Konumuz mabetler… Acaba camilere sandalye ve tabura konulabilir mi? Acaba cami, havra, kilise, cemevi, ateşgede tapınağı bunlar birbirine eşit sayılabilir mi? Hepsi aynı kefede görülebilir mi? Tanrı birinde edilen duayı işitir, orası asıl mabedidir de diğerlerine dönüp bakmaz mı? Acaba Hıristiyanlığın mabedine giden bir Hıristiyan, Müslümanlığın mabedine gelse ne olur? Müslümanların camisine giden bir Müslüman havraya, kiliseye gitse ne olur? Neden cemevine giden cumaya bir türlü gelmez veya cumaya giden bir türlü cemevine gitmez. Dindarlar birbirlerinin mabetlerine neden gitmiyorlar? Birbirlerinin Tanrıya yakarışlarına neden katılmıyorlar? Ve hatta birbirlerinin Tanrıya yakarış biçimlerini neden ibadet saymıyorlar? Çünkü şirke düşmek olarak görüyorlar.
Mesela bir Hinduya sorsanız Müslümanlar aslında taşa tapıyor derler. Hindu dindarlarından yüksek teoloji bilenler bunların putperestlik olmadığını bilirler ama genellikle dindarların avam takımı birbirlerini putperestlikle suçlarlar. Bir Hindu; ‘’Müslümanlar Hacer-ül Esved/ siyah taş dedikleri bir taşı öpmekte, ona ellerini yüzlerini sürmekte ve siyah bir elbise giydirilmiş taştan bir evin etrafında manasızca, defalarca, aylarca, yıllarca, asırlarca dönüp durmaktadırlar’’ der. Bunun bir manasızlık olduğunu düşünüyorlar ve genellikle bunu yapanları putperest olarak görüyorlar. Öte yandan Müslüman dindarlarına sorarsanız Hindular ineğe tapmaktadırlar. Yoldan geçerken bir inek trafiğe girsin bütün arabalar durmakta ve o ineğin geçişini beklemektedirler. Böyle bir saçmalık ve manasızlık içinde olduğunu düşünürler. Bunlar ineğe tapıyorlar derler. Yahudiye göre de Mecusiler ateşe tapmakta ve ateşin etrafında dönüp secde etmektedirler. Dolayısıyla bu ateşperestliktir yani ateşe tapmaktır. Öbür dindara sorsanız Sabi’ler yıldızlara tapmaktadır, Ezidiler güneşe tapmakta ve ondan medet ummaktadır. Hristiyanlar İsa’nın bedenine haç şeklinde ifade edilen onun çarmıha gerilme figürüne tapmaktadırlar. Keza kilisenin içerisinde mum yakarak, ayin yaparak bir takım şirk hareketleri icra etmektedirler. Havarilerin İsa’yla birlikte azizlerin resimlerini ikon haline getirip kilisenin, tapınağın her bir yerine asmakta, onlar karşısında tazim ve secde etmektedirler. Bunların hepsi putperestliktir derler. Öbür taraftan Sünniler bütün bunları eleştirirler ama kendi camilerine Allah’la beraber Muhammed, Ebubekir, Ömer, Ali, Osman, Hasan, Hüseyin, Ebu Ubeyde, Abdurrahman İbn Avf, Talha, Zübeyr diye dört halife ve cennetle müjdelenmiş 10 sahabenin ismini yazarlar. Resim asmazlar ama kocaman kocaman harflerle onların isimlerini camilerin dört bir köşesine asarlar, diğerleri de bunları ikon ve putperestlik yerine koyarlar. Keza bir cemevine gittiğiniz zaman Hz Ali’nin ve 12 imamın resimleri sırayla baş köşeye en yüksek yerlere asılmış görülür. Sünniler de bunlar Ali’ye secde ediyor, 12 imama tapıyor diye onların cemevlerine gitmezler.
Acaba mabetlerin işlevi bu mudur? Bir mabet ne işe yarar? Bir dindar diğerinin mabedine neden böyle sert bir tavır koyarak; zinhar gidilmez, günahtır, küfürdür, şirktir oraya girmek diyerek gitmez? Bunun bir anlamı var mı?
