Türkiye Sosyalist hareketinin önderlerinden Dr.Hikmet Kıvılcımlı ölümünün 50.yılında çeşitli etkinliklerle anılıyor. Bu vesileyle İslamiyet konusunda farklı bir çizgi takip eden Kıvılcımlı’nın İslam, toprak ve mülkiyet üzerine kısaltılmış bir yazısını ve Eyüp konuşmasını yayınlıyor, Allahtan rahmet diliyoruz. Anısına saygıyla…
adilmedya.com
TÜRKLER NE ZAMAN MÜSLÜMAN OLDULAR?
İslam medeniyeti, Emevi yıkılışını geçirdikten sonra Abbasiler çağına girmişti. Ancak o zaman Türkler içine işleme yolları buldu.
İlkel sosyalist toplumun çocukları olan Türkler ve Moğollar, inandıklarından zorla dönecek insanlar değillerdi. Türk toplumu, Şamanizmden kalma yığınla gelenek ve göreneklerini İslamlığa aktardı. Türklerin dinlerinde yüzde kaç Müslümanlığın, yüzde kaç Şamanizmin yaşadığı araştırılmaya değerdir.
Türkler Atalara tapıyorlardı. Atalara tapıncın en büyük sembolü Oğuz Han efsanesi oldu. İslam düşünürleri, Oğuz Han’ı tek tanrılı “müvahhid” yaptılar. Türk’ü başka türlü Müslüman yapamayacaklardı.
Daha Emevi yıkılışlarından beri, Horosan’dan Anadolu’ya dek sarsıntılı İslam dünyası tarikatlarla doldu. Eba Müslüm’den Hasan Sabbah’a, Mansur’dan Şeyh Bedrettin’e dek, düşünce ve davranışlar, Türk toplumunun gelenek ve göreneklerinden kaynak aldı. Çürüdüğü zaman Selçuk saltanatını yıkan Bahailer, Anadolu’da derbeyi egemenliği kasıp kavururken “Birlik” ülküsünü çağıran Aşık Beşeler, Osmanlı İmparatorluğunu kuran köy üretmenleri örgütü Bektaşiler, şehir üretmenleri örgütü Ahiler…Mevleviler, Rüfailer, Yunus Emreler, Süleyman Çelebiler…Hep İslam dininde Türk toplumunun inanç gücüyle Rönesanslar yapmış davranışlar, düşüncelerdir.
Bugün, Anadolu halkımız içinde yaşayan nice gelenek ve göreneklerin asıllarını eski Türk-Moğol inançlarında görüyoruz.
Cengiz zamanı (13. yy. sonları) Türklerin taşları Tanrı saydıkları günden kalma “yağmur taşı” vardı. Onunla “istenildiği zaman yağmur yağdırılırdı”. (İran Moğolları s. 1917) Anadolu’da hala insanlarımız, sembolik yağmur duasına taşlarla çıkarlar.
Cengiz Moğollarında “güneş ve ay tutulunca trampet çalmak” adetti. (İran Moğolları s.193) Anadolu’muzda tutulan ay veya güneşi kurtarmak için silah patlatmak müslümanca işlerden sayılır.
Romatizmayı tezekle iyileştirme, cin çarpmasına karşı çeşitli tedbirler, ölünün kırkını anma gibi bin bir Müslüman gelenek ve görenekleri, Türk Moğolların önce İran’a sonra öteki Müslüman dünyasına taşıdıkları tarihöncesi kalıntılarıdır.
Türkçede en yoğun din propoganda kitapları; Ahmediyeler, Muhammediyelerde anlatılan ruhların, Allahın ve melaikelerin ilişkileri, Şamanizmin inanç ve tasvirleriyle doludur.
