Yunanistan’daki faşist cuntanın saldırılarına karşı NATO üyesi Türkiye’nin adaya askerî müdahalesi, önce ABD başkanı Lyndon Johnson’ın İnönü’ye ünlü mektubuyla kesilmiş, ardından 1974’te Ecevit’in başbakanlığı döneminde yapılan müdahale sonrası ABD Türkiye’yi ağır ambargolarla cezalandırmıştı. Bu hafta, Kıbrıs sorununu ele alarak, Türkiye’nin bugün de benzer dinamiklerle süren ABD ile bağımlılık ilişkilerinin arka planını ve tarihsel seyrini okurlarımıza hatırlatıyoruz.
1960’larda ve 70’lerde Kıbrıs’ta Türklere yönelik saldırı ve katliamlar, adanın dışına çıkarak Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve ABD arasında bir siyasi gerilim oluşturmuştu.
Yunanistan’daki faşist cuntanın saldırılarına karşı NATO üyesi Türkiye’nin adaya askerî müdahalesi, önce ABD başkanı Lyndon Johnson’ın İnönü’ye ünlü mektubuyla kesilmiş, ardından 1974’te Ecevit’in başbakanlığı döneminde yapılan müdahale sonrası ABD Türkiye’yi ağır ambargolarla cezalandırmıştı. Bu hafta, Kıbrıs sorununu ele alarak, Türkiye’nin bugün de benzer dinamiklerle süren ABD ile bağımlılık ilişkilerinin arka planını ve tarihsel seyrini okurlarımıza hatırlatıyoruz.
YUNANİSTAN’DA FAŞİSTLERİN YÜKSELİŞİ
Kıbrıs’ın birliği, Türk ve Yunan bölgelerinin statü sorunu, 20. yüzyılın başından beri Türkiye için siyasal ve diplomatik bir kriz olageldi. ’93 Harbinin ardından Osmanlı’nın İngilizlere “kiralanan” adanın kaderi, 20. yüzyılda ise İngiliz kontrolüne karşı Kıbrıslı Rumların ayaklanmasının ardından ise 1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti ismiyle bağımsız oldu. Esasında, 2. Dünya Savaşını ağır bir yıkımla kapatan İngiltere, savaş sonrası birçok sömürgesinden çekiliyor, tüm bu bölgeleri de ABD’nin örtülü hegemonyasına bırakıyordu.
Ancak Kıbrıs’ta Rumların kazandığı bağımsızlık, yine 2. Dünya Savaşının sonunda ülkede ortaya çıkan siyasi durum ve iç savaştan bağımsız değildi. Ülkede, Nazi Almanya2sının işgaline karşı hem devrimciler, hem de sağcı örgütlenmeler mücadele vermiş, işgal büyük ölçüde de Yunan Köylülerinin örgütlediği antifaşist Halk Kurtuluş Ordusunun mücadelesi ile kırılmıştı. Ancak savaşın sonunda ülkenin kaderini işgale karşı mücadele veren Yunan halkı ve örgütleri değil, Yalta konferansındaki dünya liderleri vermiş ve Yunanistan yeniden Britanya’nın etki alanına bırakılmıştı. Hem İtalyan hem de Alman ordularına karşı büyük bir direnişi örgütleyen devrimci milisler ise ABD, İngiltere ve SSCB arasındaki jeopolitik denge gözetilerek verilen bu kararı kabul etmemiş, 2. Dünya Savaşından sonra ülke 1946’dan 1949’a kadar devrimciler ve faşistler arasında geçen kanlı bir iç savaşa sürüklenmişti. Yine Britanya’nın desteği ile iç savaşın bastırılmasının ardından tamamen egemenliği kırılan Yunanistan, on yıldan fazla bir süre siyasi istikrarsızlıklarla çalkalanmış, 1967 yılında ise faşist bir cunta örgütlenmesi darbeyle iktidarı ele geçirmişti.
