İslamcılığın üç krizi
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, benim için Batı’dan ayrı bir Doğu, Doğu’dan ayrı bir Batı yok. Dünyaya bu tür ayrımlar üzerinden bakmıyorum. Temelde kendimi insanlık ailesinin bir mensubu olarak tanımlıyorum. Bunun dışında şucu-bucu vb. hiçbir şekilde kategorize edilmeyi kabul etmiyorum. İnancım, dünya görüşüm, hayat felsefem beni bağlar. Hiç kimse düşüncelerimi kabul etmek zorunda değildir. Bununla birlikte söyleyeceklerim yer yer ağır, incitici ve can yakıcıdır. Bu nedenle bu makale birtakım İslamcı çevrelerin dişlerini gıcırdatmalarına ve muhtemelen bizi itham etmelerine yol açacaktır.
***
Giriş
Türkiye İslamcılığı (ikinci ve üçüncü İslamcı nesil) düşünce karakteri ve ortaya koyduğu söylemler itibariyle hiçbir zaman günümüz dünyasına hitap etmedi ve “üçüncü ve orijinal yol” olma iddiasına karşın bugüne dek hayatın hemen hiçbir alanında alternatif bir model oluşturamadı. Zira İslamcılar sürekli olarak başka bir dünyada yaşadılar; zihinleri 7. yüzyıl Arap yarımadasında bedenleri ise 20. ve 21. yüzyıl Türkiye’sindeydi. Bir başka ifadeyle İslamcılar, kendilerini anlaşılması mümkün olmayan bir şekilde tarihin “arka odası”na hapsettiler. Klasik zihin, hayatı bütünüyle kuşatacak bir bakış açısına sahip olmadığı için hemen her meseleye sloganik bir yaklaşımla “çözüm” üretmeye çalıştı. Aslında bu gayet anlaşılabilir bir durumdu; zira insan zihni, düşüncesini ve/veya eylemini desteklemek için doğal olarak bir formüle ihtiyaç duyar. Buna “slogan” adı verilir; kendi içinde “içi boş” ve “içi dolu” olarak ikiye ayrılır. Herhangi bir sloganın anlam ifade edebilmesi, içinin doldurulmasına bağlıdır. Daha basit ifade etmek gerekirse, düşünceler ve söylemler izaha muhtaçtır. Bunun yapılamaması düşünce kısırlığına işaret eder. Hemen hiçbir konuda kendine özgü düşüncesi olmayan Türkiye İslamcılığı asli kaynakları güncelleştiremediği ve günümüz dünyasındaki mevcut çelişkiyi açıklayabilecek durumda olmadığı için kavramları fetiş haline getirdi ve birtakım ayetleri kendisine slogan olarak seçti. Ancak ne var ki, bayraklaştırdığı kavramların ve slogan haline getirdiği ayetlerin içini doldurabilecek kapasiteden yoksun bulunuyordu.
Bunun yanı sıra klasik İslamcılık, temelde adaletin, eşitliğin ve özgürlüğün tesisini değil, güç teşkil edip “diğerleri”nin hakkından gelmeyi amaçladı. Hiç şüphesiz bu, üç yüz yıldır Batı karşısında yaşanan hezimetin neticesinde ortaya çıkan bir durumdu. Buna ilaveten düşünce dünyalarını Yeşil Kuşak Projesi’nin şekillendirdiği ikinci ve üçüncü nesil İslamcılar anti-komünist refleksler geliştirdiler. Dolayısıyla bugün Türkiye İslamcılığı açısından karşımıza üç problemli yaklaşım çıkıyor: Kavram fetişizmi, Batı düşmanlığı ve Sol karşıtlığı (sağcılaşma). Ben buna “İslamcılığın üç krizi” diyorum. Yıkıcı sonuçlara yol açan bu üç problemli yaklaşımı birbiriyle bağlantılı olarak ele almakta yarar var.
I. Kavram fetişizmi
Öncelikle şunu söylemek icap eder ki, kavram, aynı cinsten bütün nesneleri temsil eder. Soyut ve genel bir fikirdir. Nesnelerin bazı özelliklerini dikkate almak ve algılandıkları halde diğer bazı özelliklerini bir yana bırakmak yoluyla elde edilmesi bakımından soyut, bu yolla ele alınan özellikleri, bu özelliklere sahip olan bütün nesnelere yayması bakımından da geneldir. İnsan mantıki tanımlama ve kavramsal düşünme yetisine sahip bir varlıktır; insan zihni herhangi bir maddeyi, eylemi veya niteliği soyutlar ve ona genel bir isim verir. Bu isimlendirme her dil, coğrafya, kültür ve çağda farklı şekillerde gerçekleşir. Bu bakımdan kavramların lafızları değil, ifade ettikleri anlam önemlidir. Örneğin Kur’an, mustaz’aflardan ve müstekbirlerden söz eder ki, her ikisi de genel isimlendirmelerdir. Burada iki sınıf insanın varlığı söz konusudur: Biri zaafa uğratılmış, yaşam araç gereçlerinden mahrum bırakılmış, sömürülmüş, zayıf düşürülmüştür. Öteki zayıf hale düşürdüğü insanlar karşısında eline geçirdiği imkânlara -bilgi, servet, iktidar- dayanarak üstünlük taslamakta, büyüklenmekte, zulmünü devam ettirmektedir.
