyle söylediği için İslam Tarihi böyle tecelli etmiştir” mi diyeceğiz?
Burada bir ayrım noktasına geliyoruz ve biz burada farklı bir yol izliyoruz. Ve ben diyorum ki; İslam dünyasında bu tür tek adamlar, padişahlıklar, sultanlıklar, kanlar, katliamlar, kıyımlar çıkmasının sebebi Kur’an değildir. Tam tersi Kur’an’a ihanet edilmesi, Kur’an’ın ayaklar altına alınması ve çiğnenmesidir. Üstelik bunların Müslümanız diye diye yapılmasıdır.
Diyeceksiniz ki nasıl olur? Bunca İslam tarihinde herkes mi Kur’an’ı karşısına aldı? Herkes mi Kur’an’ı ayakları altında çiğnedi? Hiç kimse Kur’an’ı anlamadı da, bir tek sen mi anlıyorsun? Böyle diyenler oluyor.
İnsanlar Kur’an’ın birçok emrini yerine getirebilir. Mesela Kur’an’da dört eşlilik olduğunu iddia ederek, takır takır bu emri yerine getirmeyi biliyorlar. Üstelik öyle bir şey de yok ama bunun olduğunu varsayarak bunu yerine getiriyorlar.
Ulu’l-emre itaat edin diye tüm İslam dünyasında camilerde ayetler okunabiliyor. Bağy edeni yani Sultana kılıç çekeni öldürün, ikinci bir baş çıkarsa da onu katledin diye hadisler uyduruluyor ve bunlar İslam dünyasında uygulanıyor. Yani Kur’an’a uymak Müslümanlar tarafından şu şekilde gerçekleşiyor: İstedikleri tarafına uyuyorlar, işlerine gelmeyen tarafı ayaklarının altına alıp çiğnemekten hiç imtina etmiyorlar.
Kur’an, İslam Tarihi boyunca tümüyle uygulanmamıştır. Benim tarih analizime göre, Hicri 61 yılında yani Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicret edişinin 61. yılında gerçekleşen Kerbela olayı ile beraber İslam’ın ve Kur’an’ın idealleri, amaçları, yeryüzünde güttüğü maksatlar doğduğu topraklara gömülmüştür. O gün bugündür de oradadır. Onun gömüldüğü topraklardan çıkarılması ve çağımızda yeniden yorumlanması gerekmektedir. Müslümanlar o günkü dünyada işler nasıl gidiyorsa, o şekilde işlerini yürüttüler. Baktılar ki etrafta krallıklar, padişahlıklar var, o zaman bizde de bu iş böyle olur dediler, öyle yürüdüler.
Eğer Kur’an’ın emirlerine tam olarak uysalardı neler mi olacaktı?
Öncelikle kölelik kalkacaktı, cariyelik sona erecekti. Çünkü Beled Suresi 13. ayette, daha Peygamberliğin 1. yılında ‘’fekku ragabe’’ ayeti geldi. Yani kölelere özgürlük diyen ayet… 7. yüzyılda İslamiyet dünyaya sesini ‘’köleleri özgür bırakacağız’’ diye duyurdu. O günkü Bizans ve Sasani toplumları İslam’ın çıkışını ‘’Çölde bir peygamber çıkmış köleleri serbest bırakacağını söylüyormuş’’ diye duydular. Dünyada böyle yankılandı. Bunun en az elli yıl içinde olması gerekiyordu ama olmadı.
Sonra en az elli yıl içerisinde zengin ve yoksul arasındaki uçurumun neredeyse sıfırlanması gerekiyordu. O da olmadı. Çünkü Kur’an’da bununla ilgili bir çok ayet var. Zenginden alın yoksula verin diyor. Bunun basit anlamı zengin ve yoksul arasındaki uçurumu kapatın demektir. Bunu o dönemde bu şekilde söyledi. Bunun bir sistem haline getirilip gerçekleştirilmesi gerekirdi. Kur’an’ın kesinlikle iktisadî hedefi buydu.
Sonra ağalığın kalkması gerekiyordu. Yani bir kişinin binlerce dönüm araziye sahip olması ve o arazide de yüzlerce kölenin, marabanın çalışması, adamın o arazi üzerinden geçinmesi, zenginliğine zenginlik katması, bunu da bitirmişti. Kur’an’da 2. sure olan Beled suresinde anlatılan ilk kıssa ‘’Bahçe Sahipleri’’ kıssasıdır. Bahçe sahipleri Türkçede tam anlaşılmıyor. Yaşayan Türkçedeki tam karşılığı “Toprak Ağaları” kıssasıdır. Yani Kur’an-ı Kerim Araplara ilk olarak toprak ağaları kısasını anlatmıştır. Ve yoksullarla paylaşmadığı için iki toprak ağasının arazisinin nasıl helak olup elinden alındığını anlatmaktadır. Burada denmek istenen yine basit Arap mantığı üzerinden söyleyecek olursak; Ağalık kalksın bunu istemiyorum anlamına geliyordu. Tarlalar orada çalışanlarca bölüşülmeliydi, tek bir kişiye ait olmamalıydı. Bunu da dinlemediler.
Sonra kadınla erkek arasında eşitlik sağlanması gerekiyordu. Kur’an’ın tüm yönlendirmesi bu yöndeydi. Kur’an, ataerkil ve erkek egemen bir topluma seslendi. Kadının durumunun hiç de iyi olmadığı, kadının onurunun yerlerde süründüğü bir topluma seslendi. Ama kesinlikle kadınla erkeği eşit hale getirmek içindi bu sesleniş.
