Bu yazıya Atina’dan sürgün edilen Aristo, ateşte yakılan Pisagor, ev hapsinde kör kalan Galileo, beyin kanaması sonucu felç olan Kopernik, bir otel odasında parasız pulsuz biçimde ölen Nicola Tesla, giyotinle kellesi kesilen Lavoisier, yakılarak öldürülen Bruno, ömrünün on dört yılını tutuklu geçiren Roger Bacon, sokaklarda yerde sürülüp taşlarla ezildikten sonra bedeni yakılan bilim kadını İskenderiyeli Hipatya, siyanürlü elmayı yiyerek intihar ettirilen Alan Turing, diri diri yakılan Miguel Servet; Rebeze çölüne sürülen Ebû Zer, işkence altında tövbe ettirildikten sonra öldürülen İbn-i Şenebuz, derisi yüzülerek öldürülen İbn-i Nablusî, yakılarak öldürülen Aynu’l-Kudât Hemedânî, deli taklidi yaparak hayatta kalan ve yoksul bir yaşam sürerek ölen İbn-i Heysem ile Londra’daki bir otel odasında zehirlenen Ali Şeriatî’nin büyük anısına sonsuz saygılarımla girizgâh yapıyorum.
Düşünmek değerli bir eylem olmasaydı Bruno ve Pisagor yakılmazlar, Galileo beyin kanaması geçirererek felç olmaz, Lavoier giyotinde kesilmez; İmam Azam hapiste öldürülmez, Taberî’nin evi başına yıkılmaz, Nesîmî’nin derileri yüzülmez, İmam Mâlik’in koları koparılmaz, Pir Sultan’ın kellesi kesilmez ve Şeyh Bedreddin çırılçıplak asılmazdı.
İslâm’ın antikapitalist yüzünü çağa haykıran tüm refîkler (yoldaşlar) ile onlara hem omuzdaşlık hem de rehberlik etmiş olan İhsan Eliaçık çağlar boyunca İslâm adıyla yürütülen her türlü sömürüye yine İslâm’ın öz kaynaklarından beslenerek itiraz etmiştir. Bu öylesine derinden bir itirazdır ki bu itiraz dinden beslenen tüm sahteliklere sarsılmaz bir darbe vurmuş; bir yandan Peygamber’den bu yana gelen ve içine mezhep taassubundan kavmiyetçi üstünlük yarışına kadar rekâbetler girdirilen, çeşitli sentezlemelerle merkezî yönetimlerin politik tercihlerine göre şekillenen, gelenek ve törelerin isteğine göre kesilip biçilen, tarîkât ve cemaatlerin kelle artırma ve güç devşirme plânlarına hizmet ettirilen eylemleri ortaya çıkarmış ve öte yandan kendi devamı için dost ve düşman üretenlerin isteğine göre konuşturulan, Kur’ân’ın mülkiyet meselesini zenginler ve hırsızlardan saklayan, Kur’ân’ın politik söylemleri ile Medîne Sözleşmesi’nin tarihsel ve güncel mesajlarını sansürleyen kişi ve toplulukların ipliğini pazara çıkarmıştır.
“Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın/yok edin insanın insana kulluğunu/bu dâvet bizim/Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine/bu hasret bizim” diyen Nâzım Hikmet ile “Memleket isterim/gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun/Kuşların çiçeklerin diyârı olsun/Memleket isterim/ne başta dert, ne gönülde hasret olsun/Kardeş kavgasına bir nihâyet olsun/Memleket isterim/ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun/Kış günü herkesin evi barkı olsun/Memleket isterim/yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun/Olursa bir şikâyet ölümden olsun” diyen Câhit Sıtkı’nın dizeleri antikapitalist Müslüman olan İhsan Eliaçık’ın idealine tercüman olmuş mısralardır. Çünkü bu satırlar hiçbir sözcüğü eksilmeden Kur’ân’ın devrimci idealini dile getirmektedir.