Bu durum ortaçağ Avrupa’sında serf-senyör, 19. hatta 20. yüzyıl Kuzey Amerika’sında zenci-beyaz, 19. yüzyıl Avrupa’sında proleterya-burjuvazi çatışması olarak karşımıza çıkar. Neticede vakıanın içeriği, nedenselliği ve nasıllığı değişmez, olay sınıf çelişkisinden ibarettir. Bir tarafta servet ve iktidar sahipleri diğer tarafta ise açlar, yoksullar ve köleler vardır, biri ezer diğeri ezilir. Şu halde kalkıp “mustaz’af” kavramının lafzını kutsamanın hiçbir anlamı yoktur, zira vakıanın kendisi apaçık ortadadır. Dolayısıyla bugün yapılması gereken şey, yaşadığımız topluma ve dünyaya bakarak çelişkiyi tespit etmektir. Kim hâkim kim mahkûm, kim eziyor kim eziliyor, kim zulmediyor kim zulme uğruyor, kim sömürüyor kim sömürülüyor… Ezen-ezilen, sermaye-emek, proleterya-burjuvazi, patron-işçi, zengin-yoksul, iktidar-halk, erkek-kadın, İsrail-Filistin, ne derseniz deyin.
Ancak bu noktada şöyle bir itirazla karşılaşıyoruz: Müslümanlar dünyaya kendi kavramlarıyla değil, Batı’nın kavramlarıyla, dolayısıyla Batı perspektifiyle baktıkları için semantik intiharla karşı karşıyalar.
Burada iki önemli nokta göz ardı ediliyor:
Birincisi, bir başkasının ürettiği kavramları kullanmak, dünyaya onun perspektifinden bakmayı gerektirmez. Zira kavram perspektifi inşa etmez, perspektif kavramı inşa eder. Dolayısıyla hangi kavramları kullanırsanız kullanın, önemli olan, tabiata, hayata, tarihe ve topluma hangi eksen doğrultusunda baktığınızdır. Eğer peygamber gibi, Ebu Bekir gibi, Ömer gibi, Ali gibi bakıyorsanız ne âlâ, ama Muaviye gibi bakıyorsanız hangi kavramları kullandığınızın hiçbir önemi yoktur. Nitekim Muaviye, tüm “İslami” kavramları -ki, şahsen İslami olan-olmayan ayrımını kabul etmiyorum- kullanıyordu. Ancak yine de meselelere bakış açısı çarpıktı. Toparlayacak olursak, eğer yeterli donanıma sahipseniz, tarihi, kültürel ve toplumsal tecrübelerinize dayanarak söz konusu kavramların içini kendiniz doldurursunuz (semantik müdahale).
İkincisi, “Hikmet Mü’minin yitiğidir, nerede bulursa onu alır”, dolayısıyla hakikatin menşei sorulmaz. Tüm doğrular insanlığın ortak malıdır, bu bakımdan komplekse kapılmak anlamsızdır. Herhangi bir kavramın, düşüncenin veya eylemin kime ait olduğu son tahlilde hiçbir anlam ifade etmez. Doğruları barındırıyorsa, akla, vicdana, fıtrata ve sağduyuya uygunsa, hepsinden de önemlisi çelişkiyi izah ediyor, ihtiyacı karşılıyorsa tereddütsüz alınır ve kullanılır.
Bu açıdan bakıldığında, İslamcıların, bugün bizim beğenmediğimiz Abbasilerin dahi gerisinde kaldıkları görülür. Zira Abbasiler, diğer kültür ve medeniyetlerle felsefi ve kavramsal boyutta ilişki kurdular, Yunan felsefesini Arapçaya tercüme ettiler, ihtiyaçları nispetinde ondan yararlandılar ve semantik müdahalelerde bulundular.
Hal böyle iken zat-ı muhterem çıkıp “İslam, Mekke’de kavram üstünlüğünü kurdu” gibi hiçbir anlamı olmayan, içi boş, garip sözler sarf ediyor. Böylece İslam’ı yücelttiğini, Allah’ın dinine hizmet ettiğini zannediyor. Kavram üstünlüğünden bahsetmek, “Benim kavramım senin kavramını döver” demek gibi bir şeydir. Oysa böyle bir şey hiçbir zaman söz konusu olmamıştır. Aksine Kur’an kavramlarının tümü vahyin nüzulünden önce Arapların konuşmalarında kullanılan anlamlara dayanır. Dolayısıyla aynı kavramlar Kur’an’ın nüzulünden önce de Arap yarımadasında kullanılıyordu. Kur’an, bu kavramların içini doldurdu, yani semantik açıdan duruma müdahale etti. Eğer aksi söz konusu olsaydı, bu durum mesajın doğru anlaşılmasına engel teşkil ederdi ve böyle bir durumda imandan ve küfürden söz etmek mümkün olmazdı.
