‘Bir Evlilikten Manzaralar’ yalnızca bir evlilik dramı değil; seyirciye sorular soran, çelişkilerle yüzleştiren bir sorgulama alanı. Bergman’ın mirası burada yeniden doğuyor; artık yalnızca erkeklerin değil, kadınların da karanlığından beslenerek.
Tuğçe Madayanti Şen
Benim yazılarımı bilen bilir; ana temaya dokunmadan geçmem. Sinemayı bir düşünce ve duygu laboratuvarı olarak gören biri için, kişisel deneyimi metne dâhil etmek onu yalnızca derinleştirmez, aynı zamanda sahicileştirir. İki kez evlenip boşanmış biri olarak ‘Bir Evlilikten Manzaralar’ dizisini izlerken, karşımda yalnızca kurgulanmış diyaloglar değil; geçmişte sustuklarım, ertelediklerim ve yüzleşmekten kaçtıklarım vardı. Ekrandaki sahneler yalnızca dramatik anlar değil; kendi sessizliklerimle, korkularımla ve kırılganlıklarımla doğrudan temas kuruyordu.
ATEŞİ KONTROL EDEN İKİ BÜYÜCÜ
‘Bir Evlilikten Manzaralar’ (Scenes from a Marriage), Ingmar Bergman’ın 1973 yapımı İsveç dizisinin, Oscar Isaac ve Jessica Chastain gibi iki dev oyuncuyla HBO tarafından 2021’de yeniden uyarlanan Amerikan versiyonu. Bergman’ın dediği gibi, evlilik çoğu zaman bir maskeli balodur. Bu uyarlama, o maskelerin tek tek düştüğü anlara tanıklık ettiriyor. Bu yüzden can yakıyor. Bu yüzden kıymetli. Müdahale etmeyen ama müdahale ettiren bir anlatısı, gücünü bağırmayan ama duyulmak isteyen bir çığlıktan alıyor. Bu bile başlı başına ağır bir yük; zira Bergman sinemasıyla hesaplaşmak kolay değil. Üstelik yapımcılar arasında Bergman’ın oğlu da var. Ne diyebilirim; Bergman denilince akan sular durur. Yönetmen Hagai Levi’nin elinde bu yeni uyarlama, çok daha modern, çok daha gergin ve çok daha çetin bir yüzleşmeye evrilmiş. Yönetmenliği neredeyse görünmez kılan sadeliğin ardında kusursuz bir matematik var. Metin güçlü, diyaloglar sarsıcı. Oyunculuklara kelime yetmiyor: Chastain ve Isaac, birlikte ateşi kontrol eden iki büyücü gibi. İlk sahneden itibaren “özel bir şey izliyorum” hissiyle başlıyor dizi. Üniversitedeki derslerimde Bergman’ı anlatmaya hep “Bergman, insana karşı derin merak beslemiştir” cümlesiyle başlarım.Onun karakterleri bu merakın sessiz tanıklarıdır. Mahremiyet, sinemasında teşhirle buluşur. Seyirciye ısrarla yaklaştırılan yüzler, aslında birer aynadır. O aynalarda kendi kırılmalarımızı, kaçışlarımızı, çarpışmalarımızı izleriz. Ama tam yüzleşmeye yaklaşmışken, Bergman klasik anlatıyı kırar, bizi sinema perdesine geri fırlatır. “Bu bir film,” diye hatırlatır. Ama bu hatırlatma, içimizi daha çok sızlatır. Bugün bu aynaya baktığımızda ne görüyoruz?