Anadolu’yu kaplamış silindir üzerine konik oturtulmuş Künbetler, Kırşehir’in, Sivas’ın, Kayseri’nin Selçuk medrese, cami yapıları İslam dininin ilhamıyla yapılmıştır. Hindistan’a kadar uzanan o mimarlık anıtlarında ortak motif: Türkmen çadırının, Han otağının renk renk taşla işlenmiş biçimleridir. Göçebenin çadırı Müslümanlıkta taş olmuş, ama kazıklarla gerilişi bile aynı kalmıştır.
İlkel sosyalizm çağı olarak sosyal sınıfları bulunmayan Türk toplumunun yazılmamış kuralları Kankardeşlik Anayasası idi. Müslümanlık, Türk toplumunda ki sınıfsız toplum davranış ve düşüncesini, sosyal sınıflı toplum davranış ve düşüncelerine doğru geliştirdi. Arap toplumu için de İslamlık: Arapların cahiliyet dedikleri yazısız kan kardeşliği düzenleri yerine, bezirgan ilişkilerinin en temiz en yüceltilmiş ruhunu geçiren yazılı Kur’an hükümleri oldu.
İSLAM DÜNYASINDA TOPRAK SORUNU
Müslümanlık, gerçekten devrimci her sosyal doktrin gibi, sosyalizme dek varır. Hz. Muhammed’in temsil ettiği ilk İslamlık ve şeriat, değil fethedilen toprakları, taşınır ganimetleri bile Müslümanlar arasında ortaklaşa benimsemek ilkesine dayandırır. Ganimeti olduğu gibi Tanrıya adar, yani ortak Müslüman mülkü yapar.
Müslümanlığın ilk kutsal savaşı Bedr gazvesidir. Bir avuç insan arasında yapılmış küçük bir yol kesicilik gibi görünse de anlamca yüce bir dönüm davranışıdır. O zamana dek konferans ve öğreti vermekten öteye geçemeyen İslamlık, ilk kez Bedr kuyusu başında, Mekke mütegallibesinin Şam’dan yeni zenginlikler getiren kervanını vurmakla laftan işe geçmiştir.
Bedr gazvesinde kazanılan zafer sonucu ele geçen değerlere sıra gelince ilk ayrılık belirdi Gençler: “Cengi biz ettik” Yaşlılar: “Bozulsanız bize sığınacaktınız” diyerek ganimeti bir türlü paylaşamıyorlardı. Hz. Muhammed inandığı ve elçisi bulunduğu Allah önünde bu çıkar çekişmesine içerledi. Müslümanın din uğruna ülkücü dövüşünü bekliyordu. “Müminler” ise açıktan açığa dünya malına kavuşma hırsına kapılmışlardı.
“Senden ganimet soruyorlar. De ki: Eğer siz inanmış(mümin) iseniz Tanrıya boyun eğiniz. İşi aranızda düzenleyiniz ve Allah ile Peygamberine itaat ediniz.” Enfal Suresi 1. Ayet.
Bugün her Müslüman, o ganimet suresinin birinci ayetini, bir daha namusluca okuyup anlamaya çalışmalıdır. Kur’an ortadadır. Gelmiş geçmiş hiçbir zalim onun kılına dokunamamıştır. “İnne me’l müslimune ihve: Hiç kuşku olmasın ki Müslümanlar kardeştirler” Ama emperyalist ajanlarının Müslümanlar içinde casus örgütü olarak parayla kurduğu “Müslüman kardeşler” değildirler. Herkesin elbirliği ile kazanılmış herhangi bir zaferin nimetinden kimse aslan payı alamaz, hakkı da yoktur.
Osmanlılık İslamlığın rönesansıdır. Bu ruhla Osmanlılar, toprak ekonomisinde ki Allahı daha iyi anlamış gibidirler. Hiç değilse derebeğileşmeden önce ki çağlarda ilk Kur’an emrine uymayı beceriyle yorumlamışlardır. Çünkü Türklerin sosyal yapıları, öteki derebeğileşmiş İslam saltanatlarından Allaha daha yakındır.