Nitekim Kur’an, “ellezîne âmenû/iman edenler” ve “ellezîne keferû/inkâr edenler (kâfirler)” -her ikisinde de geçmiş zaman kipi kullanılmıştır- ifadesiyle bilinçli bir imandan ve bilinçli bir inkârdan söz eder. Ebu Cehil mesaja muhatap olmuş, ne demek istediğini gayet iyi anlamış ve bilinçli bir tercihte bulunmuştur. Ebu Leheb, peygambere sorar: “Eğer dinini kabul edersem benim için ne var?” Peygamber cevap verir: “Diğer iman edenlere ne varsa senin için de o var.” Ebu Leheb: “Benim için bir ayrıcalık yok mu?” diye sorunca, peygamber “Başka ne istiyorsun?” der. Bunun üzerine Ebu Leheb son sözü söyler: “Kahrolası din, beni başkaları ile eşit kılıyor” (İbn-i Zeyd’den rivayetle Taberi). Müddessir Suresi 11-26. ayetlerin Mekke ileri gelenlerinden Velid b. Muğira hakkında nazil olduğu rivayet edilir. Ayetler Velid’in durumunu çarpıcı bir biçimde resmeder: “… o düşündü taşındı, ölçtü biçti. Kahrolası nasıl da ölçüp biçti. Yine kahrolası nasıl da ölçüp biçti. Sonra surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra arkasını döndü ve büyüklük taslayarak dedi ki, “Bu öncekilerden nakledilen gerçek dışı etkileyici bir sözdür, şüphesiz bu, beşer sözünden başka bir şey değildir” (74/18-25). Mesajı almış, iyice kavramış, düşünmüş taşınmış, ölçmüş biçmiş ve kararını vermiş.
Aynı şekilde bugün özgürlükten söz ettiğimizde bir başka zat-ı muhteremin “özgürlük Batı’nın ürettiği bir kavramdır, İslam’da özgürlük kavramı yoktur” itirazıyla karşılaşıyoruz. Bu yaklaşım, kavramın lafzına ve menşeine kafayı takmış olmanın tipik bir örneğidir. Özgürlükten ne anlıyoruz, bu kavramın içini nasıl dolduruyoruz, özgürlük dediğimiz şeyin Kur’an’daki karşılığı nedir? Klasik zihin bunların hiçbirine bakmaksızın konuşuyor: “İslam’da özgürlük yoktur!” Ne vardır? Kulluk vardır, kölelik vardır(!).
II. Batı düşmanlığı
Bu zihniyete göre yeryüzünde iki dünya, iki düşünce, iki kültür, iki medeniyet var: İslam dünyası-Batı dünyası, İslam düşüncesi-Batı düşüncesi, İslam kültürü-Batı kültürü, İslam medeniyeti-Batı medeniyeti. “Batı’da Batı” diye tutturmuş. Kendini böyle konumlandırıyor. Ona göre kendisi diğerlerinden ayrı bir şey, bir nevi üstün insan, coğrafyası bile farklı; İslam coğrafyası. “Diğerleri ne coğrafyası?” diye soruyoruz, cevap veremiyor. Allah’ın arzını coğrafyalara bölmüş, insanlığı kamplara ayırmış, ona buna türlü isimler takmış, adını da “Tevhid” koymuş. Tevhid’in yeryüzünde ifade ettiği anlam (sosyolojik anlamı, sınıfsız toplum) üzerinde daha önce etraflıca durmuştum. Ancak bu noktada Tevhid’in daha genel, daha kapsayıcı bir başka anlamını gündeme getirmek gerekiyor. Ümmet-i Vahide sadece zengin-yoksul, efendi-köle, ast-üst, amir-memur ayrımının olmadığı, ortak mülkiyeti esas alan sınıfsız toplum anlamına gelmez, aynı zamanda “insanlığın birliği” anlamına da gelir. Zira Kur’an, Ümmet-i Vahide’den söz ederken “insanlar/insanlık bir zamanlar tek bir ümmet/tek bir topluluktu” ifadesini kullanır: “Kâne’n-nâsu ummeten vahideten…” (2/213). Aynı şekilde peygamberin “âlemlere rahmet” olarak gönderildiğini beyan eder (21/107) ki, “âlemin” terimi burada bütün varlık kategorilerini, dolayısıyla tüm toplumları ve bir bütün olarak insanlığı kapsar. Nitekim peygambere şöyle söylemesi emredilmiştir: “Ey insanlar! Ben, Allah’ın hepinize gönderdiği bir elçiyim…” (7/158). Bu bakımdan Kur’an, soy-sop, ırk, coğrafya ya da kültürel çevre farkı gözetmeksizin bütün bir insanlığa hitap etmektedir.