Sonra işlerin yürütülmesi babadan oğula geçme kan, kabile, aşiret soyuyla değil; rıza, istişare, ortak akıl neyse onun gereğince birisinin seçilerek, seçimle yapılması gerekiyordu. Eskiden Araplar arasında kabilenin en yaşlısı aşirete vaziyet ederdi. O ölünce en yaşlı kimse veya onun oğlu vaziyet ederdi, miras ta böyleydi. Kabilesiz birisinin veya liyakatli fakat yalnız kalmış birisinin rıza ve seçim yoluyla işlerin başına getirilmesi o ana kadar görülmüş bir şey değildi. İşte peygamber bunu getirdi. Hangi kabileden olursan ol, ister yerli ol ister yabancı, ister siyah ol ister Arap, ister köle ol ister efendi, ister kadın ister erkek, ehliyet ve liyakat sahibi isen o iş sana verilir kuralını getirdi.O günkü Arap patriarşi ve feodalitesi içinde bunu kabul etmek mümkün değildi. Nitekim kabul etmediler. Geleneklerine, bildiklerine, gördüklerine, atalarından beridir gelene geri döndüler. Peygamberin vefatından sonra Kur’an’ın bu amaçları da yerine gelmedi.
Kur’an ‘’Tanrının oğlu yoktur’’ dedi. Bu demokrasiye açılan bir kapıydı. Çünkü o günkü toplumlarda, dünyada krallar, imparatorlar vardı. Hepsi de gökten aldığı karizma ile Tanrının oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Şimdi siz ‘’Yeryüzünde Tanrının oğlu yoktur’’ dediğiniz zaman, kralların gökle bağlantısını kesmiş oluyorsunuz. O zaman krallık dediğiniz, yönetim dediğiniz şey yerle alakalı bir durum oluyor. İnsanlar kimi istiyorlarsa, kime rıza gösteriyorlarsa ona işlerini vermelidirler dedi ve yönetimin gökle bağlantısını kesti.
Yerde de iki adım daha attı. Birincisi, seçilecek kişi toplumu gütmemelidir, bilakis münazara etmelidir. Gütmek, insanları koyun yerine koyup kendini de çoban zannetmektir. Bu, Bakara Suresi 105. ayette reddedildi. Bunun yerine münazara yani karşılıklı konuşma, ortak akıl ortaya çıkarma ve işleri bu şekilde yürütme olan ‘’Şûrâ’yı’’ getirdi. ‘’Ve emruhum şûrâ beynehum’’ onların işleri aralarında şûrâ iledir. Yani kamu işleri ortak akılla olacaktır kuralını getirdi.
Sonra Gaşiye suresi 22. ayette Peygamberin şahsında, bu tür yönetim işlerine getirilecek kişilere dedi ki ‘’Siz insanlar üzerinde zorba değilsiniz’’. Hiçbir yönetici zorbalık yapamaz. ”Siz insanlar üzerinde bekçi değilsiniz.” Yönetici olan kişi bekçi de olamaz. Yani üzerinizde bekçi, zorba olmayacak, bir şey size zorla yaptırılmayacak ve hareketleriniz birisi tarafından şunu yapamazsın, bunu edemezsin diye kontrol altında olmayacak. Üçüncü olarak En’am suresi 107. ayet ‘’Sen insanlar üzerinde vekil değilsin.’’ dedi. Kur’an’a göre yöneticinin zorbalık yapması, bekçilik yapması ve vekillik taslaması yasaktır. Bunlar Kur’an’da ayetlerle sabittir.
Şimdi bir yöneticinin ortak akılla hareket ettiğini, bir iş olacağı zaman insanlara sorduğunu, kafasına ne esiyorsa onu yapmadığını, halkı sürü yerine koymadığını, kendisini de çoban olarak farz etmediğini, kendisini zorba, bekçi ve vekil yapmadığını düşünün. Özgürlük tam da budur. Sizin üzerinize, sizin adınıza konuşan bir vekil yoksa, hareketlerinizi kontrol eden bir muhafız, bekçi yoksa ve size istediklerini zorla dayatan birisi yoksa siz özgürsünüz demektir. Özgürlüğü sağlamanın bundan başka bir yolu yoktur.
Eğer bunlar gerçekleşseydi, eğer eski Arap geleneklerine, Bizans ve Sasani devlet kültürüne, padişahlık, saltanat, krallık kültürüne dönülmeseydi, Kur’an’ın devrim ve reformları sürdürülseydi, Kerbela’da doğduğu topraklara gömülmeseydi, karşı devrime uğratılıp amaçları çarpıtılıp saptırılmasaydı bütün bunlar gerçekleşecekti.
Benzer devrimlerin başına gelen İslamiyet’in de başına gelmiştir. Genellikle bir devrim büyük bir coşku ve heyecanla doğar, üç-beş yıl sürer, sonra karşı devrime uğrar, çarpıtılır, bozulur ve öyle devam eder. İslam’da da olan budur. Ama özü sağlamdır, Kitaptaki mesajları sağlamdır. Onu doğduğu topraklardan çıkarıp günümüze getirmek gerekir.
Bu çerçevede diyebiliyoruz ki İslâm’ın ana kitabı olan Kur’an-ı Kerim’den bir demokrasi felsefesi çıkarmak mümkündür. 2003 yılında yayınlanan ‘’Adalet Devleti’’ adlı 600 sayfalık kitap çalışmamda bunu ayrıntılarıyla anlattım. Ayrıca ‘’Demokratik Özgürlükçü İslam’’ kitabımda bunun neden olabileceğini, neden mümkün olduğunu, felsefi ve teorik olarak altyapının neden hazır olduğunu uzun uzadıya anlattım. Bunların anlaşılması, yoğurulması, tartışılması, eksikliklerinin giderilmesi, eleştirilerle kendini yeniden inşa etmesi gerekmektedir.