İlkel zamanların boğucu, kasvetli, yaşama hakkı tanımayan geleneksel yaşam tarzı ve köle – efendi paradigmasından kurtulamayan insanlık nihayet bilimin gelişmesi sayesinde modern çağa girecekti. Gül gibi bir modernitemiz olacaktı.
Alçak gelenekçilik yüzlerce yıl insanlara “çalışın” efendileriniz için çalışın, Tanrı sizi çok sevecek” diyerek hayatın bütün alanlarına el attı. O derece ki; kimse nefes alamıyor, insanlar nefes alabilecekleri alanlarda bile beyinlerinin yıkanmış olmasından mütevellit kendi boğazlarını kendi elleriyle sıkıyorlardı. Bu feodal/ataerkil çağ o kadar köklüdür ki insanlığın ortak bilinç dışında/bütün kültürlerde çalışmanın erdemine atıf yapılır, yüceltildikçe yüceltilir. Bu yüceltme, esasen Tanrının yeryüzündeki temsilcisi sayılan bütün üretim ve iletişim araçlarını elinde tutan sermaye sınıfının en büyük ihtiyacı olan “gönüllü köle” açığını bedavadan kapatmanın bir yoluydu.
Mitolojik anlatılar, efsâneler, söylenceler bazen yaşadığımız çağı tüm canlılığı ile bize gösterir. İbretlik dersler verir. Tarihin derinliklerinden yüzlerce yılın yaşanmışlıklarından bize seslenir.
Tam da bu “gönüllü köleliği” sembolize edecek şekilde eski devirlerden beri Satürn gezegeni orak ile sembolize ediliyordu. Esasen Satürn mitolojik olarak da Tarım Tanrısı/çalışkanlık Tanrısıdır. Mahsulü gereği gibi alabilmek için birilerinin “köle olması ya da köle gibi” çalışması gerekmekteydi. Kültür de ona göre dizayn edilmişti.
İşte modernitenin doğuşu ile bu bezdirici döngüden kurtulacak, zincirlerimizden boşanacak, cemaat, toplum, çevre, mahalle, din baskısından kurtulup bireysel özgürlüğe erecek, Bollywood filmlerindeki gibi çayırlarda çimenlerde koşup yuvarlanacak, şarkılar söyleyecektik. 19 ve 20. yüzyılda pek çok hak kazanmıştık.
İlginç bir şekilde modernite de Uranüs gezegeni ile sembolleştirilmektedir. Uranüs gezegeninin sembolü antendir. Algılarımızın açılışını ve iletişim çağına geçişimizi temsil eder. Mitolojik olarak Satürn, elindeki orakla babası Uranüs’ü Gaia’nın kışkırtması ile hadım eder. Satürn aslında böyle bakarsak kolayca kışkırtılabilen babasını bile tanımayacak derecede gözünü öfkenin kör edebildiği iradesiz, akılsız ama kurnaz bir tipolojiyi temsil ediyor. (Bu arada Uranüs de acımasızdır.) İronik bir şekilde eski çağı temsil eden gelenekçi kırsallık bir yandan çoğalırken diğer yandan modern insanın hem çoğalmasını önlüyor hem de tarihe karışması için çabalıyor.
Tam bireyselleşip özgürleşeceğiz derken, modernite yirminci yüzyılın sonuna doğru tıpkı Uranüs gezegeni gibi 98 derece yan yattı. Bildiğimiz her şey tersine dönüyordu. “Modernite sorunlarımızı çözmüyor, ileri modernite istiyoruz” denerek postmoderniteye balıklama daldı dünya. “Geleneğin çözümlerini alıp modernite ile melezleyelim, ne olacak canım” dediler. Bunu en çok kim dedi? Neo-liberaller.
Postmodern öğütlerle modern insanın açmazlarına reçete kesiliyor, her derde devâ rûhanî çözümler yarılan gökten üzerimize boca ediliyordu. Yalnızlığın reçetesi cemaat, manevî boşluğun reçetesi her türden maneviyat, iletişimsizliğin reçetesi sosyal medya oldu. Ve tam gelenekten ve din baskısından kurtulduk derken yeni çağın başarı dini başımıza belâ kesildi.
Masum Afrikalılar gibi hissediyoruz. Postmodernizm geldiğinde elimizde spiritüel maneviyat vardı ama hayatımız işgal edilmişti.
Eskiden başarı için çabalıyorduk ama başarısızlığı da hayatın olağan bir parçası sayıyor, başarmak için gerektiği kadar çalışmayı yeterli sayıyorduk. Gelinen noktada herkesten “şampiyon” olması isteniyor.