Hepsi şehir efsanesi. Dindarlar birbirlerinin mabetlerine katılabilirler ve orada asılı olan resimler, isimler, yapılan ritüeller, hareketler, ateş yakmalar, dua etmeler, yıldıza güneşe yönelmeler, evin etrafında dönmeler, ineğe Tanrının tecellisidir diye saygı göstermeler, Ganj nehrine Tanrı Şiva’nın sıvı formu diye girip yıkanmalar, bunların hiçbirisi putperestlik değildir. Şirk, putperestlik bunlarla ilgili değildir. Bunlar eve, ırmağa, tahtaya, ağaca, taşa, oduna, yaprağa, börtüye böceğe tapmak değildir. Bunlar tabiat varlıklarına saygı göstermektir. Bir yerde şirk olması için orada bir paranın dönüyor olması lazım. Eğer Ganj Nehrine girmenin, ağlama duvarında Tevrat okumanın, ateş yakmanın, yıldıza, güneşe yönelmenin, evin etrafında dönmenin hemen yanı başına bir para kasası konulmuş ve orada bir menfaat çarkı döndürülüyorsa işte şirk onunla ilgilidir. Paranın olmadığı yerde şirk falan yoktur. Eğer inanç menfaate dönüştürülüyor, insanların bu masum inançlarından birileri menfaat devşiriyor ve bunların hepsini paraya tahvil ediyorsa ve oradan sabah akşam darphane gibi sürekli para basıyorsa, insanların emeğini sömürüp onların üzerinden yükseliyorsa işte sirk dediğimiz şey bunlarla ilgilidir. Dolayısıyla şirk insanları sömürmek onların alın terlerini, emeklerini, inançlarını istismar ederek kendisi için menfaate dönüştürmekle alakalıdır. Aksi halde bunların birbirinden farkı yoktur. Kur’an’da bunların adı nüsuktur, tekrarlanan hareketler ve ritüeller demektir.
Mesela Müslümanlar Kabe’de olan taştan bir eve yöneliyorlar. O evin etrafında dönüyorlar ve namaz kılarken de yüzlerini kıbleye yani Kabe’ye dönüyorlar. O taştan evi kaldıralım onun yerine Mecusilerin ateşini koyalım, Kabe’nin yanında gürül gürül dev bir ateş yanıyor olsun ve Müslümanlar da o ateşin etrafında dönüyor olsun. Sonra ateşi kaldıralım Hinduların ineğini koyalım, ineği kaldıralım güneşi koyalım, güneşi kaldıralım yıldızı koyalım, yıldızı kaldıralım başka bir dinin kendisi için kutsal kabul ettiği, Tanrı’nın tecelligahı olarak gördüğü bir başka şey koyalım. Bunların hepsi aynıdır, birbirinden farkı yoktur. Eğer bunlardan birisi putperestlikse hepsi putperestliktir. Eğer ineğe tapmak, güneşe yönelmek, ateşin etrafında dönmek putperestlik ise o zaman taştan yapılmış siyah bir örtü geçirilmiş evin etrafında dönmek de putperestliktir. Oysa benim yaklaşımıma göre bunların hiçbirisi putperestlik değildir. Bunlar menâsik yani nüsûk, ritüel, tekrarlanan hareketlerdir. Dinlerde tekrarlanan hareketler, ritüeller vardır. Ritüeller akıl mantık dışı da olabilirler. İnançlar da akıl mantık dışı olabilir. Çünkü adı üzerinde inanç ve o inancın eğitim amaçlı yapılan ritüelleri. Bu nedenle zaten inanç oldukları için, ritüel oldukları için, bir sembolik manayı ifade ettikleri için bu inançlarla ne hayat, ne devlet, ne de rasyonel akıp giden dünya süreci yönetilemez. Onları bu işlere karıştıramayız. Lakin inanç ayrıdır din dediğimiz şey ayrıdır. Dinin içinde bireysel emirler ayrıdır, sosyal emirler ayrıdır, kadınlar için emirler ayrıdır erkekler için ayrıdır, yöneticilerin uymaları gereken emirler ayrıdır, genel halka hitap, topluca insanlığa sesleniş ayrıdır. Bunların hepsini yerli yerine oturttuğumuz zaman sorun kalmaz. İnançları ve ritüelleri de devlet hayatına karıştırmadığımız, devleti yönetenlerle ilgili Kur’an’dan sadece 10 emir çıkardığımız zaman her şey yerli yerine oturur. Hatta laikliğe bile gerek kalmaz.
Kur’an-ı Kerim yöneticilere şunu demektedir: 1- Adaletli olun, eşit davranın. 2- Tüm makamları rütbeleri emanet olarak görün. 3- Emanetleri ehliyet ve liyakat sahiplerine verin. 4- Kamu işlerinde ortak aklı (şura) esas alın. 5- Kamu yararı (maslahat) için çalışın, ceketinizle gelip ceketinizle gidin. 6- Öldürmeyin. 7- Çalmayın. 8- Yalan söylemeyin. 9- Zulmetmeyin. 10- Rüşvet almayın, vermeyin. Kur’an’ın kamu yöneticilerinden istediği bu kadar. Bunu yaptığın zaman devletin dine, dinin de devlete, başka yerde karışmasına bulaşmasına, birlikte hareket etmesine gerek yoktur.