Tüm bu çalkantılı süreç içerisinde, Kıbrıs konusu özellikle Yunan milliyetçileri açısından büyük Yunanistan planının bir parçası olarak önemseniyordu. Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması, Türk nüfustan arındırılması fikri, yeni bağımsız cumhuriyet ile uyuşmuyordu. Hakeza 2. Dünya Savaşı ve iç savaşta faşist milisleri örgütleyen Grivas’ın kurduğu EOKA örgütü, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması, ülkenin Bizans dönemindeki topraklarına dönmesini savunuyordu. Filistin’de Araplara yönelik terör saldırıları düzenleyerek İsrail’in kuruluşunda rol oynayan Siyonist İrgun örgütünü model alan EOKA, önce adada İngiliz varlığını hedef alan saldırılarda bulunmuş, Kıbrıs’ın hem Türk hem de Rum toplumunun hükümetinde söz sahibi olduğu bir bağımsız cumhuriyetin kurulmasının ardından ise tamamen Yunanistan’ın parçası olması hedefiyle anayasa değişikliği ve kanlı bir etnik temizlik planlanmıştı.
Cumhuriyetin kurulmasının ardından, EOKA örgütünün etkili isimlerinden Makarios’un başbakanlığı ile birlikte Kıbrıs’ta faşistler, Akritas Planı adı verilen planla cumhuriyetin yapısının değiştirilmesi ve adanın tamamen Rum kontrolüne alınarak Yunanistan’a geçirilmesi için saldırılara geçti.
EOKA’nın kurulmasının ardından adadaki Türkler de Demokrat Parti döneminde TSK ile iltisaklı, eğitimlerinden finansmanına, örgüt yapısına kadar ordunun tasarrufunca belirlenen Türk Mukavemet Teşkilatı adı verilen silahlı bir direniş örgütü kurmuştu. EOKA’nın Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlama emelinin karşısında TMT ise Taksim Planı denilen bir planla Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’nin bir kenti olması gerektiğini savunuyordu. EOKA’nın hedeflerini gizlememesi sebebiyle adadaki Rumlar kadar Türkler de kendilerine yönelecek bir saldırıyı beklemekteydi.
1963 yılında ilk saldırılar başlarken de Makarios liderliğindeki paramiliter EOKA, Yunanistan faşistlerin yönlendirmesi ile 1963 yılında adadaki Türk halkına yönelik saldırısı, Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerilimi körükledi. Tarihe Kanlı Noel olarak geçen saldırıda resmî rakamlara göre 364 Türk, 174 Rum yaşamını kaybetti, kimi rakamlara göre 9, kimi rakamlara göre ise 25 bine yakın Türk köylerini terk etmek zorunda kaldı. Toplam 103 Türk köyü boşaltıldı, saldırılar Kanlı Noel’in ardından da sürmeye devam etti. Saldırıların siyasi sonucu, Türk bölgesinin sınırlandırılması, Türklerin hükümetteki konumlarının ve seyahat haklarının kısıtlanması oldu.
Kıbrıs’ta yaşanan kanlı saldırı, Türkiye’de büyük ses getirdi. Adanın statüsü ve Kıbrıslı Türklerin durumu Osmanlı döneminden beri çözümsüzlüğünü korurken, EOKA’nın faşist saldırısı sonrası, ülkede askerî müdahale seçeneği gündeme geldi.
TÜRKİYE’DE AMERİKAN HEGEMONYASI
Ege denizinin karşı kıyısında ise 2. Dünya Savaşı sonrasında yeni bir siyasal süreç başladı. 1945’te galip çıkan ABD, Avrupa’nın kendi hegemonyasında yeniden inşasına başlarken, Türkiye’nin konumu da yeni Soğuk Savaş dengeleri içerisinde belirginleşti. Bu çerçevede Almanya, İngiltere ve Fransa başta savaşın büyük bir tahribat yarattığı Avrupa ülkelerinin Sosyalist Blok karşısında güçlendirilmesini esas alan yardım politikaları devreye sokuldu. Öte yandan Sovyetler çeperindeki ülkeler askerî ve ekonomik yardımlarla Amerika’nın ileri karakolu haline getirildi. Yunanistan ve Türkiye’nin konumunu belirleyen strateji de buydu: komünizmin askerî üsler ve sadık müttefiklerle çerçevelenmesi ve dolaylı savaş stratejisi.
Türkiye ile bu kapsamda ilk olarak İnönü başbakanlığı döneminde 1947’de “Türkiye’ye Yapılacak Yardım Hakkında Anlaşma” imzalandı. Türkiye’nin yeni dünya düzeni içerisinde Amerikan hegemonyasına dahil oluşunun ilk adımı bu anlaşma oldu. Anlaşma ile ordunun eğitim ve teçhizatlanması Amerika’ya bağımlı hale getirilecekti. Truman Doktrini çerçevesinde yapılan bu yardımlarla başlayan sürecin bir sonraki aşaması Türkiye’nin NATO’ya dahil edilmesi oldu.