Yani toprağın çoğunluğunu kişi mülkü etmek, ilk Türklerin göçebe ruhlarına bir türlü el vermez. Toprağı tanrı mülkü gibi görmek daha kolaylarına gelir.
GÜNÜMÜZE GELELİM, ANADOLU’NUN TOPRAK EKONOMİSİ BİR TRAJEDİDİR
Kapitalist ilişkilerin, tefeci bezirgan ekonomisinin alıp yürüdüğü köyleri bir yana bırakırsak, az çok kapalı doğal ekonomiye yakın, toplu aile toprak mülkiyetini yaşayan İç Anadolu bölgelerinde bile, tarlalar korkunç ufalanmaya uğramıştır. Gelişigüzel bir toprak egemenliği hakimdir. O yüzden kolayca kapanın elinde kalır. Kapan da tefeci bezirgan hacıağa olur.
1950’den sonra finans kapitalin köye el atması, kır otlaklarını traktörlü hacıağaların tekeline geçirmeye yaradı. Toprakların eski verimsiz dağınıklığı olduğu gibi kaldı.
Bu yozlaşma doğa yasalarından ileri gelmiyor. Doğayı da küstüren soysuz sosyal ve politik düzenlerin yarattığı ekonomik çöküntüden ileri geliyor.
Anadolu köyü, bitmez tükenmez toprak ve sınır kavgalarının kanlı iç savaş alanıdır. Köyler birbirine, ana babaya, evlat anaya düşman kesilmiştir. Komşu komşuyu arkadan vurur.
Yurttaşlık sevgisi, insan bağlılığı kırılıp geçirilir. Bu koşullar altında her köylünün “işi Allaha kalmıştır”. Çalışan kır insanının her türlü örgüt kurma, direnme gücü sıfırın altına düşer. Tek başına kalan köylü, tefeciliğe kolay lokma olur.
KÖYLÜNÜN YAŞAMAKTAN KAÇIŞI
1) Geçmişe sığınış: Türkiye halkı Cumhuriyeti değil saltanatı özlüyor. Hangi Anadolu insanıyla konuşursanız, yürekleri sızlatan bir iç çekişle size “milletin sahipsiz” olduğundan yakınır. Kimdir o sahip? Mülkiyeti hiç kimsenin özel kişi malı olmayan miri topraklar çağında, dirlik düzeninin gerçekten ülkücü ve “Allahtan korkar, Peygamberden utanır”= “Sahib-ül arz”larıdır. Onları unutamayan köylülerimiz, o gelenek göreneklerin bilinç altı karanlığında kendisine “sahip” koruyucu arar.
2) Ahrete sığınış: Evet, Türkiye halkı bu dünyayı değil, ahreti (öbür dünyayı) özlüyor. Niçin yadırgıyoruz? Neresidir o ahret? Zengin, fakir, sultan, dilenci, ağa, köylü, herkesin anadan doğduğu gibi eşit olduğu bir ülkücül yaşantı evrenidir. Bu evrenin düzeni, İslam toprak ekonomisinde ki dirlik düzenine anayasa veren şeriatça kurulmuştur. Bunu aklından çıkaramıyor köylümüz.
İnsanlarımız, yabancı emperyalistlerin “aşağı ırk” görüp köleliğe çevirmek istediği bir sürü yerine konuyor. Finans kapital demogojisi, Nazi ırkçılığından bin kat daha zehirlidir. Türkiye halkının iç ve dış sömürü yüzünden geçmişe ve ahrete sığınışını Finans kapital soygununa dayanak yapıyor. “ Demokrasi” oyunculuğunda iki tezi var:
1) Türkiye halkı ilericiliğe düşmandır. Onun için halkın geçmişe ve ahrete sığınışı kutsal oy kaynağımızdır.
2) Türkiye halkı sosyalizme düşmandır. Onun için özel kişi mülkiyeti reklamıyla, yığınları emperyalizme yedek güç yaparız.