Şu halde insanlık aslına rücû etmeli ve tek bir ümmet haline gelmelidir. Ancak ne var ki, bugün “ümmet” kavramı sadece kurumsal anlamda peygamberin takipçileri (Müslümanlar) için kullanılıyor. Oysa Kur’an kavramlarının kurumsallaşmış kullanımı peygamber sonrası dönemin gelişmelerini yansıtır. Bu bağlamda “ümmet” kavramı, belli bir inanç, fikir veya amaç etrafında toplanan insan toplulukları için kullanıldığı gibi, aynı zamanda bir bütün olarak “insan nesli” için de kullanılır. Kur’an, yeryüzündeki tüm canlıların ve kuşların da birer ümmet olduğunu vurgular (6/38). İbn-i Manzûr, Lisânu’l-Arab adlı eserinde “ümmet” kavramının bu genel manasına işaret eder ve her peygamberin ümmetinin, kâfir veya mü’min ayrımı olmaksızın tebliğ için gönderildiği tüm insanlar olduğunu, “Muhammed ümmeti” denince de Hz. Peygamber’e inanan-inanmayan bütün insanların kastedildiğini ifade eder. Özetleyecek olursak, toplumu sınıflara bölmek şirk olduğu gibi, insanlığın birliğini parçalamak, yeryüzünü coğrafyalara bölmek, şu dünya-bu dünya ayrımı yapmak da aynı şekilde şirktir.
İlginçtir ki, peygamber, Medine’deki ilk hutbesinde şunları söylemektedir: “Halk/tüm yaratılmış varlıklar Allah’ın ailesidir ve insan, yarattıklarını herkesten daha çok seven Allah’ın en sevdiği varlıktır…” (Beyhaki; Kitabu’l-İman, Şa’bu’l-İman, Faiz el-Kadir, c. 3, s. 505). Veda Hutbesi’nde aynı gerçeği daha çarpıcı bir biçimde dile getirir: “Ey insanlar! Rabbiniz birdir, babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız, Âdem ise topraktandır.”
Hal böyle iken zat-ı muhterem “Batı” takıntısından bir türlü kurtulamıyor ve soruyor: “Niçin Batı’yı dedenizi savunur gibi savunuyorsunuz?” Buna karşın “Peki, siz niçin “Batı” gibi bölücü kavramlar kullanarak insanlığın birliğini parçalıyor ve “İslam” adı altında dünyanın anasını ağlatanları dedenizi savunur gibi savunuyorsunuz?” diye sorduğumuzda kem küm ediyor. Kur’an, benzer bir soruyu Mekke’nin ileri gelenlerine yöneltir: “Sizin kâfirleriniz onlardan daha mı hayırlı?” (54/43).
Peki, sorun nedir? Temelde iki itirazla karşılaşıyoruz:
Birincisi, Batı, Aydınlanma’yla birlikte insanın Allah’la irtibatını zihnen ve fiilen kopardı ve insanı Tanrılaştırdı. Doğrudur, yaşadığımız çağda insan özünü yitirmiş, kendisine yabancılaşmıştır. Modern çağın değer yargıları bütünüyle maddeye dayanıyor, insan maddeye sahip olduğu oranda kendisini izzetli/şerefli-üstün addediyor ve içinden çıkılması mümkün olmayan bunalımlar yaşıyor. Modern insanın “özgürlük” dediği şey, salt iktisadi teşebbüs, sınırsız sermaye birikimi ve bunlar vesilesiyle nefsini tatmin etmekten ibaret. Peki sen ne yaptın? İnsanı Allah, kitap, peygamber vb. diğer kavramlarla uyuşturup köleleştirdin, “totaliter Allah” tasavvuruyla onu yeryüzünde boşa çırpınan bir varlık haline getirdin. “Batı”, insanı insanla ve maddeyle perişan etti sen de Allah’la perişan ettin.
