Bu diyarın ne Kemalistlerinin, ne liberallerinin, ne de bir iki istisna dışında sosyalist düşüncesinin yerli ve yerleşik Müslüman kültürle temas kurmaksızın, hatta buna ihtiyaç bile duymaksızın toplumsal siyaset yapmaya çalışmasının bildiğimiz tek anlamı, bu kültürü Avrupa aydınlanmasının kültürüne râm etmeye çalışarak siyaset yapılabileceğini inanılıyor olunmasıdır. Hal böyle olunca siyaset sahasının bütün seçenekleri, dayatmacı ve tek hakikatçi Avrupa aydınlanmasının tarihsel geçmiş, kavram, simge, örnek ve araçlarını kullanarak siyaset yaparken ister istemez yerli ve yerleşik kültürün yabancısı olmaktan kurtulamamaktadırlar.
Sınıfsal çelişki ve çatışmaların uzlaşma yöntemi olarak demokrasiyi ilke haline getirip oradan evrensel değer ve hüküm çıkartan bu yabancılaşma, adeta bu kültürel havzada hiç siyaset yapılmamış, hiç yönetim tecrübesi yaşanmamış ve üretilmemiş, hiç farklılıkların birarada yaşaması üzerine kafa yorulmamış, hiç sosyo-politik teori geliştirilmemiş gibi davranmakta, kendisinin bu konudaki cehaletini yerli ve yerleşik kültürün birikimsizliği biçiminde yansıtmaktadır.
İslam’ın teorik metinleri ve Müslümanların tarihsel tecrübesini verili referans çerçevesi olarak kullanmayan herhangi bir siyasi bakış açısının bu topluma özgü, ona uygun ve onun istikbal umudu olabilecek hiçbir çözüm üretememesinde ve üretemeyecek olmasında bu yüzden şaşılacak bir yan yoktur.
Kuşkusuz, anayasada “kimsenin devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandıramayacağı”nı hükme bağlayan çarpık laiklik tarifinin yerli ve yerleşik kültürün elini kolunu tutup yabancı bir kültürden, yani Hıristiyan-Yahudi Avrupa geleneğinden devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzeni için (kısmen de değil, tamamen!) iktibas yapılmasının kapısını ardına kadar açmakla, yukarıda belirlemeye çalıştığımız sorunun doğmasında birincil sebebi oluşturduğu düşünülebilir. Laiklik, devletin belli bir inancın veya bir inancın belli bir yorumunun iktidar tekeli haline getirilip diğer inanç ve yorumların baskı altına alınmasını önlemesi gereken bir hukuki zemin olacakken, İslam kaynaklı yerli ve yerleşik kültürün siyasi kültürden uzak tutulması, buna karşılık Hıristiyan-Yahudi Avrupa kültürünün zorla egemen kılınmasının aracı yapıldığında, bu egemen dünya görüşünün eğitiminden geçmiş insanlar nasıl kendi kültürel vasatları içinde entelektüel düşünce üretebileceklerdir ki!
Bu tespit, aynı zamanda Türkiye’deki sosyalist solun, Avrupa tarihinin gerçekliğiyle doğrudan ilgili ve o tecrübenin kavram, yöntem ve simgeleriyle kendini ifade eden sosyalizmi, içinde faaliyet gösterdiği yerli ve yerleşik kültürün tarihsel birikim, kavram, örnek ve simgeleriyle neden ifade edemediğini; bunu yapamaması bir yana, nasıl olup da hem halkçı ama aynı zamanda hem de kendini ve toplumunu yabancılaştıracak bir sürecin mücadelesini dava haline getirebildiğini sorgulatabilmelidir.
Bu elbette ki yalnızca laik, liberal, Kemalist ve sosyalist kesimlerin problemi değildir ve Müslüman kültürün tecrübesi içinde Haricilik, Vahhabilik, Selefilik gibi isimlerle anılan (günümüzde de Taliban ve el-Kaide’nin taşıyıcısı olduğu) siyasi çizgi, en az Avrupa aydınlanmasının muhtelif taşıyıcıları kadar yabancılaştırıcı, dayatmacı ve tek hakikatçi dünya görüşüyle yerli ve yerleşik kültürü yok saymakta ve o kültürü verili çerçeve olarak kabul etmek yerine yukarıdan aşağıya doğru dönüştürmeyi yöntem olarak benimsemektedir.