Neymiş? Büyük bir yarışın sonunda anne rahmine düşmeyi başarıp şampiyonlar olarak dünyaya geliyormuşuz. Yani aslında herkes bir şampiyonmuşmuş.
Dünya nüfusunun çok küçük bir kısmı bu vahşi rekabet sarmalından kurtulmuş, milyonlarca insanın birbirini ezerek sağladığı konforun keyfini sürüyor. Onların zerre kadar rekâbete ihtiyacı yok ama bilin bakalım kim rekâbete mahkûm? Köleler. Yarışma programlarının formatı da tam bu konuya uygun değil mi?
Doğada rekâbet düzeni var diye vahşi bir rekabetle birbirimizi ezerek yaşamak zorundaymışız. Yani doğadaki vahşi düzeni aşarak/aşmak için uygarlığı hiç kurmamışız da sosyal adâlet mefhumunu çöpe atıp “napalım hayat böyle” dememiz isteniyor. Kapitalizm modern sloganlarla gelenek çağının “çalışın daha çok çalışın ya da çalış köle!” söylemlerini “başarın daha çok başarın”a evriltmiş. Her başarısızlık ve yenilgimiz köle tacirlerinin sırtımızda açtığı kırbaç izlerinden âdeta internet ağı örüyor.
Satürn elimize orak veriyordu, Uranüs de çekiç verdi. Ve yine kapital kazandı.
Kur’an’da da insanın yaratılış anlamı/amacı değer üretmek (Zâriyât 56, Necm, 62) olarak gösterilir. Değer üretilsin ancak bunun üzerinden/bu bahane edilerek emek sömürüsü yapılmasın diyoruz. İnsan zorunlu çalışma, çalıştırılma derekelerinden yaratıcı zihnin, üretim ufuklarına yükselsin istiyoruz.
İnsanın varoluş anlamı; karnını doyurmanın ötesine geçerek eser yaratabilmek, hayatı yüceltmektir. Hayatın yüceltilmesi insanın hür bir varlık olması, kimseye tâbî olmamasıdır.
Gita’da ise eylemin başarı ile sonuçlanması ve başarı ile sonuçlanan eylemlerin meyvelerinin toplanması mantığı ile iş yapılması eleştirilmiş, redd edilmiştir. (Bkz. Bhagavad Gita; 2: 45,49, 3;8; 4;19, 6:44, 7:7, 18;9) Gita’ya göre başarı ya da başarısızlık önemli değil, kişinin niyet ve çabası önemlidir. Başarır mıyım kaygısı insanı amaca odaklanmaktan alıkoymakta ve niyete menfaat güdüsü karıştırmaktadır. Yani bizdeki İslâmcıların “sevapları leblebi gibi toplama” mantığının yanlışlığı çok erken devirlerden beri bilinmekteydi.
Bunun değerini insanlık henüz anlayabilecek düzeyde değildir.
Dört yandan ruhunuz aydınlanacak, kölelikten kurtulacaksınız söylemi ile zincirleniyoruz. Bu acımasız çağın düzenini aklayan ve sorumluğu tümüyle üstümüze (insana) yıkan her öğüt bir zincirdir.
Yeni çağın kuantum dininde yine her zaman olduğu gibi “sistem eleştirisi” yok. Şaşırdık mı? Hayır. Sistem eleştirisi yaptığımız anda olgunlaşmamış (ergen) ya da özeleştiri sanatını bilmeyen bir cahil oluveriyoruz. “Olgun insan dünyayı değiştiremeyeceğini bilir.” diyerek sistem eleştirisinin önünü kesiyorlar.
Tarihte her dönem ne yaparsak yapalım çağın vaad ettikleri ile gerçekler birbirine uymuyor. Sürekli kandırılıyoruz. Tuhaf bir dolandırıcılık vakası ile karşı karşıyayız. 20 – 50 yılda bir bütün bir gezegen kültürel – ekonomik – sosyal olarak kandırılıyor.
O yüzden gül gibi olacak diyenlere inanmayın.
Gezegeni gaz odasına çevirmişler. Otoriter rejimler bir yandan, sömürgeciler öbür yandan arada sıkışan bizler biraz nefes alabilmek için birbirimizi çiğniyoruz.
Birbirinizi çiğnemeden yaşamak istiyorsanız gerçek bir öğüt:
Rekabeti bırakın. Kendinizi aşmak kâfî.