Amerika, Sovyetler Birliği’ni askerî olarak dengelemek ve kuşatmak için çeper ülkelerinde askerî üsler oluşturma politikası izledi. Buna bağlı olarak imzalanan ikili anlaşmalarla Türkiye’de Amerikan ve NATO üsleri kuruldu.
Bu kapsamda, önce Demokrat Parti iktidarıyla Türkiye’nin Kore savaşında dahil olmasıyla NATO’ya üye olma süreci başladı. 1951’de İncirlik Üssünün kurulmasıyla başlayan süreçte ABD ve NATO üsleri ülkenin dört bir yanına hızla yayıldı.
1957 yılında dönemin ABD başkanı Dwight Eisenhower, tarihe “Eisenhower Doktrini” olarak geçecek yeni Amerikan stratejisini kongreden geçirdi. Buna göre komünizme karşı müttefik ülkelere ekonomik ve askerî yardımların yapılmasının yanı sıra, komünist bir ülkenin doğrudan ya da dolaylı saldırısına karşı Amerikan ordusunun doğrudan müdahalesini de içeriyordu. Bu strateji kapsamında dolaylı saldırı kuramı gündeme geliyordu. Dolaylı saldırı, emperyalist sistem içinde yer alan ülkelerdeki düzene karşı her tür muhalefet hareketinin “ABD’nin güvenliğine yönelik dolaylı bir saldırı” olarak kabul ediyor ve bu muhalefet hareketlerini bastırmak üzere ABD’nin askerî müdahale hakkını garanti altına alıyordu.
Bu strateji kapsamında Türkiye ile ABD arasında imzalanan 5 Mart 1959 antlaşması da ABD’ye tehdit gördüğü durumda Türkiye’ye askerî müdahale hakkını da vermiştir.
Dolayısıyla ABD ile bağımlılık ilişkileri, ilk elden askerî ve ekonomik yardımlarla başlamış ve birkaç yıl içerisinde Türkiye’nin egemenlik hakkı, anlaşmalar eliyle ABD’nin çıkarları çerçevesinde sınırlanmıştır. Genç cumhuriyetin geleceğini bundan sonraki yıllarda, Amerikan çıkarları ve bu emperyalist çıkarların aleyhine şekilde gelişen toplumsal hareketler arasındaki gerilim belirlemiştir.
Ancak Kıbrıs’ta 1963 yılında EOKA eliyle örgütlenen etnik saldırılar, Türkiye’yi bir yol ayrımına sürükledi. Bu tarihte başbakan yeniden İnönü olmuştu, 27 Mayıs’ın Demokrat Parti iktidarını devirmesi ile başlayan yeni süreçte, değişmeyen tek şey ABD ile bağımlılık ilişkileriydi. Nitekim 27 Mayıs cuntası, her ne kadar Amerikancı Menderes hükümetini devirip, ardından 1961 yılında Türkiye tarihinin en demokratik anayasasını yürürlüğe koymuş olsa dahi darbe bildirisinde NATO ve CENTO’dan çıkılmayacağını taahhüt etmek mecburiyetindeydi.
Bu siyasal atmosferde, 1940’larda ABD ile ilk ekonomik-askerî ilişkileri kurmuş olan İnönü, ülkenin Washington’ın kontrolüne adım adım geçişinin birinci elden tanığı olarak, attığı imzalardan pişmandı. Ülkenin askeri, bürokratı, politikacısı Amerikan burslarıyla Atlantik’in öte yanında eğitim görerek ülkede önemli pozisyonlara giriyor, İnönü’nün deyimiyle; verilen bir emir bürokratlara geçmeden önce Amerikalılar tarafından öğrenilip, müdahale ediliyordu. Bu cendere içerisinde, uzun süredir bir gerilim noktasına dönüşmüş Kıbrıs’taki Türklere yönelik katliamları önleme amacıyla askerî müdahaleye karar verilmiş, ancak müdahalenin önündeki ilk engel Yunan tarafı ya da EOKA değil, ABD olmuştu.
JOHNSON’IN ÜNLÜ MEKTUBU
Dönemin Amerikan başkanı Lyndon B. Johnson, İnönü’ye hitaben 4 sayfalık bir mektup kaleme alarak, Kıbrıs’a müdahale edilmemesi için açıkça tehdit etmiş, son derece üslupsuz bir dille Türkiye uyarılmıştı.