Türkiye’nin ilk Osmanlı dirlik düzenine geri dönemeyeceğini bebeler bile bilir. Bilinmek istenmeyen şey, dirlik düzeni kurallarının, ilkel de olsa bir sosyalizm gelenek göreneği olduğudur. Osmanlı “miri arazi” ilkesi, Türkiye toprakları üzerinde kutsal özel kişi mülkiyetini hiçe saymıştır. Tanrı emrine uyarak toprağı elden geldiğince sosyalleştirmiş, “memleket” malı yapmıştır. “Beytül mal’i müslimin” mülkiyeti demek, kolektivizm demektir.
Osmanlılığın en ömürlü İslam devletlerinden biri olmasında ki baş nedenler arasında, ilkel sosyalizm geleneği ile miri topraklar üzerine kurulmuş o egemen üretim yordamı vardır.
HİKMET KIVILCIMLI’NIN 1957’DE Kİ EYÜP SULTAN KONUŞMASI (s. 3,4,5,6)
Sevgili vatandaşlarım!
Ne zaman mübarek bir camiin, mübarek bir mescidin önünde bulunsam, daima Hülafayi Raşidiyn zamanında ki vatandaşların siyasi hayatları gözümün önüne geliverir. Bilirsiniz, o zamanlar, camiler Müslümanların siyasi toplantı yerleri idi. Yani her Cuma, halife bizzat camiin içerisine gelir, karşısında ki vatandaşlara bütün memleketin umur ve hususu hakkında hesap verirdi. Gene çok iyi bilirsiniz ki , devlet başkanı olan halife, bizzat halk tarafından biat suretiyle reis olur, yani seçimle iktidara gelirdi. Bizzat halifeler seçilmiş devlet başkanı idiler. Bu seçilmiş başkanlar, her hafta bütün Müslümanları önüne toplayarak, camide onlara memleket işleri hakkında hesap verirlerdi.
O ibret verici hadiselerin bugün bize ne kadar büyük dersler vermesi lazım geldiğini düşünerek, bir hadiseyi hatırlatmaktan kendimi alamayacağım…Ordular hudutlarda zafer üzerine zafer kazandılar; fakat ele geçen ganimetleri Müslümanlar arasında kardeşçe paylaşılmak üzere gönderdiler. O zaman başkente gönderilen kumaşlar, gene vatandaşlar arasında herkese aynı büyüklükte parçalar verilmek suretiyle paylaşılırdı….Vatandaşlar, o parça kumaşlardan kendilerine elbise dikerek camiye cumhurbaşkanları olan halifeyi dinlemeye gittikleri zaman…Halife söze başlar başlamaz, Müslümanın biri ayağa kalktı. “Ya Ömer” dedi, “sen bir hırsızsın, senin söyleyeceğini Müslümanlar dinleyemez” dedi. Düşünün vatandaşlarım: Demokrasinin o zaman ki manzarasını düşünün. Lalettayn, adsız bir vatandaş, lütfen kalkıyor, devlet başkanına, hiçbir izah yapmaksızın: “Sen bir hırsızsın” diyor. Bunun üzerine devlet başkanı Ömer ne yapıyor? Ne yapsa beğenirsiniz? Yani, ondan sonra çeker kılıcını, uçururdu söyleyenin kellesini, değil mi?…Hayır. Hazreti Ömer: “Bu sözün sebebi var mı? Ben neden hırsızım? Bilmiyorum, izah et: Eğer hırsızsam hakikaten sözümü keseyim” dedi. Soğukkanlılığa, tahammüle, tenkit karşısında ki insanca tepkiye bakalım. Bundan, bugün için bugünkü devletle vatandaş arasında ki münasebetler için büyük neticeler çıkarmaya çalışalım.
