Başbakan Erdoğan’ı toplumsal algının beğeni listesinde hep en üstte tutan, onun esas itibariyle politik olmaktan çok sosyolojik bir lider olmasıdır. CHP’nin eski genel başkanı Deniz Baykal’ın entelektüel ve akademisyen kimliği, siyaset tecrübesi, hatipliği ve diğer bütün üstün özelliklerine rağmen hiçbir kamuoyu araştırmasında Erdoğan’ın yakınına bile yaklaşamamış olması da onun sosyolojik olmaktan çok, politik bir lider olmasıyla anlaşılabilir.
Böyle olduğu için Erdoğan, politik alana özgü ve Osmanlı saray kavgası modeliyle algılanabilecek girişimlerinde dahi sosyolojik liderliğiyle toplumsal desteğini kaybetmeden yoluna devam edebiliyor. Kendi sosyolojisiyle (hatta öteki sosyolojilerle de) temasını kaybetmediği için saray kavgasından ibaret ve topluma hiçbir faydası olmayacak reformlar sırasında bile beğeni değerlendirmelerinin açık ara siyasi figürü olabiliyor.
Erdoğan’ın bu bakımdan tek rakibinin Saadet Partisi lideri Kurtulmuş olduğunu veya olabileceğini Kurtulmuş’un politik değil, sosyolojik lider olma amacına bağlayanlar, meseleye doğru yerinden bakıyorlar. Yine, SP içindeki kriz itibariyle, Kurtulmuş’u devirmeye çalışan Asiltürk-Kazan organizasyonunun Erdoğan karşısında hiçbir varlık gösteremeyecek olmasını da onların sosyolojik değil politik kapasiteleriyle ve uğraşı alanlarının toplumsal sorunlar yerine politik entrikalar olmasıyla açıklayabiliriz.
Öyleyse nesnel anlamda iltifata değer bilgi, marifet, tecrübe ve fikir üretebilmenin tek meşru ve geçerli yolu, bu işlerin siyaseten doğrularla ilişiğini kesmek, politik sahadan ibaret kimlikle yol almaya çalışmamak, ama mutlaka sosyolojik süreçlerle uğraşmak ve toplumsal iltifatla organik bağ kurabilmektir.
Son günlerde heyecan uyandıran Yüksek Askeri Şura tartışmasında da, sanılanın aksine, toplumsal algı hangi generalin nereye atanacağı veya terfi edip etmeyeceğini değil, Erdoğan’ın ordunun siyaset içindeki geleneksel rolüne nokta koyup koyamayacağını merak ediyor. YAŞ krizini saray kavgasının onlarca enstantanesinden biri saysak bile Erdoğan’ın politik değil, sosyolojik lider olması, bu tartışmayı toplumsal algının gözeneklerine nüfuz edecek kadar toplumsallaştırıyor; her köşe başında, her sohbet ortamında konuşulur hale getiriyor. 27 Nisan (2007) askeri muhtırasının gelişmeleriyle 12 Mart 1971 muhtırasının gelişmelerini ayıran temel özellik de bu olsa gerektir: 12 Mart, politik alanda gerçekleşmiş ve ondan ibaret kalmış bir askeri müdahaleydi. Ne onu toplumsallaştıracak bir sosyolojik lider, ne de muhtıraya tepkinin sosyal algının kılcal damarlarına kadar yayılmasını sağlayacak bir toplumsal duyarlılık düzeyi sözkonusuydu. Nitekim 1971 askeri muhtırasında milletin kendisine emanet ettiği iradeyi namus bilip koruması gerekirken şapkasını alıp giden Demirel, 1973 seçimlerinde yine de yüzde 30’a yakın oy alabildi. Her ne kadar muhtıraya karşı çıkan Ecevit yüzde 33’le ödüllendirilmiş olsa da burada önemli olan, muhtıraya teslim olmuş Demirel’in buna rağmen 30 puana yakın oy alabilmesidir. Oysa 2007 seçimlerinde askeri muhtıraya açıktan karşı çıkan ve meydan okuyan Erdoğan, sosyolojik lider olmasının doğal sonucu olarak yüzde 47 oranında oyla iktidarını güçlendirmiş, buna karşılık sokaklara taşmış sivil toplum heyecanıyla muhtırayı destekleyen CHP, yüzde 35’lere çıkıp iktidar olacağına kesin inanç duyulurken 20 puan ancak alabilmiştir.