Türkiye’nin Kıbrıs’a askerî müdahalede ABD’nin NATO savunması için verdiği silahları kullanamayacağını bildiriyordu. ABD’den izin alınmadıkça o silahları kullanmasının olanaksız olduğu ifade ediliyor, böyle bir müdahalenin Ortadoğu’daki siyasal dengeleri bozabileceği, bir büyük savaş olasılığına yol açabileceği, Sovyetler’in daha dinamik bir davranış göstermesine yol açabileceği vurgulanıyordu. Eğer Türkiye buna karşı askerî müdahale yaparsa ABD Akdeniz’de üstlendirdiği 6. Filo ile bu müdahaleyi önleyeceği tehdidinde bulunuyordu:
“ÖNCE NATO’YA BAĞLILIK”
“Aslına bakılırsa, Türkiye için Amerika Birleşik Devletleri gibi, yıllar boyunca sadakatle desteğini gösteren bir müttefike, birçok sonucu olacak tek taraflı bir kararı sunmanın, hükûmetiniz için uygun olduğuna gerçekten inanıp inanmadığınızı kişisel olarak soruyorum. … Ayrıca NATO yükümlülüklerine dikkatinizi çekmeliyim Sayın Başbakan. Kıbrıs’a Türk müdahalesinin Türk ve Yunan güçleri arasında bir askerî muharebeye neden olacağına dair şüpheniz olmasın.
NATO’ya bağlılık, özünde NATO ülkelerinin birbirlerine karşı savaş ilan etmeyecekleri anlamına gelir. Almanya ve Fransa yüzyıllardır süren kin ve nefreti NATO müttefiki olmak için unuttular, Yunanistan ve Türkiye’den daha azı beklenemez. Üstelik Türkiye’nin Kıbrıs’a askerî müdahalesi Sovyetler Birliği’nin doğrudan dahline neden olabilir. Umarım NATO müttefiklerinizin, Türkiye NATO müttefiklerinin tamamının kabulü ve onayı olmaksızın Sovyet müdahalesi ile sonuçlanacak bir adım atması halinde Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne karşı koruma sorumluluklarının olup olmadığını değerlendirme şanslarının olmayacağını anlayacaksınızdır.
SİLAH TEHDİDİ
Ayrıca Sayın Başbakan, Birleşik Devletler ile Türkiye arasındaki askerî destek alanında imzalanan ikili anlaşmaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Türkiye ile Temmuz 1947 tarihli Anlaşmanın IV. maddesi uyarınca, hükûmetinizin, askerî yardımın, bu yardımın sağlandığı amaçlar dışında kullanılması için Birleşik Devletler’den onay alması gerekmektedir. Hükûmetiniz, birçok kez Birleşik Devletler’e bu şartları tamamen anladığını ikrar etmiştir. Bütün samimiyetimle şunu söylemeliyim ki Birleşik Devletler, mevcut şartlar altında Kıbrıs’a Türk müdahalesi için Birleşik Devletler tarafından sağlanan herhangi bir askerî ekipmanın kullanılmasını kabul edemeyecektir.
Tasarlanan Türk hareketinin pratik sonuçlarına gelince, böyle bir Türk hareketinin Kıbrıs Adası’nda on binlerce Kıbrıslı Türk’ün katledilmesine yol açabileceği gerçeğine en dostane bir şekilde dikkatinizi çekmek zorunda hissediyorum.
KOMÜNİZMLE MÜCADELE VURGUSU
Söylediklerimin çok sert olduğunu ve bizim Kıbrıs sorununda Türk çıkarlarına aldırış etmediğimizi düşünebilirsiniz. … Siz ve biz komünist dünya devriminin ihtiraslarına karşı direnmek üzere beraber mücadele ettik. Bu dayanışma bizim için çok şey ifade ediyor ve umarım sizin hükûmetiniz ve halkınız için de çok şey ifade ediyordur.
Daha fazla ve kapsamlı bir müzakere olmaksızın böyle bir adım atmayacağınıza dair güvencenizi alamazsam, Büyükelçi Hare’ye verdiğiniz gizlilik emrini kabul edemeyeceğimi ve derhal NATO Konseyi’nin ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin acil toplantılarını talep etmem gerektiğini en derin dostluk bağları içerisinde size bildirmek zorundayım.”