Hiçbir fikrin öldürülmediğine, darbe yiyen her düşüncenin daha kuvvetli geldiğine bizzat tarih şâhittir. İhsân Eliaçık, Ali Şeriatî’nin tanımladığı abdestli kapitalizme karşı Kur’ân’ın adâlet, kıst, hürriyet ve salât kavramlarının devrimci ruhunu hatırlatmış; yazdığı Yaşayan Kur’ân adlı meâliyle de Kur’ân’ın bu veçhesini ortaya koymaya çalışmıştır.
“Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı/Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı” mısralarının sahibi olması yanında İslâm’ın vicdân dizelerini yazan M. Âkif’e mesafe koyanlar ile İhsan Eliaçık’â hayat hakkı tanımayanlar aynı yolun yolcularıdır. Çünkü Âkif, mezhep taassubunu, şeyh ve efendilerin mânevî karizmalarına sığınan sûfîliği, sahteliklerle örülü evliyâ çarpıtmalarını Safahat’ta ezip geçmiştir.[1] Ayrıca “Sofuluk satıyorsun, elinde boy boy tesbih/Çevrende dalkavuklar; tapınır gibi la-teşbih/Sarık cübbe ve şalvar; hepsi istismar, riyâ/Şekil yönünden sanki Ömer’in devri güya/Herkes namaz oruçta, hepsi sözünü dinler/Zikir Kur’an sesinden, yerler ve gökler inler/Ha bu din, iman, takva; inan ki hepsi yalan/Sen onları kendine taptırırsın vesselam/Derdin davan sadece, hep nefsî saltanatın/Şimdilik putu sensin, tapılan menfaatın/Hey kukla kafalı adam, dinle sözümü tut/Bunların dilinde Hak; ama kalbi dolu put” mısralarıyla asırlardır halka kene gibi yapışmış ve halkı Kur’ânla buluşturmayan zihniyetleri yerden yere vurmaktaydı. Peki, kimdi bunlar? Onlar, şekilci Müslümanlık peşinde koşan, Kur’ân’ı anlamak yerine bir şeyhin eteğine yapışıp cennete gideceğine inanan, Kur’ân’ın sosyo-politiğini hiç bilmediği gibi İslâm devriminin ekonomi-politiğinden haberi olmayan, İslâm’ı rûhânî bir miskinlik yoluna dönüştüren ve mezhebi dinleştiren veya dini mezhepleştiren, hiçbir zaman kendi olamayıp bir sürüye mensup olmayı kurtuluş sanan zavallılardır.
Yaşayan Kur’ân meâlini Kur’ân dışı sayanlar, Elmalılı’nın “Meâl, te’vilden elde edilen ürün demektir, bir şeyi eksiltmek manasına da gelir; onun için örfe göre bir sözün anlamını her tarzda aynı şekilde değil de biraz noksanıyla kendinden elde edilen manaya göre söylemektir.”[2] sözlerine göre tüm mealler eksik, kültürel izler taşıyan ve çevirenin anlayışına göre biçimlenen metinlerdir. Bu tanıma göre hiçbir meâl makbul, isabetli, dosdoğru ve tek doğru unvanına sahip değildir. Eliaçık’ın yazdığı meâli eleştirenler Ehl-i Sünnet’in tek tip meâlini gösteremeyeceği gibi günümüzden 1.200 yıl geriye gidildiğinde bütünüyle birbiriyle uyumlu iki mealle de karşılaşamaz. Elmalılı’nın dediği gibi meâller çevirmenin donanımı, birikimi, hafızası, eleştirel veya teslimiyetçi okuması, yenilikçi veya tarihselci yaklaşımına göre anlam kazanır. Tefsirler de böyledir. Râzî’den Mâtürîdî’ye, Zemahşerî’den Elmalılı’ya, Tefhîmu’l-Kur’ân’dan Risâle-i Nûr’a kadar zengin bir miras vardır. Akıl, bilim, vicdân, tecrübe ve birikime değer verenler ile tek tipleştirmeye başkaldıranlar; çağların gelişen zihniyetlerinin yorum farkları ürettiğine inananlar tüm yasakçı bağnazlığı ve ilkel tekçiliği tuzla buz edecektir.
