Matbu medyanın hazan mevsiminin, televizüel medyanın da sonbaharının yaşandığı bir dönemde, insanları sıkan, bıktırıp usandıran karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara kimse katlanmak zorunda değil. CHP hiç değil
“Berlin’de çıkan günlük gazetelerin yazı işleri müdürleri her sabah Propaganda Bakanlığı’nda toplanırlardı. Orada Dr. Goebbels kendilerine ya da yardımcılarına hangi haberlerin yayımlanmayacağını, haberleri nasıl yazacaklarını ve nasıl başlık atacaklarını, ne gibi kampanyaların açılacağını ya da kapatılacağını ve nasıl bir başyazı yazılacağını anlatırdı.”
“Basın Kanununun 14’üncü bölümü yazı işleri müdürlerine, ‘halkı herhangi bir şekilde yanlış yola götürecek, özel amaçları toplum amaçlarıyla karıştıran, içeriden ve dışarıdan Almanya’nın gücünü, Alman halkının ortak iradesini, Alman savunmasını, kültürünü ve ekonomisini zayıflatacağı anlaşılan ya da Almanya’nın namus ve şerefini bozan herhangi bir haberi’ yayımlamamalarını emrediyordu.”
“Basın hayatından çekilmek zorunda kalan ilk gazetelerden biri Vossiche Zeitung oldu. Bu gazete 1704 yılında kurulmuştu. Almanya’nın en belli başlı ciddi gazetesiydi. Ama liberal görüşlüydü. Sahibi, Ullstein Şirketiydi. Ullstein bir Yahudi firmasıydı. 230 yıllık devamlı bir yayımdan sonra 1 Nisan 1934’de yayın hayatından çekildi.”
“Almanya’nın üçüncü büyük gazetesi olan Frankfurter Zeitung, Yahudi sahiplerinden ve yazarlardan kurtulduktan sonra yayınına devam etti. Bir İngiliz hayranı ve bir liberal olan Londra muhabiri Rudolf Kircher gazetenin yazı işleri müdürü oldu. Tutucu Deutsche Allgemeine Zeitung’un yazı işleri müdürü de yine İngiltere’de okumuş, Londra’da gazete muhabirliği yapmış, İngiltere ve liberalizm hayranı Karl Silex’di. Her ikisi de Nazilere elden geldiği kadar hizmet ettiler ve çoğu zaman da Alman Basın Şefi Otto Dietrich’in eski ‘muhalefet gazeteleri’ konusunda söylediği gibi, ‘kraldan fazla kral taraftarı’ oldular.”
“Nelerin yayımlanacağı ve haberlerle yazıların nasıl yazılacağı Almanya’da gazetelere emirle bildirildiği için, basına elbette ki bir ölü ağırlığı çökecekti. Disipline bu kadar sokulmuş ve hükümet otoritesine bu kadar boyun eğmeye alıştırılmış bir halk bile günlük gazetelerden çabucak bıktı. Nazilerin çıkarttıkları Voelkischer Beobachter ile Der Angriff adlı akşam gazetesinin bile tirajı indi. Bu arada bütün gazetelerin satışları birdenbire düştü; gazeteler birbiri ardınca çıkamaz duruma girdiler ya da Nazi yayımcıları tarafından satın alındılar. Nazilerin ilk dört yılı içinde gündelik gazete sayısı 3607’den 2671’e düştü.”
“Parti 1933’de iktidara geldikten sonra Yahudilerin elinde ya da onların denetiminde bulunan Ullstein Yayınevi gibi kurumlarla, Nazi Partisine siyasi ya da dini çıkarlar dolayısıyla düşman olanlar, gazetelerini ya da mevcudatını Eher kurumuna satmayı daha uygun buldular. Bu gibi malları satın alacak başka bir serbest piyasa yoktu ve genellikle de Eher Verlag tek alıcıydı. Eher Verlag, sahip olduğu ya da denetlediği firmalarla birlikte bu alanda Almanya’daki gazete yayın işinde bir tekel haline geldi. Şunu söylemek doğru olur ki, Nazi basın programının ana amacı partiye muhalif bütün basını ortadan kaldırmaktı.”
“1934 yılında Amann [Eher Verlag’ın başkanı] ile Goebbels, bir ara partiye aşırı derecede dalkavukluk eden gazete yazarlarından gazetelerini daha az monoton bir hale getirmelerini istediler. Amann, ‘hükümetin aldığı tedbirlerin sonucu olmayan ve hükümetin isteğine uymayan bugünkü basın monotonluğu’ndan yakındı. Gruene Post adındaki haftalık bir derginin biraz aceleci bir yazarı, Amann ile Goebbels’in sözlerini ciddiye almak gafletine düştü. Bu yazar, Propaganda Bakanlığındaki kırtasiyecilikten ve Bakanlığın baskı yaparak basını monoton hale getirmesinden yakındı. Dergi hemen üç ay kapatıldı ve yazar Goebbels tarafından işinden attırılıp toplama kampına alındı.”