İkincisi, Batı sömürgecidir. Batı’nın tarihi katliamların tarihidir. Engizisyon mahkemeleri kurmuş, insanları diri diri yakmış, şu kadar Kızılderili’yi katletmiş, atom bombası atmış, ülkeleri işgal etmiş, genç-yaşlı, kadın-erkek, çoluk çocuk demeden öldürmüş, ırzına geçmiş, tecavüz etmiş… Üstelik bugün hâlâ dünyayı bin bir türlü zulümle sömürmeye devam ediyor. Ya senin tarihin? Hicaz’dan İspanya’ya, Çin’den Adriyatik’e kadar önümüze kırmızı halılar serilmiş(!), ilk dört halifeden üçü katledilmiş, Sıffîn’de 90 bin kişi ölmüş, peygamberin iki torunundan biri zehirlenmiş, diğerinin kafası kesilmiş, Harre’de sahabe kadınlarının ve kızlarının ırzına geçilmiş, köle pazarları kurulmuş, zenciler şeker kamışı tarlalarında köle olarak çalıştırılmış, Hurufiler diri diri yakılmış, Aleviler kılıçtan geçirilmiş, sütten kesilmemiş bebeler “Nizam-ı Âlem için” boğdurulmuş, hamile cariyeler ayaklarına taş bağlanılarak Sarayburnu’ndan denize atılmış. Tencere dibin kara, seninki benden kara. “Efendim biz bunları lanetliyoruz”, Avrupa’da, Amerika’da, hatta bugün İsrail’de akıl ve vicdan sahibi ne kadar insan varsa onlar da işlenen zulümleri lanetliyorlar.
Evet, ortada bir sorun olduğu kesin; ancak bu, şu dünya-bu dünya sorunu değil, insanlık sorunu. Hepimiz insanlık ailesine mensubuz, her nerede yaşıyor olursak olalım, temelde sorunlarımız aynı. Allah rızkı eşit olarak yeryüzüne yaymış ve hepimizin ortak istifadesine sunmuş, hal böyle iken aramızdan birileri çıkmış şeytanla işbirliği yaparak diğerlerinin hakkına göz koymuş, kardeşlerinin emeğini sömürmüş, bütün bir insanlık tarihini sınıf çelişkisinden, dolayısıyla “kemik kavgası”ndan ibaret kılmış.
Bununla birlikte “Batı”yı -yok öyle bir yer- herkesten daha şiddetli bir biçimde eleştiren ziyadesiyle “Batılı” düşünür, filozof, siyasetçi ve din adamı varken, kendi gözündeki merteği görmeyip bir başkasının gözündeki çöple uğraşmak, kalkıp hariçten gazel okuyarak “Batı” eleştirisi yapmak abesle iştigaldir. Hiç kimse Nietzsche’den ya da Noam Chomsky’den daha şiddetli ve daha etkili bir “Batı” eleştirisi yapamaz; zira en etkili eleştiri içeriden yapılan eleştiridir. Dolayısıyla makul olan, karşı eleştiri değil, özeleştiri ve analiz yapmaktır. Önce kendi durumunu masaya yatırırsın, yaşanan süreci 5n 1k’ya tabi tutarsın, sonra da oturur “Batı” adını verdiğin dünyayı analiz edersin. Yarına Allah Kerim…
İslamcıların kabullenemediği bir başka gerçek ise mağlubiyet. Israrla “Biz yenilmedik” diyor zat-ı muhterem. Hiç kusura bakmayın, 350 yıllık derin bir uykuya yattınız -ki, bugün hâlâ bu uyku hali devam ediyor-, siz uyurken elin gavuru(!) tabiat kanunlarını ve sosyal yasaları okudu, felsefe üretti, sanayi üretti, tıp üretti, bilim ve teknoloji üretti. Üstelik bunu yaparken Ebu’l-İz’den, zındık ve kâfir damgası vurulan İbn-i Rüşd’den, İbn-i Tufeyl’den, İbn-i Haldun’dan, İbn-i Sina’dan ve diğer Müslüman düşünürlerden ziyadesiyle faydalandı. Savaşlar oldu, devrimler yapıldı, yeni bir dünya kuruldu. İyi mi oldu, kötü mü oldu, bu ayrı bir tartışma konusu. Ancak şu bir gerçek ki, yeni kurulan bu dünyada halkı Müslüman olan 52 ülke bir Fransa etmiyor. Doğru, “İslam dünyası” yenilmedi; perme perişan oldu, zillet ve meskenet damgası yedi.
Avrupa’da yaşanan süreç oldukça sancılıydı; Aydınlanma, Fransız Devrimi (1789), Sanayi Devrimi (makinenin ortaya çıkışı, 18. yüzyılın ikinci yarısı), 1. Dünya Savaşı (1914-1918), Bolşevik Devrimi (1917), 2. Dünya Savaşı (1939-1945)… Aydınlanma, bireycilik, sekülerizm ve ulus-devlet gibi üç vahim sonuç doğurdu, sanayi devrimiyle birlikte vahşi kapitalizm ortaya çıktı, iki dünya savaşında milyonlarca insan hayatını kaybetti. 1. Dünya Savaşı’nın (1914-1918) dışında Müslümanlar bu süreçte yoktular. Özellikle makinenin ortaya çıkışıyla birlikte serf-senyör ilişkisinin, yerini proleterya-burjuvazi ilişkisine bırakmasıyla birlikte daha da derinleşen sınıf çelişkisi karşısında sosyalistler, komünistler ve anarşistler 19. ve 20. yüzyılda Müslümanların yerini doldurdular ve insanlığın vicdanını temsil ettiler.