Târih, nurla zulmetin, mustazafla müstekbirin, hakîkatla yalanın, adâletle zulmün, vicdânla merhametsizliğin, ezenle ezilenin ve hakkı tutup kaldıranla haktan menfaat devşirenin mücadele alanıdır. Bu artı ve eksi kutupların harekete geçmesi tarihi oluşturur. Târih, ne zâlimi ne de mazlûmu unutur. Saklanan, dayatılan, ezberletilen, gömülen, unutturulan her düşünce ve yaşanmışlık, bir yerden ve bilinmeyen bir biçimde bir gün filiz verir. Tarih; fikre savaş açanlar, düşünceyi boğanlar, eserleri yakanlar, düşünürleri asanlar, vicdânları kanatanlar ve makamlara tapanların ibretlik âkıbetleriyle doludur. Nâmık Kemâl “Ne mümkün zulm ile bîdâd ile imhâ-yı hürriyet/Çalış idrâki kaldır muktedirsen Âdemiyetten” derken hiçbir gücün tekçilik sevdasına düşerek ve adâletin yolun keserek derinliğine kavramayı, gerçekle yüzleşmeyi engelleyemeyeceğini dillendirir. Mevlânâ’nın “Ağaca su vermek adâlet, dikeni sulamak zulümdür.” sözü de kendini tevhit yoldaşı ve Kur’ân savunucusu diye konumlayan herkesi yasakçılığın karşısında saf durmaya çağırır.
İhsan Eliaçık, mazlûmların ilki olmadığı gibi sonuncusu da olmayacaktır. Kuzu postuna bürünmüş kurtların sürü sahiplerini kandırdığı ve fırsat bulduğu ilk yerde çobanı yediği bir ortamda postu kaldırıp kurdu deşifre etmek her devrimci rûhun görevidir. Vicdân elçisi Muhammed, Mekke’de devrimci hareketine başladığında ilk olarak Dâru’n-Nedve’nin üstündeki postu kaldırmış ve asırlardır toplumun sırtında yük olmuş ve kokuşmuş bir düzenin irinini patlatmıştı. Peygamber’in bu eylemini yeniden ayağa kaldırma peşinde olan antikapitalist Müslümanlar ve İhsan Eliaçık, tarihsel misyonlarına uygun tavrı ortaya koymayı; vicdân, sağduyu, akıl, barış, eşitlik, dayanışma ve özgürlük çiçeklerinin tohumlarını ekmeyi sürdürecektir. Tâ ki yeryüzü gül bahçesine dönene kadar.
Tarih unutmaz ne demek?! Gözleri kızgın demirle kör edilip doğduğu köye sürülen ve orada perişan halde ölüme terk edilen Rûdekî, Gazneli Mahmut’tan yedi yıl kaçarak yaşayan İbn-i Sînâ, din ve felsefeyi birleştiren bir sentez kurmaya çalışması nedeniyle Çağrı Bey’in uzun süreli takip ve hışmından saklanarak yaşayan Nâsır-ı Hüsrev, Tuğrul Bey zamanında ders vermesi ve halkla iletişim kurması yasaklanan Cüveynî, Nizâmü’l-Mülk tarafından yedi yıl ordan oraya sürgün edilerek fiili işkenceye uğratılan Herevî, devletin aşırı vergilendirmesine başkaldıranları haklı bulduğu için Karahanlıların Özkent valisi tarafından isyancıları destekleme suçuyla zindana atılan Serahsî, Gerçek bilgiye akılla ulaşılacağını savunduğu ve muhalif bir politik duruş ortaya koyduğu için Moğolar tarafından öldürülen Ahî Evren, İlhanlılar tarafından öldürülüp malları ve kütüphanesi yağmalanan ve cesedi Tebriz sokaklarında dolaştırılan Fazlullah, halkı iktidâra karşı örgütleme suçuyla Akkoyunlu hükümdârı Yâkup oğlu Murat’ın emriyle evi yağmalanıp öldürülen Sadreddin Deştekî, Şeyhü’l-İslâm Kadızade Ahmet Şemseddin’in fetvasıyla rasathanesi donanmanın top atışıyla yıkılan ve saraydan kovulup yoksulluk içinde ölüme terk edilen Takiyü’d-dîn Dımaşkî, Ebu’s-Suûd’un verdiği zındıklık fetvayla öldürülüp cesedi bağlandığı bir atla yerlerde sürdürülen Muhyiddin Karamânî, sorgulanıp muhâkeme edilmeden Kânûnî’nin emriyle idam edilip malları Mısırlı yöneticiler tarafından paylaşılan Piri Reis, tarîkât şeyhlerinin müritlerini kaybetme endişesine kapılmaları üzerine şikâyette bulunmaları nedeniyle II. Selim’in emriyle idam edilen Bosnalı Bâlî Ağa hiç unutulabilir mi?