Bunları böyle yerli yerine oturttuğumuz zaman devletin; Müslümanlar, Hristiyanlar, Yahudiler veya Alevilerin cemevlerine, camilerine, havralarına ve kiliselerine karışmasına gerek yoktur. Devlet Türkçe ezan okutacak, anadilde ibadet yaptıracak, camiye sıra konacak, bu kişilerin resmi asılacak, şu kişilerin asılmayacak diye karışmasına gerek yoktur. Bütün bunları o mabede giden insanlar belirlemelidir. Bir Müslüman mabedine yaşlılar için sıra, tabure koymak oranın kiliseye benzeyeceği anlamına gelmez. Bu nedenle kiliseye benzeyecek diye camilere konulan tabureler kaldırılıyor. Camilerin bu şekilde kiliseye benzediğinin endişesi çok yanlış bir değerlendirme. Çünkü zaten camiler çoktan kiliseye benzemiş durumda. Mesela minare Mecusilikten alınmıştır. İran fethedilince oradaki Mecusilerin ateşgede kuleleri vardı. Kulelerin üstünde ateşler yanıyordu. Halife Ömer döneminde Arap orduları İran’a girince oradaki ateşgede kulelerindeki ateşleri söndürdüler. Ateşgede etrafına bir şerefe yapıp orada ezan okunmaya başladılar. Dolayısıyla oralar minare oldu ve kendisine de ışık saçılan yer anlamında minare dendi. Hala da minare denmektedir. Peygamber zamanında minare yoktu.
Kubbe de kiliselerden alınmadır. Memluklulara kadar cami denmiyordu, mescid deniyordu ve mahalle aralarında oluyordu. Genellikle tek katlı, altı hasır, üstü hurma lifleri ile örülü, basit, sade dikdörtgen şeklinde uzun bir salona mescit deniyordu. İçinde ne şamdan, ne halı, ne minare, ne kubbe vardı, ne de tesbih çekiliyordu. Peygamber zamanında bunların hiçbirisi yoktu. Daha sonra Emevi, Abbasi ve Osmanlıların Sasani ve Bizans İmparatorluklarına karışma sürecinde onların bütün tapınaklarına özenildi ve benzedi. Devasa kilise yapıları camilere dönüşerek minareler dikildi, kubbeler yapıldı. İçine pahalı halılar serildi, görkemli avizeler asıldı. İçinde asılı havari, aziz resimleri halife, sahabe isimlerine dönüştürüldü. Keza görkemli ayinlere özenip mevlitler, salavatlar bestelenerek kiliseye benzetildi. Şu anda topluca getirilen salavatlar, yerlere serilen halılar, yukarıdan aşağıya indirilen avizeler, camilerin kubbeleri, dev minareler vs. zaten hep Hıristiyanlıktan, Mecusilikten ve başka dinlerin mabetlerinden geçmiştir.
Şimdi bütün bu gerçekler bir kenarda dururken; romatizmalı, yaşlı vatandaşların namaz kılmasına yardımcı olmak amacıyla bir kenara 3-4 sıranın konulmasına tepki vermenin, aman camiler kiliseye benziyor diye telaşlanmanın gereği yoktur. Bu tür tepkiler geçmişte camilerin, kiliselerin ve diğer mabetlerin ne tür bir işlev gördüğünü bilmemekten kaynaklanıyor.
Kur’an-ı Kerim’de Hac suresi 40. ayette “Onlar, başka değil, sırf «Rabbimiz Allah’tır» dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları (kötülüklerini) diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.” denilir. Bu ayete göre içinde Allah’ın anıldığı yerler saygınlığa layıktır, korunmalıdır. Kilisede, havrada, cemevinde ateşgede tapınağında Allah’ın adı anılmaktadır. Hindu tapınağında, Budist mabedinde Allah diyerek değil ama kendi dillerinde bir şekilde Tanrının adı anılmaktadır. Yeryüzündeki tüm mabetlerde, Alevi cemevlerinde Allah’ın ismi anılmaktadır. O halde Hac suresindeki ayete göre bütün buralar Allah’ın ismi çokça anıldığı ve yakarış yapıldığı için korunmaya ve saygınlığa layık mekanlardır. Hepsi birbirine eşittir. Buradaki yükselen seslerin tamamına inançlı bir insan açısından baktığınızda Allah hepsini de duyar. Hangi dilde konuşulursa konuşulsun farketmez. Önemli olan samimiyet, dürüstlük, kandırmamak, parasal sektöre dönüştürmemek, erdem, ahlâk ve insanların kendi dindarlıklarını başkasına dayatmadan samimi bir şekilde inanç boyutunda kalarak yaşamasıdır. Böyle olduktan sonra buralara gitmenin hiçbir sakıncası yoktur. Her dindar her dinin mabedine rahatlıkla gidebilir, bir müddet katılabilir sonra kendi yoluna devam eder. Bunların aralarına böyle keskin sınırlar çizmek, birine giden zinhar öbürüne gidemez demek çok yanlıştır. Çünkü buraya giden insanların hepsi Allah’ın kullarıdır ve hepsi de eşittir. Öldükten sonra da Allah’ın huzurunda hepsi davranışlarından ve amellerinden, iyilik yapıp yapmadıklarından hesaba çekileceklerdir. İnançları ve ritüelleri onların kendi eğitim yöntemleridir ve kendilerinde kalacaktır.