Antik Roma’da familia terimi, yalnızca çekirdek aileyi değil; evlatlıkları, torunları, hatta köleleri de kapsayan geniş bir yapıyı ifade ederdi. Aile, hem ekonomik hem toplumsal bir örgütlenme modeliydi. Bu yapının başındaki pater familias, hanedeki herkesin, kadının, çocuğun, hizmetkârın kaderi üzerinde mutlak otoriteye sahipti. Bu sadece tarihsel bir gerçeklik değil, aynı zamanda mitlerle kutsanan bir iktidar anlatısıydı. Tıpkı Romulus’un Roma’yı kurmak için kardeşi Remus’u öldürmesinde olduğu gibi, familia modelinin temelinde de iktidarın meşruluğu için gerekirse kardeşi bile feda etmeyi içeren bir güç mantığı vardır. Bugün bu yapının temelleri sarsılıyor. Kadının aile içindeki konumu artık sadece ‘eş’ ya da ‘anne’ olmakla tanımlanamaz. Bu dönüşümün tam ortasında, siyasi iktidarın aileyi yeniden tanımlama çabası dikkat çekiyor. AKP’nin ‘Aile Yılı’ projesi, sezaryen karşıtı politikası (ki sırada kürtaj karşıtlığı gelecektir!), kadının toplumsal rolü ve bedeni üzerindeki denetimi pekiştirme arzusunun açık tezahürü. Ataerkil düzenin geleneksel normları birer kontrol mekanizmasına dönüştürme çabası, ironik biçimde tam da bu normların çözülüşünü hızlandırıyor. Foucault’nun dediği gibi: “İktidarın olduğu yerde direniş de vardır.” Muhafazakâr eril tahakküm, farkında olmadan, reddettiği özgürleşmenin tohumlarını kendi elleriyle ekiyor. İşte bu nedenle, ‘Bir Evlilikten Manzaralar’ın yeni versiyonu, orijinalinden farklı olarak bugünün dünyasında daha derin, daha yankılı bir zemine oturuyor.
Bergman’ın orijinalinde çocuklu İsveçli üst orta sınıf bir çift vardı: Johan ve Marianne. Merkezde erkek duruyordu: Parayı kazanan, ilişkiden kaçan, evi terk eden oydu. Yeni versiyonda ise roller yer değiştiriyor. Hikâyenin ekseninde kadın var: Boston’da yaşayan, bir çocuk sahibi Amerikalı Mira. Bu kez giden o. Daha çok kazanan, daha çok bastırılmış, daha çok parçalanmış olan o. Ve bu parçalanmışlığın içinden sızanlar yalnızca kişisel değil; tarihsel, kültürel ve sistemsel. Mira’nın genç bir adamla ilişkiye girip evi terk etmesi bir kişisel karar gibi görünse de, sistemin kadına yüklediği rollerin, annelik mitiyle bezeli fedakârlığın kalbine saplanan bir bıçak. Bu nedenle izleyici sadece bir evliliğin çöküşünü değil, kendi içindeki kabulleri de sorgulamak zorunda kalıyor. “Bir anne çocuğunu bırakabilir mi?” sorusu ekranda değil, izleyicinin içinde yankılanıyor. Mira’nın bu ‘taarruzu’, bugüne dek bastırılmış olanın yüzeye çıkmasıdır. Ve bu, en çok da kadınlara tanıdık gelen bir sarsıntıdır: Hem empati hem öfke. Hem suçluluk hem özgürlük. 5 bölümlük bu uyarlama, tek mekân ağırlıklı yapısıyla teatral atmosfer yaratıyor. Müzikler değil, sessizlikler ve doğal sesler gerilimi taşıyor. Ayna yansımaları ve dar kadrajlar, karakterlerin iç çatışmalarını görselleştiriyor… Film, yalnızca bir evlilik ve boşanma hikâyesi değil. Seyirciye sorular soran, çelişkileriyle yüzleştiren bir sorgulama alanı. Bergman’ın mirası burada yeniden doğuyor ve bu kez yalnızca erkeklerin değil, kadınların da karanlığından besleniyor. Toplumsal cinsiyet rollerine, bireyselleşme krizine ve modern insanın duygusal kırılganlığına dair keskin analizleri olan bu diziyi tavsiye ederim.