***
6. FİLO DEVRİMCİ GENÇLERİN HEDEFİNDE
Johnson’ın mektubu dönemin basınında geniş yer bulmuş ve tepki görmüştü. Takip eden yıllarda gelişen 68 kuşağı gençliği açısından bu mektup, Türkiye’nin ABD ile bağımlılık ilişkilerinin canlı kanıtı niteliğindeydi. Hakeza, “Türkiye’nin müdahalesi halinde 6.Filo’nun bunu engelleyeceği” mesajı, 68 dönemi gençliğinin hafızasında önemli yer tutmuş, 6. Filoya karşı düzenlenen eylemler, emperyalizme karşı mücadelenin sembolü olmuştu.
Johnson’ın mektubundan 4 yıl sonra 6. Filo’nun Dolmabahçe’ye demirlemesi, devrimci gençliği harekete geçirdi. ABD’nin Türkiye’nin egemenliğine yönelik tehdidinin bu dönemdeki enstrümanı olan 6. Filoya yönelik olarak İstanbul’da kitlesel eylemlilikler gerçekleştirildi. Öğrenciler 6. Filodan inen Amerikan askerlerini denize attı, üzerlerine boya döktü. Bayrakları yarıya indirdi. Harun Karadeniz, “Türkiye’nin tam bağımsız olduğuna inanmıyoruz ve onun için bayrakları yarıya kadar çekiyoruz” demiştir. Devrimci Gençler, bildirilerinde 6. Filonun “çürümüş düzenin bekçisi” olduğunu söylüyordu.
“6. Filo, 54 tane ikili anlaşmanın ve 101 adet Amerikan üssünün bekçisidir ve halkımıza dost değil düşman bir kuvvettir… 6. Filo toprak ağalarının düzenini beklemektedir… 6. Filo, düşük ücretlerle çalıştırılan işçilerin değil, bu işçileri sömüren, bu işçileri ücret kölesi olarak çalıştıran sömürgen şirketlerin düzenini beklemektedir… 6. Filo, petrolümüzden bakırımıza tüm yeraltı kaynaklarımızı soyan yabancı şirketlerin düzenini beklemektedir… Kısaca 6. Filo, bu çürümüş ve halk düşmanı düzenin bekçiliğini yapmaktadır.’”
ABD’nin İnönü sonrası makbul başbakanı Demirel, filonun gelişini 21 top ateşiyle karşılamış, pavyon ve genelevleri boyatmıştı. 6. filoyu protesto eden devrimci gençlere karşı önce polis, ardından faşistler eliyle saldırılar düzenlendi. İTÜ öğrencisi Vedat Demircioğlu, 6. Filo karşıtı bir eylemin sonrası Gümüşsuyu’nda döndüğü yurtta yapılan polis baskınında katledildi. Ruhi Su, Demircioğlu’nun ölümünün ardından, Bir Sabah Uykusunda şiirini kaleme aldı:
Belki siz de gördünüz
Demircioğlu bir değil
Halkımız gibi çoğul
MEKTUBUN ARDINDAKİ KOMÜNİZM KORKUSU
ABD başkanının İnönü’ye bu kadar ağır bir dille hitap etmesinin ardında, yalnızca NATO içi bir karışıklık değil her zamanki gibi komünizm tehdidi vardı. Makarios, saldırıların ardından ABD tarafından bir huzursuzluk oluşacağını sezerek, kabinesinden iki ismi Soçi’de Kruşçev ile görüşmeye gönderir. Kruşçev’den olası Türkiye müdahalesine izin vermeyeceklerinin sözünü alan ekip, bu haberi getirdikten sonra Makarios Johnson’a bir mektup göndererek, “Eğer Türkiye, Kıbrıs’ı istila ederse, Sovyetler Birliği’nin Türkiye aleyhinde harekete geçmek için başka bir şeyi kalmaz ve bu hareket askerî amaçlı olacaktır” diye yazar. Johnson’ı ateşler içerisinde bırakıp o mektubu kaleme aldıran kaygı, ABD’nin etki alanında, bağımlılık ilişkileri altındaki coğrafyaya Sovyetler’in müdahil olmasıdır.