Bu nedenledir ki, İslam’ın siyaset felsefesinin hilafet-itaat rejimi ve kültürü ürettiğini varsayan yanlış fikir, hem Avrupa aydınlanmacılığına itikat eden siyasi kesimlerde, hem de modern selefiliğe itikat eden kesimlerde ortak kabül olarak kendini gösterebilmektedir. Ayrıca yerli ve yerleşik kültüre yabancı aydınlanmacılar da, modern selefiler de hilafet rejiminin aksine tek tek bireylerin özgürce seçimini esas alan biatı kayıtsız şartsız itaat rejimi olarak tarif etmekle tarihsel bakımdan hilafet rejimi ile biat rejimi arasındaki farkı göremediklerini de ortaya koymuş olmaktadırlar. Saltanat nizamının ortaya çıkmasına yol açan hilafet yöntemi yerine Hz. Peygamber’in Akabe (621 ve 622 yıllarında) ve Medine’de (622) takip ettiği biat/seçim yöntemi devam edebilseydi muhtemelen İslam’ın siyaset teorisi bu kadar kolay saltanatçı fikriyatın hakimiyeti altına girmezdi.
Bu konuları inceleyip sonuçlar çıkartabileceğimiz tarihsel örnekler, Hz. Peygamber’in vefatının hemen sonrasında başlayan tartışmalı süreçlerin eleştirel düşünceyle araştırılmasına bağlıdır ve özellikle büyük imamlar döneminden (İmam-ı Azam, İmam Malik ve diğerleri / 8. yüzyıl) sonra ortaya çıkan Sünni kelamı (11. yüzyıl) oluşurken eleştirel düşüncenin önüne dikilen sözde itikadi engeller yüzünden önce Emevi, sonra da diğer saltanatçı gelenekler dirençle karşılaşmadan rahatlıkla oluşabilmiştir.
Saltanatçı gelenek içinde biatın sembolik ve seremonik şeklinden öte anlamı kalmaması, bugün halkın yönetime katılımı bahsinde sadece Avrupa tarihsel tecrübesinde, üstelik de sınıfsal çatışmaları uzlaştırmakla sınırlı ve Roma pagan (çok tanrıcı) kültüründen devşirilmiş bir formül olarak demokrasinin yegane ve en mükemmel çözüm sıfatıyla Müslüman mahallesinde şöhret kazanmasına yardımcı olmuştur. Oysa birinci halife Ebubekir’in seçiminden başlayarak üçüncü halife Osman’a kadar yaşanan gelişmelerin ve nihayet bu dönemde hilafet rejimine karşı, babası İslam’ın ilk şehidi olan seçkin sahabi Ammar b. Yasir ve birinci halife Ebubekir’in oğlu Muhammed b. Ebubekir’in liderliğinde başlayan ve çok sayıda sahabenin katılımıyla meşruiyeti tartışmasız hale gelen halk ayaklanmasından sonra hilafet rejimine son verilmesinin ardından dördüncü halife Ali ile Hz. Peygamber’den sonra ilk kez biat rejimine dönülmesinin eleştirel değerlendirmesinden yepyeni bir siyaset teorisinin başlangıç ilkeleri çıkartılabilirdi.
Müslümanların tarihsel siyasi tecrübesinin hilafet-itaat ve biat-seçim arasındaki gerilim, çelişki ve çatışmanın ürünü olduğunu; ıslah, ihya ve tecdid hareketleri sırasında daima saltanatçı siyasi çizgiye itiraz ve biat fikrinin canlandırılmasıyla işe başlandığını hatırlayalım.
Hilafet-itaat rejimi ve fikriyatı seçimden ziyade atamaya (nasb), saltanata ve eşitsizliğe; biat-seçim düşüncesi ise adalet, eleştiri/sorgulama ve eşitlik ilkesine dayalıdır. Müslüman siyaset tecrübesinde saltanatı icat eden Muaviye b. Ebu Süfyan’ın biat geleneğine değil, hilafet geleneğine atıfta bulunarak meşruiyet kurması, onun sarayından beslenen ulemanın da bu faraziyeyi siyaset teorisine dönüştürerek fıkha dahil etmeleri bugün elimizdeki dinî siyaset kültürünün temellerini atan kritik gelişmelerdir. Öyle olmasaydı oğul (şehzade?) Erbakan, “muhterem babama itaatsizlik edilmiş” sözünü meşruiyet krizinin sebebi olarak nasıl bu kadar kolay ve rahat dile getirebilir ve SP içindeki ayrışmada Asiltürk-Kazan organizasyonuna bağlılık hissedenlere, uğruna mücadele edecekleri davayı nasıl bu şekilde sipariş verebilirdi? Bu zihinsel iklimin, itaat ile hilafet/saltanat arasında doğrudan bağ kurmaktan, ilkeye değil şahsa odaklı olmaktan ve eleştirel tarih bakışına değil total klişelere bağlı kalmaktan başka çaresi yoktur.
Türkiye’de yeni, yepyeni bir siyaset felsefesi/teorisi yapabilmek ve bu dünya görüşünün pratiğini hayata geçirebilmek için Avrupa aydınlanmasını muhtelif başlıklar altında (Batılılaşma, modernleşme, AB vs.) içselleştirmeye uğraşıp ille de yabancılaşmak zorunda olmadığımızı, kendi yerli ve yerleşik kültürümüzün analitik değerlendirmesine yeterli vakit ve mesaiyi harcadığımızda görebileceğiz.