Padişah III. Mehmet Döneminde bazı âyetleri Sünnî bakış açısına ters biçimde yorumladığı ve yorumlarından dönmediği iddiâsıyla idam edilen Sarı Abdurrahman, Bayrâmî-Melâmî kimliğini kırk altı yıl gizlemek zorunda kalan ve I. Ahmet Döneminde öldüğünde gerçek kimliği ortaya çıkan İdris-i Muhtefî, Cihangir Şah’a secde biçiminde saygı göstermemesi nedeniyle bir kalede üç yıl hapsedilen İmam Rabbânî, 4. Murat Döneminde yaptığı roket nedeniyle ulemâ tarafından idama çarptırılan ancak Şeyhü’l-İslâm Yahyâ Efendi’nin insafa gelmesiyle Kırım’a sürgün edilip orada tek başına yaşaması kaydıyla ölüme terk edilen Lagari Hasan Çelebi, Kavalalı Mehmet Ali Paşa’yı zalim ve kıskanç, ordusunu da Moğol ordusuna benzetmesi nedeniyle önce oğlu ve sonra kendisi öldürülen Cebertî, IV. Murat’ın İznik kadısını idam etmesine karşı çıkan ve IV. Murat’ın katı davranışlarını onaylamadığı için idam edilen Şeyhü’l-İslâm Ahî-zâde, IV. Murat tarafından önce bir kese altın verilip ardından Cezâyir’e sürülen ve orada sekiz yıl oldukça kötü koşullarda yaşayarak ölen Hezâr-Fen Ahmet Çelebi, Hallâc-ı Mansûr’un düşüncelerine yakın olması nedeniyle 4. Mehmet Döneminde Şeyhü’l-İslâm Sun’izâde’nin fetvâsıyla boğulup cesedi Fenerbahçe’den denize atılan Sütçü Beşir Ağa, 4. Mehmet Döneminde Tanrı’yı inkâr etmesi ve kendilerine musırrîn[3] diyenlerin içinde önemli bir konuma sahip olaması nedeniyle Kadızâdelilerin etkisiyle sorgulanıp idam edilen Lârî Mehmed, Rumeli Kazaskeri Beyâzî-zâde Ahmet Efendi’nin recm kararını eleştirmesi nedeniyle IV. Mehmet’in emriyle başı kesilen Patburun-zâde Mehmet tarihten silinebildi mi?