“Radyo ve sinema da Nazi devletinin çarçabuk hizmetine girdi. Goebbels radyoyu (o zaman daha televizyon yoktu) modern toplumun başlıca propaganda aracı sayıyordu. Bakanlığına bağlı Radyo Dairesi ve Radyo Odası kanalıyla bütün radyo yayınını eline almış, bu yayınlara istediği biçimi vermişti.”
“Sinema yine özel firmaların elinde kaldı, ama Propaganda Bakanlığıyla Sinema Odası, bu sanayii her bakımdan denetliyordu. Resmi yoruma göre görevleri, ‘film sanayiini liberal ekonomi düşüncelerinden kurtarma ve böylece bu sanayii Nasyonal Sosyalist devletin görevini yapabilecek duruma getirmek’ti.”
“Bu tedbirler sayesinde Alman halkına günlük gazeteler ve dergilerdeki yazılar kadar boş ve sıkıcı radyo programları ve filmler sunuldu. Kendisine doğru olarak gösterileni genellikle hiç itiraz etmeden kabul eden Alman halkı bile sonunda buna isyan etti. Seyirciler Nazi filmlerindeki sürü anlayışından kaçıyorlar, Goebbels’in Almanya’da gösterilmesine izin verdiği birkaç yabancı filme (bunların çoğu ikinci derecedeki Hollywood filmleriydi) koşuyorlardı. Radyo yayınları bir o kadar eleştirilince, Radyo Odası Başkanı olan Horst Dressler-Andress adında biri bu yayınların ‘Alman kültürüne bir hakaret’ olduğunu, bunlara daha fazla göz yumulamayacağını söylemek zorunda kaldı. Ama bu kitap yazarının kendi izlenimlerine göre, yıllar geçtikçe Dr. Goebbels’in radyonun en verimli propaganda silahı olduğu hakkındaki sözlerinin ne kadar doğru olduğu anlaşıldı. Radyo, Hitler’in Alman halkını kendi amaçlarına göre biçimlendirmesi işinde öteki haber araçlarından çok daha etkili olmuştu.”
“Gözlerim bir yerden aşina size!..”
Yukarıda uzun uzadıya aktarılanlar, 1926-1941 yılları arasında Columbia Radyosu’nun Almanya’daki haber muhabiri ve Hitler ABD’ye savaş ilan ettikten sonra Almanya’dan en son ayrılanlardan biri olan, döneminde Amerika’nın en ünlü gazetecisi ve dış-ilişkiler muhabiri William L. Shirer’in üç ciltlik abide eseri Nazi İmparatorluğu: Doğuşu-Yükselişi-Düşüşü – Birinci Cilt içinden. (Türkçesi: Rasih Gürkan, Ağaoğlu Yayınevi, 1968) Kitabın, ‘Nazi Almanyasında Hayat’ başlıklı 8’inci bölümünün ‘Basının, Radyonun ve Filmlerin Denetlenmesi’ alt bölümünden (ss. 389-394).
Satırları okurken bir ‘aşinalık’ hissetmiyor musunuz?
Sizi bilmem ama ben çok ama çok aşinalık hissediyorum.
Teşbihte hata olmaz deyişinin arkasına sığınmaya da hiç niyetim yok. İsteyen teşbihte hata olduğunu da düşünebilir, serbesttir.
Basın hayatından çekilmek durumunda bırakılan gazeteler ve gazete sahipleri…
İktidara canla başla hizmet eden, ‘kraldan daha kralcı’ yazı işleri müdürleri…
Muhalif yayın organlarını hem kelimenin gerçek anlamında kapatan bir iktidar; hem de bu yayın organlarını iktidardan aldığı güçle mecazen ‘kapatan’, yani satın alıp iktidarın borazanlığını yapacak şekilde işleten, böylece ülkedeki gazete yayın işinde tekel haline gelmiş firmalar ve firma sahipleri…
Partisine muhalif bütün basını ortadan kaldırmaya azmetmiş bir iktidar…
Nelerin yazılıp nelerin yazılamayacağı, elbette hiç kuşkusuz kimlerin yazıp kimlerin yazamayacağı, ek olarak diyelim ki o zamanki imkanlar çerçevesinde radyoda da kimlerin konuşup kimlerin konuşamayacağı emirle kendilerine bildirildiği için giderek üzerine ölü ağırlığı çöken basın…
Buna bağlı olarak baskılar karşısında boyun eğmeye alışmış olsa da bu tip yayınlardan yine de bıkıp usanmış bir halk; düşen tirajlar, satışlar ve böylece çıkamaz olup kapanan gazeteler…
Yetmedi, kendi ektikleri tohumlarla basının monotonlaşmasından şikâyet eden iktidar sahipleri!..