GERİ ADIM İNÖNÜ’YE YETMEDİ
Ancak tüm tepkilere rağmen mektup amacına ulaşmış, İnönü hükümeti Kıbrıs’a çıkarma yapmaktan vazgeçmişti. Fakat İnönü geri adım atmasına rağmen ABD’nin gözünden düşmüştü. ABD, kurduğu emperyal düzen içerisinde yeniden böyle bir çatlağın oluşmasının önüne geçmek için gerekli adımları attı:
“1964 yılında Kıbrıs olayları sonrasında İnönü’nün ABD’nin gözünden düşmesi, General Porter’ın Ankara’ya gelerek İnönü’nün yerine geçebilecek bir başbakan bulmak üzere anket ve araştırmalar yapması gibi, bazı gelişmelerden sonra Demirel AP Kongresinde, Johnson ile birlikte çekilmiş resimleri dağıtılarak genel başkan seçilmiştir” (12 Eylül ve Türkiye Gerçeği, BirGün Yayınları, 2009, s. 88).
’74 HAREKÂTI VE AMBARGO
Ancak bu diplomatik krizin arka planında, BM müdahalesiyle yumuşayan çatışmalar gerilimi tümüyle sonlandırmadı. 1967’de faşist cuntanın Yunanistan’da iktidara gelmesinin ardından, Kıbrıs’ta gerilim yeniden arttı. Akritas planını büyük ölçüde yürürlüğe koyan ve dönemin EOKA’sının hedefleriyle paralel ilerleyen Makarios, yeni faşist cunta etrafında örgütlenen EOKA-B için artık fazla ılımlı kalıyordu. Makarios’a yönelik suikast girişimlerinin başarısız olması sonucu örgüt, 1974 yılının 15 Temmuz’unda darbe yaparak hükümeti devirdi. Bu dönemde Türkiye’de Ecevit CHP’sinin Erbakan’ın MSP’sinin koalisyon hükümeti baştaydı. Ecevit, darbeye karşı ünlü “Ayşe Tatile Çıktı” parolasıyla hatırlanan askerî müdahale kararını aldı. 20 Temmuz 1974 yılında başlayan harekâtın sonucunda her iki taraftan yaklaşık 6 bin kişi hayatını kaybetti, Kıbrıs kalıcı olarak bölündü.
ABD, bu harekâtın da başından beri karşısında durmuş ancak işlerin geldiği noktada Ankara’yı ikna edememişti. Emperyalist güç için bu kez elde kalan seçenek cezalandırmaydı. Kıbrıs’ta gerçekleşen darbeden henüz 2 hafta önce ABD, Türkiye’ye haşhaş üretimini durdurmadığı için ambargo kararı almıştı. 20 Temmuz’da Ecevit hükümetinin Kıbrıs’a çıkarma kararı alması sonucu ambargo boyut atladı. ABD, Türkiye’nin Kıbrıs’tan askerlerini çekmesini talep etti, talep karşılık bulmadığı için silah ambargosu başladı. ABD’nin silah ambargosuna karşılık olarak Ecevit hükümeti Amerikan üslerini kapattı. 4 yıl süren ambargo, yalnızca Türkiye ile ABD arasındaki askerî yardımlaşmayı değil aynı zamanda ülkenin ekonomisini de krize soktu. 1978’de kaldırılan ambargoların etkisi, 1980 yılına kadar sürdü. ABD ile ilişkilerin tetiklediği ekonomik kriz, dönemin en önemli belirleyici faktörlerinden birine dönüştü.
***
55 YIL SONRA YİNE BİR MEKTUP
2019 yılında AKP hükümetinin Suriye’de başlattığı Barış Pınarı operasyonunun ardından ABD başkanı Trump, Erdoğan’a yönelik bir mektup kaleme aldı. Johnson mektubuyla karşılaştırılamayacak kadar üslupsuz bir dille yazılan mektupta Trump, Erdoğan’ı Suriye’deki durumu düzeltmesi için “uyarıyordu”.
“Türk ekonomisini yok etmiş olmak istemiyorum, ama yaparım. Bunun ipuçlarını Rahip Brunson örneğinde göstermiştim” gibi tehditlerle süren mektup, “Sert adamı oynama, aptallık etme, seni arayacağım” cümleleriyle sürüyordu. Dönemin hükümeti ABD’ye herhangi bir karşılık vermemiş, Türkiye eliyle NATO ve ABD ile ilişkilere dair herhangi bir olumsuz adım olmamıştı. Buna karşın, yaşanan ekonomik krizde ABD ile ilişkiler yine belirleyici bir rol oynamıştı. Şimdi “Dostum Trump” diye söze başlayan Erdoğan’ın bu kez Trump’ın mektuptaki “önerilerine” ne kadar uyacağını ise zaman gösterecek.