Bugün SP içinde Asiltürk-Kazan organizasyonunun elinde devam eden politik miras, 1995 seçimlerinde, içinde İslamcıların da, Erdoğan ve arkadaşlarının da, başka toplumsal kesimlerin de bulunduğu geniş değişim koalisyonu ile ulaştığı ve hızlı yükseliş eğilimindeki yüzde 21’lik oy oranını (o yükseliş 2002’de AK Parti’yle 34.43’e ulaşacaktır), 28 Şubat darbesine karşı koy(a)maması nedeniyle 1999 seçimlerinde yüzde 15 mertebesine geriletmişti. Harici hiçbir gerekçeye ve komplo teorisine sığınmadan gerçekle yüzleşmek gerekir: Asiltürk-Kazan organizasyonu 1997’de 28 Şubat darbesine 1971’deki Demirel gibi değil, Ecevit gibi veya 2007’deki Erdoğan gibi karşılık verebilseydi o büyük mağduriyetin toplumsal karşılığı yüzde 15’lere gerileme biçiminde tahakkuk etmezdi. Bu yüzdendir ki SP’nin bugünkü (ve ne yazık ki şimdilik!) lideri olan Kurtulmuş’un siyasette ordunun varlığı ve ağırlığına yönelttiği itirazlar onu sosyolojik lider yapıyor ve söylediklerinin toplumsal etkilerini net biçimde görebilmemize imkan sağlıyor.
Şu halde Kurtulmuş yanılıyor olmalıdır: Toplumsal algı, SP’nin kongre sorunları ve yaşadığı kriz vesilesiyle bu partiyi merak ediyor değildir ve SP bu merak nedeniyle iktidarın sahici alternatifi de olamaz. Asıl merak edilen ve izlenen, sosyolojik bir lider olarak Kurtulmuş’un değişim meselesindeki kararlılığa, azme ve amaçlarına bağlılığının test edileceği bu krizde, soğuk savaş üslubunu ne pahasına olursa olsun sürdürmek isteyen eski siyasetin temsilcileri, sosyolojinin değil politik alanın figürleri olan Asiltürk-Kazan organizasyonuna karşı adımlarını sabit tutup tutamayacağıdır. Asıl umut, Kurtulmuş’un daha ülkenin değişimine sıra gelmeden önce kendi siyasi hareketinde değişim kararlılığını koruyup koruyamayacağına dikkat kesilmiştir.
Sosyolojiye ilişik olmanın tek alanı kuşkusuz siyaset değildir. Mesela her halükarda iktidarın yanında duran, hiçbir eleştiri ve muhalefeti olmayan, hatta bu yüzden mevcut iktidarın değişim ve reform girişimlerine katkı da sunamayan medyanın ve onun yazarlarının hiç merak uyandırmaması doğal değil midir? Bu tür gazetelerin satış rakamları bu hükmü doğrulamıyor mu? İktidara iliştirilmiş olmayı, bu iktidara oy veren sosyolojiye doğrudan hitap etme varsayımıyla eşitleyen yönetim anlayışı, 2007’den bu yana yüzde 40’lardan aşağı hiç inmemiş iktidarın oy oranından hayli uzakta satış rakamlarıyla durumu idare ediyorlar. Belki hiç anlayamadıkları mühim nokta, iktidara oy vermiş olsa da ortalama bir algı düzeyinin bile farklı, eleştirel ve alternatif bilgiye, habere, yoruma ve değerlendirmeye ihtiyaç duyduğu, bu tür bilgi ve marifete iltifat ettiği, bu merakının giderilmesini beklediğidir.
İltifata değer marifeti üretebilmenin ipucu, toplumsal algının önem hiyerarşisini doğru kavramak ve sosyolojiyle kuvvetli temas halindeki bakışaçısıyla yaşananları değerlendirmektir. Böyle bakıldığında, özellikle kriz anlarında şehirde ne düşündüğü merak edilen entelektüel, siyasetçi, bürokrat, bilim insanı, âlim ve kanaat önderi sayısı ve onların kent sosyolojisinin hislerine tercüman olacak yaklaşımlar serdedebilmeleri, o kentin niteliğini gösteren en güçlü veri olacaktır.