III. Sol karşıtlığı (Sağcılaşma)
İlginçtir ki, Avrupa’da Sol’un temelleri bizim klasik din(i)darların zannettiği gibi Allahsızlığa, dinsizliğe, imansızlığa değil, tam tersine dine (Hıristiyanlığa) dayanır. Bu konudaki örnekler bir hayli fazla, bu nedenle burada bir-iki örnek vermekle yetineceğim. Henüz sosyalizmin, komünizmin ve anarşizmin adının anılmadığı 16. yüzyılda, Alman teologu Thomas Müntzer, daha sonraları “Köylüler Savaşı” olarak adlandırılan ayaklanmaya liderlik etti. Frankenhausen Muharebesi’nde (15 Mayıs 1525) 8000 yoldaşıyla birlikte yenilen Müntzer yakalandı, işkenceden geçirildi ve kafası kesilerek idam edildi. En çarpıcı sloganı “Omnia sunt communia/her şey ortaktır” şeklindeydi.
Aynı şekilde 1846’da Komünist İrtibat Komitesi toplantısında Marks’la tartışan, 1871’de 1. Enternasyonal’in New York’taki ilk toplantısına onur konuğu olarak davet edilen Alman Komünist devrimci Wilhelm Weitling, Yoksul Günahkârların İncil’i adlı eserinde İncil’den yüzden fazla alıntı yapar. Kilise Konseyi tarafından “kutsal değerlere küfretmek”le suçlanan Weitling, 8 Haziran 1843’te tüm yayınlara el konularak hapse atılır. (Konuyla ilgili daha geniş bilgi için bkz. Teori ve Politika Dergisi, Komünist Devrimci Wilhelm Weitling, 51-52. Sayı, Nisan 2010 – Ayrıca Komünizmin Hıristiyan kökleri için bkz. Gökyüzü Cumhuriyeti Yeryüzüne Gelsin [Ernesto Cardenal], 53. Sayı, Temmuz 2010)
Nitekim başarısızlıkla sonuçlanan Sovyet tecrübesinin ardından umutları en az kırılanlar Hıristiyan komünistler oldular. İsa’yı ve havarileri -ilk Hıristiyanları- “ilk komünistler” olarak nitelendiren, “özel mülkiyet adı verilen hırsızlığın ortaya çıkışına kadar insanlık sosyalistti” diyen Özgürlük Teolojisi (Liberation of Theology), Latin Amerika’da Kızıl Kiliseler vasıtasıyla örgütlendi. 1979’da Nikaragua, 2006’da Bolivya ve 2008’de Paraguay’da iktidara geldi. Bunun yanı sıra Özgürlük Teolojisi’nin bir hayli yaygın olduğu Latin Amerika’da 1993’ten 2009’a kadar yaklaşık 15 ülkede Sol oluşumların veya partilerin iktidara geldiğini de belirtmiş olalım.
Türkiye’de ise Nurettin Topçu ve Hikmet Kıvılcımlı ilk akla gelen isimlerdir. Müslüman Anadolu Sosyalizmi’ni savunan Topçu, “Sosyalizm devrimizin şeriatıdır” derken, Kıvılcımlı, 15 Ekim 1957’de Eyüp meydanında halka hitaben yaptığı konuşmasının bir bölümünde şunları söyler: “İslam’ın büyük prensibi, hepimizin bildiği gibi “Leyse li’l-insane illâ mâ saâ” der. (Yani “İnsan için çalışmaktan, emekten başka her şey yalandır” der.) İşte, o büyük hakikat! Aradan binlerce yıl geçtikten sonra bugün, dünyanın en ileri memleketlerinde dahi, tek büyük içtimai hakikat, insanlığın bulabildiği en büyük hakikat olarak tanınmıştır. Bugün insanlığın yarattığı değer emek üzerine kurulur… Şimdiye kadar maalesef, büyük hakikatler daima küçük insanlardan uzak kalmıştır. Uzak bırakılmıştır. Yine vatandaşlarım iyi bilir ki, Muhammed: “Ben Hâtemu’l-Enbiyâ’yım” demiş. (Yani “Ben peygamberlerin sonuncusuyum” demiştir). O büyük sözün manası üzerinde vatandaşlarımı bir an düşünmeye davet ederim… Vatandaşlarım! O zamana kadar insanlar arasında bütün düzeni kuran kanunlar ve kaideler “gökten iner”di. Hazret-i Muhammed, “Ben sonuncu peygamberim” demekle, bizlere şu büyük hakikati anlatmış oluyordu: “Artık kanunlarınızı kendiniz yapacaksınız”…” (Mahkemece verilen suretten – Vatan Partisi’nin 15 Ekim 1957 Salı günü saat 13.00-17.00 arasında Eyüp Meydanı’nda gerçekleştirdiği açık hava toplantısında Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın diktafonla tespit edilen konuşmasıdır – Konuşmanın tamamı için bkz. http://www.kivilcimli.org/eserler/eyup.html). Bu konuşma sonrasında Kur’an’a dayanarak komünizm propagandası yaptığı ve “halkın dini duygularını istismar ettiği” gerekçesiyle Kıvılcımlı hakkında dava açılır.