Savaş politikası uygulayan Osmanlı siyasetini, savaş ekonomisi gereği halka ek vergiler koyan yönetimi eleştiren ve etrafında toplanana halkla birlikte 4. Murat’a başkaldırdığı için etrafındaki milis kuvvetler yenilince çıplak halde ata bağlanıp yerlerde sürülen, Şeyhü’l-İslâm Yahyâ Efendi’nin fetvâsı ve IV. Murat’ın emriyle başında siyah sarığı bağlıyken derisi yüzülüp bir eşeğe bindirilen, ordu içinde gezdirildikten sonra cellat Kara Ali’ye teslim edilen ve Kara Ali’ye verilen emir gereği Konya’da bu haliyle sokak sokak gezdirildikten sonra elleri, kolları ve ayakları demir tokmakla kırılıp parmakları, kulakları ve burnu kesilerek öldürülen Derviş Ahmet; Kânûnî’nin veziri İbrahim Paşa’yı eleştiren şiir yazdığı için idam edilen Figânî, IV. Murat devrinde önemli devlet adamlarından olan Bayram Paşa’yı Sihâm-ı Kazâ (Kazâ Okları) şiiriyle eleştirdiği için boğulduktan sonra cesedi İstanbul Boğazı’na atılan Nef’î unutuldu mu?
Padişah II. Süleyman’ı tedavi etmesine rağmen ölümünü engelleyemediği için azledilerek Yedikule zindanına atılıp orada ölen Hayâtî-zâde Mustafa Feyzî, veba salgınının sebebini tasavvufçulara yükleyen Kadızâdelilerin etkisiyle II. Ahmet Döneminde Limni adasına sürgün edilip ayağı prangalı biçimdeyken zehirlenerek öldürülen Niyâzi Mısrî, II. Mahmut Döneminde Osmanlının Bosna-Hersek’teki adâletsizliklerini eleştiren şiirler yazdığı için Bosna valisi Celaletin Paşa tarafındaan idam edilen İlhâmi Baba; Yeniçeriliğin kaldırıldığı ortamda dinsizlik, sapkınlık ve düzeni bozma unsuru kabul edilen Bektâşîlik nedeniyle öldürülmesine fetvâ verilip II. Mahmut’un emriyle Aksaray meydanında asılan Bektâşî şeyhi Derviş Esad Baba; II. Mahmut Devrinde sorgulanmasında Müslümanım demesi ve kelime-yi şehâdet getirmesi yalan beyan olarak kabul edildiğinden Bektâşî olması nedeniyle Üsküdar’daki Bektâşî tekkesi önünde idam edilen Kıncı Baba; II. Mahmut tarafından Sadrazam Hamdullah Paşa’yı eleştirdiği için Keşan’a sürülen, donanma gücü yeterli olmadığından Osmanlı-Rus savaşının yapılmaması gerektiğini söylediği için de önce idama mahkûm ettirilip sonra Sivas’a sürülen Keçecizâde izzet Molla unutulabilir mi?
Abdülmecid Döneminde Sünnîliğe ters anlayış sahibi olmak ve bozgunculuk çıkarmak suçlamasıyla Amasya’ya sürülen Hacıbektaş’ın Bektâşî şeyhi Hamdullah; Saadet gazetesinde çıkan “Bahar Gelmeyecek mi?” başlıklı şiiri yüzünden Yıldız Sarayı’nda sorgulanan, Paris’te çıkan Meşveret Gazetesi’nde II. Abdülhamit aleyhinde çıkmış “Sultan Hâmid”e başlıklı şiir evine yapılan bir baskında bulununca Sivas’a sürülen İsmâîl Safâ; kelâmî tartışmaları gereksiz görüp Kur’ân dışında kimseye önderlik verilmemesini savunan, Kur’ân’ın mezhepleri onay makamı yapıldığını söyleyen, Mısır yönetimini eleştiren ve zehirlenerek öldürülen Muhammed Abdûh unutulabilir mi?
Padişah II. Abdülhamit’in baskılarına karşı Meşrutiyetçi olduğundan sürgün, hapis ve memurluktan atılma cezaları alan; Hikmet Gazetesi’nin 74. sayısında II. Abdülhamid’e karşı “Açık Arzuhal” başlıklı yazısı nedeniyle gazetesi kapatılıp sıkıyönetim mahkemesinde yargılanan; halkı yanıltma, siyasi otorite hakkında hakla yanlış bilgiler verme, zihinleri bulandırma, halk arasında fitne çıkarma ve halkı padişaha karşı tahrik etme suçlamalarıyla gazetecilik yapması yasaklanıp Kastamonu’ya sürülen ve sürgün dönüşünde İstanbul’da zehirletilerek öldürülen Filibeli Ahmet Hilmi’yi kim unutabilir?
