Meltem CAN
Kur’an, Müslümanlar için ilahi bir rehberdir; adaleti, merhameti ve insan onurunu merkeze alır. Kur’an’ın mesajları, tarih boyunca onu yorumlayan insanların anlayışına, niyetine ve yaşadıkları toplumun yapısına göre şekillenmiştir. Özellikle kadınlarla ilgili ayetler söz konusu olduğunda, Kur’an’ın eşitlikçi ruhu çoğu zaman görünmez hale gelmiş, onun yerine ataerkil anlayışlar öne çıkarılmıştır. Bu durum, Kur’an ile tefsir geleneği arasında ciddi bir uçurum yaratıyor.
İslam tarihi boyunca Kur’an’ı yorumlayanların hemen hepsi erkekti. Bu erkekler, dönemin sosyo-kültürel yapısında yetişmiş, kendi toplumsal normlarını “doğal” ve “doğru” kabul etmişlerdi. Bu yüzden Kur’an ayetlerini açıklarken, çoğu zaman kendi erkek merkezli bakış açılarını ilahi mesajın önüne koydular ve kadınlar hakkında olan ayetler ya bağlamından koparıldı ya da sınırlayıcı anlamlara hapsedildi. Sorun Kur’an’da değil, onun yorumlanış biçimindedir. Tefsir dediğimiz şey, insan ürünüdür. İnsan ise sınırlı, önyargılı ve çoğu zaman kendi çıkarlarına uygun biçimde düşünmeye eğilimlidir. Bu nedenle Kur’an’ın yorumlanması sürecinde erkek egemen kültürün izlerini görmek şaşırtıcı değildir. Asıl problem, bu yorumların “değişmez dini gerçek” olarak sunulmasıdır.
Bir şeyin geleneksel ya da çok yaygın olması, onu hakikat yapmaz. Kur’an ile yorum, din ile kültür, gerçek ile algı arasına mesafe koyabilmek gerekir. Her insan, tanrıyı kendi gözleriyle görmeye çalışır; Onu kendi zihin dünyasında kavrar ve anlamlandırır, kendi diliyle tanımlar, kendi ihtiyaçlarıyla çağırır, kendi korkularıyla şekillendirir Velhasıl, Tanrı, kendi zihin dünyamızın yansımasıdır. Herkesin tanrısı biraz kendine benzer. O halde insanlar nasıl kendi tanrısının evrensel olduğunu varsayıp başkalarının tanrısını yok sayabilir?
Bu sorunun cevabı, inançla hakikat arasındaki farkta yatar. İnanç, öznel bir bağlılıktır; hakikat ise evrensel olma iddiası taşır. Ancak biz çoğu zaman kendi inançlarımızı hakikatmiş gibi sunarız. Kendi kutsal anlayışımızı norm kabul edip, diğerini sapkın, eksik ya da yabancı ilan ederiz. Oysa Kur’an’da, “Eğer Allah dileseydi hepinizi tek bir ümmet yapardı” (Maide 48) buyurularak farklılıkların Allah’ın takdiri olduğu vurgulanır. Bu nedenle dinî çoğulculuk sadece bir hoşgörü meselesi değildir; Tanrı’ya giden yolların tek olmadığı, kutsala ulaşma biçimlerinin toplumlara, dillere, bireylerin iç dünyalarına göre değişebileceğini kabul etme cesaretidir. Bugün Müslümanlara düşen sorumluluk, Kur’an’ın çağlar üstü ruhunu tekrar görünür kılmaktır. Bu da ancak yorumun, gelenekten değil, adaletten, merhametten ve insan onurundan beslenmesiyle mümkündür. Kur’an’ın birçok ayeti insanlara “akletmeyi”, “düşünmeyi”, “öğüt almayı” salık verirken, biz neden tekrarı hikmete tercih ediyoruz?
Kendimize sormamız gereken soru şu:
“Ben gerçekten anlamaya mı çalışıyorum, yoksa sadece inandıklarımı savunmaya mı?”
Hakikat, çoğu zaman sabit bir varış noktası değil, sürekli derinleşen bir yoldur. Yolda kalmak, uyanık kalmak, samimi kalmak – hakikate en çok yaklaşan tutum budur.