O zaman, bu adsız vatandaş; cemaat ortasında kalkıp kendi üstünü gösterdi: “İşte bak” dedi, “Hepimize dağıtılan kumaştan ben de üzerime elbise yaptım. Ancak küçük bir sako, küçük bir ceket çıktı bana… Halbuki sen, Ey Ömer! Boyunca kocaman bir cüppe giymişsin. Bu cüppeyi yapmakla, sen, o kumaştan bütün vatandaşlara düşen paydan iki hisse aldın. Demek çaldın…Demek hırsızsın! Öyle ise, ben senin hilafetini tanımıyorum, sen sus!” dedi. Bunun üzerine Hazreti Ömer ne yaptı? Hiç kızmadan, tehdit etmeden, sükunetle oğluna: “Ya Abdullah! Kalk, cevap ver” dedi. Oğlu kalktı. Dedi ki: “Vatandaşlar, görüyorsunuz…” dedi, “Benim üzerimde sizin ki gibi kısa bir ceket te yok. Ben hissemi babama verdim. Babam da bir cüppe yaptı.” Bunun üzerine Ömer: “Ne dersin?” diye sordu o vatandaşa. Ve vatandaş cevabında: “Peki…” dedi. “Anladım, hırsız değilmişsin, Ömer. Otur şimdi, söyle, dinleyeceğim” dedi.
Vatandaşlar!…İnsanlık tarihinde, bizim yakından tanıdığımız halkçı idare üç dört günde icat edilmiş bir şey değildir. Bizim, en müstebit sultanların zulüm yaptığı Şark medeniyetlerimizde dahi, öyle büyük geleneği olan bir demokrasi 1400 yıl evvel kurulmuştur. Biz hala bugün, o kadar kuvvetli demokrasinin vücudunu hayranlıkla: “Acaba var mıymış? Nasılmış? Ah! Ben de öğrenebilsem…” diye arıyoruz. Hepimizin, şu mübarek tanrı evinde, beş vakitte dualarla andığımız hayat, özlediğimiz şey: O büyük insan demokrasisi değil mi?
Lakin ondan sonra ne oldu, vatandaşlarım? Daha Muaviye denilen zat Suriye valisi iken, o büyük demokrat Hülefayi Raşidiyn’in memlekette ki izlerini silmeye çalıştı. Muaviye kimdi bilirmisiniz? Muaviye, Kureyş’in para ile Müslüman olmuş büyük bezirganlarından Ebu Süfyan’ın oğlu idi…İşte, bizim Şark memleketlerimizde vatandaşla devlet arasına ilk zehiri koyanlar…Bu, 1400 sene evvel parayla Müslüman olmuş bulunanlara “Müellifetül-kulub” mü diyeceksiniz?…O Müellifetül-kulub, hatta Kur’an’ı Kerim’in bile içinde, tahsisat alma haklarını kazanmışlardı…İşte bu adamlar, memlakette kendi bezirgan karlarını, kendi bezirgan ruhlu çocuklarını ilerletmek için, vatandaşlara karşı suikast hazırlarken…ilk işleri, o demokrat devlet başkanlarını, Hülafayi Raşidiyn’i ortadan kaldırmak olmuştu. Ve derebeğilik ondan sonra başladı.
1400 sene, mutemadiyen derebeğilerin ardı ardına gelişi ile, insanlar adeta hak aramaktan korkar hale geldiler. Bugün vatanımızda ki fakir fukaranın “siyaset”in sözünden korkmalarının baş sebebi, o büyük geleneği silmiş olan Şark derebeyliğidir. ( Osmanlıca’da siyaset sözcüğünün lugat karşılığı bile “adam asmak” anlamına geliyordu.) Bugün Osmanlı İmparatorluğundan, maalesef bize hala o kötü terbiye: Siyasetten kaçmak, hakkını aramamak gerektiği gibi kötü adetler…hala intikal etmiş bulunuyor. Ve biz hala memleketin idaresini birkaç büyük bezirganın yapabileceğini zannediyoruz.
Halbuki, büyük bezirganların yaptıkları nedir? İşte bugünkü PAHALILIK’tır, vatandaşlarım
ÖZETLEME: Sema Özcan
KAYNAK: Dinin Türk Toplumuna Etkileri