Allahsız(!) komünistlerin durumu böyle. Ancak klasik İslamcı zihin, komünizmin materyalizmden ayrıl(a)mayacağı düşüncesi içerisinde anti-komünist olmayı başlı başına bir görev saydı. Materyalizm nedir, gerçekten kötü bir şey midir, “materyalizm” denince ne anlıyoruz, bu ayrı bir yazı konusu. Ancak solcu teolog ve İncil uzmanı Meksikalı Jose Porfirio, İncil’deki Komünizm adlı eserinde bunun politik bir propagandadan ibaret olduğunu ve Hıristiyanlığa atıfta bulunarak 18 yüzyıl boyunca komünizm düşüncesinin herhangi bir materyalizm olmaksızın varlığını sürdürdüğünü söylemekte ve “Her şeye ortaklaşa sahip olmak neden materyalizm olsun ki? Komünizmin materyalizmden ayrılmayacağı iddiası, Hitler’in yalanları gibi koskoca bir yalandır” demektedir. Porfirio şöyle devam eder: “Her halükârda İsa, yine de ilk materyalistti. Zira demiştir ki: ‘Açtım ve siz beni doyurmadınız’…” (Teori ve Politika Dergisi; 53. Sayı, Temmuz 2010)
“Açtım ve beni doyurmadınız…” İncil’de geçen bu ifadenin yer aldığı ayetler şu şekildedir: “… Sonra solundakilere şöyle söyleyecek: “Ey lanetliler! Çekilin önümden! İblis’le melekleri için hazırlanmış sönmez ateşe girin. Çünkü acıkmıştım, beni doyurmadınız; susamıştım bana içecek vermediniz; yabancıydım, beni içeri almadınız; çıplaktım, beni giydirmediniz; hastaydım, zindandaydım benimle ilgilenmediniz”…” (İncil, Matta: 25: 41-43).
Aynı ifadeler, Müslim’de geçen bir Hadis-i Kutsi’de yer alır: Allah Teâlâ kıyamet günü buyurur: “Ey Âdemoğlu! Hastalandım beni ziyaret etmedin.” Âdemoğlu “Ya Rab! Seni nasıl ziyaret edebilirim, sen âlemlerin rabbisin” diyecek. Allah ona “Bilmiyor muydun, filan kulum hasta oldu, sen ise onu ziyaret etmedin. Bilmiyor muydun, onu ziyaret etmiş olsaydın, beni onun yanında bulurdun.” Sonra “Ey Âdemoğlu! Senden yiyecek istedim ama beni doyurmadın” buyuracak. Âdemoğlu ise “Ya Rabbi! Seni nasıl doyurabilirdim ki, sen âlemlerin Rabbisin” diyecek. Allah şöyle buyuracak: “Bilmiyor musun, falan kulum senden yiyecek istedi de onu doyurmadın. Bilmiyor muydun ki, onu doyurmuş olsaydın, onu benim nezdimde bulacaktın. Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, bana su ikram etmedin” Âdemoğlu “Ya Rabbi! Sana nasıl su ikram edebilirdim ki, sen âlemlerin Rabbisin” cevabını verir. Allah da ona şöyle buyurur: “Falan kulum senden su istedi. Ancak sen ona su vermedin. Ona su ikram etmiş olsaydın, bunu benim nezdimde bulacaktın.” (Müslim, Birr, Hadis no: 43).
Bu bağlamda İslam da materyalisttir. Öyle ki, peygamber, “Fakirlik neredeyse küfür olacaktı” (Beyhaki, Münavi; Feyzu’l-Kadir) veya “Fakirlik kolayca hakikatin inkârına (küfre) dönüşebilir” (Suyuti; Camiu’s-Sağir) demektedir. Dördüncü halife Ali b. Ebu Talib ise şöyle söyler: “Yoksulluk en büyük ölümdür.” (Nehcu’l-Belağa). Buna karşın Mekke kodamanlarının meta-fizik bir inanca sahip oldukları görülür: “Allah’ın istediği takdirde yedireceği kimseyi biz mi doyuracakmışız?” (36/47). İşi göğe havale etmiş, yeryüzünde malı götürmüş…
Bu bakımdan İslam, Sol’un değerleriyle ekonomi-politik açıdan uyum içindedir (Bu konuya daha önceki yazılarımda etraflıca değinmiştim.) Ancak ne yazık ki, Yeşil Kuşak Projesi gayet başarılı bir biçimde Allah ile açların, yoksulların, işsizlerin, asgari ücrete talim ettirilenlerin, hulâsa ezilenlerin bağını kopararak Türkiye İslamcılığına anti-komünist bir karakter kazandırdı. İslamcılar öyle bir akıl tutulmasına yakalandılar ki, İslam’a en yakın olan dünya görüşüne savaş açtılar. Daha önce de ifade ettiğim gibi 80 öncesinde bütün komünistlerin “dinsiz-imansız” oldukları zannediliyordu, anti-komünizm neredeyse Müslüman olmanın birinci şartı haline gelmişti. Bugün de durum bundan pek farklı değil; zira emek, sermaye, üretim ilişkileri, hür teşebbüs ve özel mülkiyet gibi konularda Kur’an’dan ve peygamberin uygulamalarından fiilen kapitalizm çık(arıl)mış durumdadır.