Padişah II. Abdülhamid’in saray vâizliğine getirilmesine rağmen doğruları söylemekten çekinmediği için Kemah’a sürülen, II. Abdülhamid tahttan indirilince Sultan Reşat’ın isteğiyle saray vâizliğine gelip hem İttihatçıları hem de Sultan Reşat’ı eleştiren bir eser yazan,[4] bu kitap sebebiyle halkı devlete karşı tahrik etme cezasıyla idama mahkûm edilip sonra Kemah’a sürülen ve Kemah’ta halkla teması yasaklanan, Cumhuriyet’in ilanından sonra Ankara’ya giderek doğru bildiklerini söyleyip yeni sistemin yöneticilerini eleştirince İstiklâl Mahkemeleri tarafından idamına karar verilen, ancak asılmadan önce ölen Kemahlı İbrahim Hakkı unutulabilir mi?
Tüm tüm din ve ideolojilerin vicdân ve sağduyu sahibi olan bugünkü yoldaşları; seslerin kısılmasına, özgürlük türkülerinin dağların eteklerinden zirvelerine doğru yansımasına, eşitlik ve kardeşlik hukûkunun sokaklarda burcu burcu kokmasına, dayanışma ve destekleşme rûhunun dünyanın her yanını kapsamasına, barış ve güvenin ufukları sarmasına koşmalı; yüreğini ortaya koyarak yerlerde sürünen vicdânı ayağa kaldırmalıdır.
Tüm yasakçılara önerim: Sesinizi yükseltmeyin, sözünüzü yükseltin. Kur’ân “Varsa sözünüz, en güzelini siz söyleyin.”[5] derken “başkalarının sözünü kısın, kimseye konuşma hakkı tanımayın.” demiyor. Bu nedenle din adına yasakçılık üretenleri daha etkili, daha sağlam argümanlı söz söylemeye çağırıyorum. “Tanrı, güzel bir sözü bir benzetme içinde örneklendirirken kökü yerde sapasağlam duran, dalları göklere yükselen ve tüm zamanlarda meyve veren alımlı bir ağaca benzetir.”[6] âyeti güzel söz söylemeyi veya sözün güzelinin peşine düşmeyi önerir; çirkinlik, iftirâ, yalan, kötülük ve kılıfına uydurulmuş vicdânsızlık içeren kötü sözlerden insanlığı sakındırıyor.
İhsan Eliaçık’ın Yaşayan Kur’ân meâlini veya bir başka meâli yahut birilerinin hoşlanmadığı bir kitabı yasaklamak hatta yakmaya çalışmak Kur’ân, Medîne Sözleşmesi ve Vedâ Hutbesi ile asla uyuşamaz. Evrensel hukûkla zaten bir araya gelemez. Bir fikir, ancak daha güçlü bir fikirle söndürülebilir. Fikri olmayanlar kılıçla, sözü olmayanlar kavgayla mücadele etmeye çalışır.
_____________________________________________________________________
[1] Sürdüler Türk’e tasavvuf diye olgun şırayı/Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı Dayı
[2] Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Mukaddime, 1. Cilt, Meâl Maddesi, sadeleştienler: İsmail Karaçam, Emin Işık, Nurettin Bolelli, Abdullah Yücel, Azim Dağıtım, İstanbul.
[3] Musırrîn: Düşüncesini saklayanlar.
[4] Şemsü’l-İrşâd li Sultan Reşâd
[5] İsrâ, 53/Yegûlu’l-letî hiye ahsen(u)
[6] İbrâhîm, 24-25/Elem tera keyfe daraba’l-lâhu meselen kelimeten tayyibeten ke-şeceratin tayyibetin aslu-hâ sâbitun ve fer’u-hâ fî’s-semâi tu’tî ukule-hâ kulle hîn(in)