Hal böyle iken bazı arkadaşlarımız “fakir Müslümanların söylemlerinde “mülkiyet hırsızlıktır” sloganının telaffuz edilmesini, bir şeylerin yanlış teşekkül ettiğinin habercisi olarak görüyor, İslam ile Proudhon’un birlikte telaffuz edilmesinden ürküyor ve hepsinden de önemlisi paltosunun içinde balta düzeneği yapan bir filozof-katil Raskolnikov ile -yani “İslami Raskolnikovlar”la- karşılaşmanın an meselesi olduğu”nu söylüyorlar.
Kısaca özetleyecek olursak, Raskolnikov, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı romanının başkarakteridir, mağduru olduğu yaşlı bir tefeci kadını ve onun masum kız kardeşini baltayla öldürür, daha sonra vicdan muhasebesi yapar ve pişman olur. İşlediği cinayeti âşık olduğu Sonya adındaki bir fahişeye itiraf eder. Sonya, Raskolnikov’tan “polise teslim olmasını, yere kapanıp Allah’tan ve insanlardan özür dilemesini” ister. Raskolnikov çektiği vicdan azabına daha fazla dayanamaz ve sonunda cinayeti polise itiraf eder. Annesi buna dayanamayarak ölür. Mahkeme iyi halini, aldığı parayı kullanmadığını ve kendi kendine teslim olduğunu göz önünde bulundurarak Raskolnikov’u 8 yıl kürek mahkûmiyetine çarptırır vs… Sizi bilmem ama benim açımdan Raskolnikov iyi biridir. Cinayet gibi büyük bir günah işlemiş, bunun yükü altında ezilmiş, vicdan azabı duymuş, tövbe etmiş, itirafta bulunmuş ve cezasını çekmiştir.
Ancak işin ilginç yanı şu ki, arkadaşlarımız bir yandan “Müslüman Raskolnikovlar”ın türemesinden endişe ederlerken, öte yandan kapitalist Müslümanların, abdestli-namazlı tefeci-bezirgânların, Yeşil Burjuvazi’nin uzun zaman önce türemiş olduğunu, bunların kamuya ait rızık kaynaklarını gasp etmek ve yağmalamak yoluyla diğerlerini açlığa, yoksulluğa ve sefalete ittiklerini, böylece emekçiyi, açı, işsizi ve yoksulu her gün binlerce defa öldürdüklerini, dahası Talibanizmin tavan yaptığını, vaktiyle bu ülkede Allah, kitap, peygamber adına insanların domuz bağıyla bağlanarak kafalarına çivi çakıldığını unutuyorlar.
Sonuç itibariyle;
Kavram fetişizmi, Batı düşmanlığı ve Sol karşıtlığı (sağcılaşma), Türkiye İslamcılığının üç kısır döngüsüdür. Söz konusu kısır döngü, toplumla ve dünyayla bağların kopmasına neden olmuş, gettolaşmaya yol açmıştır. Bunun yerine Müslümanlar “İslam(cılık) üçüncü ve orijinal yoldur” safsatasını bir kenara bırakarak (bkz. İslam(cılık) “üçüncü ve orijinal yol” mu? başlıklı makale) hikmet arayışı içinde olmalı, gettolarından dışarı çıkmalı, insanlığın tarihi, kültürel ve felsefi birikiminden yararlanmalı, bu birikimi kendi birikimleriyle harmanlayarak kendilerini yeniden üretmelidirler. Aynı şekilde Sol/Sosyalist çevrelerle ilişkiler kurulmalı ve fikir alış-verişinde bulunulmalıdır. Aynı hakikati farklı üslup ve şekillerde dile getiren bu iki damarın (İslam ve Sosyalizm) beslediği akıl ve vicdan sahibi insanlar, çelişkinin gittikçe derinleştiği günümüz Türkiye’sinde ancak ortak değerler etrafında bir araya gelerek açlar, yoksullar ve köleler için umut ışığı olabilirler. Aksi halde herkes kendi mahallesinde yaşamaya devam eder ki, dünden bugüne süregelen politik propagandanın yegâne amacı da budur.
Esenlikle…