Yayınlara istenilen iktidar-yandaşı biçimin verilmesi nedeniyle propagandist mahiyetli boş-sıkıcı radyo programları, sinema filmleri…
Ama sonuçta hükmünü icra eden ve Almanya’nın ufkunu doğru habere, bilgiye, yoruma, eleştirel düşünceye kapatan, yine Shirer’in ifadesiyle, “doğruluk denen her şeyi hor gören Hitler ve Goebbels’in sözlerini hayatın gerçekleri gibi kabul eden kafalar” (s. 394).
İşte ben bunları okurken zihnimden neler neler geçti bilemezsiniz!..
Önce hayli erken zamanda düşmüş Sabah’lar, Akşam’lar, Star’lar… Sonra daha yakınlarda düşmüş Milliyet’ler, Hürriyet’ler…
Okurken bunları ben, yeri geldi Doğan Yayın Holding; yeri geldi Demirören grubu, yeri geldi Turkuvaz’lar, Albayrak’ları hatırladım.
Aydın Doğan’lar da Ethem Sancak’lar da geçti gözlerimin önünden bu satırlarda aktarılanları okurken ben…
Elbette bu kadar değil: Kapısına kilit vurulan gazeteler-televizyonlar; Özgür Gündem’ler, IMC’ler… Birgün’ün, Evrensel’in ha bire iktidar gadrine uğrayan yazarları, muhabirleri, çalışanları…
Üç buçuk yıl bir parçası olduğum ve korkunç, haksız, vicdansız bir operasyonla ezilip ‘hal edilen’ Cumhuriyet gazetesi ve onun bağrından koparılıp çoğu zindanlara sürülen 18 arkadaşım…
Öte yandan ‘mainstream’ bünyesinde iktidarın iki dudağının kıpırtısıyla kapının önüne konanlar… İrfan Değirmenci’ler, Mirgün Cabas’lar, Nevşin Mengü’ler…
Beri yandan, iktidarın ideolojik aygıtına, kalemle-sözle saldırı/hakaret cihazına ve linç değirmenine dönüşmüş bir dizi matbu-elektronik yayın…
Elbette RTÜK ve devletin resmi kanalıyla diğer yandaş kanallarda ısmarlama yapımlar halinde karşımıza çıkan propagandist kurgular, dizi-filmler…
Nihayetinde de gayet taze bir örnek olarak ‘Yeni CNN-Türk’…
Geçti zihnimden ve gözlerimin önünden!..
Muhalefet, ‘kurtlar sofrası’nda kuzu mu?
Cumhuriyet Halk Partisi, artık herkesin bildiği üzere yanlı, asimetrik ve kendi siyasi-kurumsal şahsiyetini zedelemeye dönük performansı dolayısıyla “A Haber’den bir farkı kalmadığı” gerekçesiyle CNN Türk’ü boykot kararı aldığını açıkladı ya…
Bu kararı bir siyasi partinin medya ile kurması gereken ilişkinin mahiyeti bağlamında, medya özgürlüğü, medya çalışanlarının durumu açısından sorgulayıp yanlış bulanlar oldu.
Bunlar arasında tanıdığım isimler, dostlarım var.
Ben ise daha önce de yazarak ve konuşarak ifade ettiğim üzere, CHP’nin kararını doğru, gayet yerinde ve zamanında bulanlardanım.
Çünkü Türkiye’de medya, yukarıda tarihten hazin, ibretlik ve unutulmaması gereken bir yaprak olarak aktardığım tabloya karşılık gelen bir işleyiş içinde yıllardır.
İktidarın medyayla kurduğu ilişkinin simgesel bir terminolojiyle söylemek gerekirse ‘Goebbelsleştiği’ bir aşamada bu ülkede ana muhalefet partisinden daha fazla anlayış ve tolerans beklemek gerektiği kanısında değilim.
İktidar yandaşı bir ‘kurtlar sofrası’na dönüşmüş bu ekranlarda kuzu kuzu oturmanın da cendereye alınıp harcanmanın da alemi yok.
Kararın fazlası yok eksiği var
CHP Genel Başkanı’na da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayına da yerel seçim öncesi süreçte yapılanlar ortada ve hep yazılıp çiziliyor, konuşuluyor şu ara… Daha öncesinde CHP’ye ve diğer muhalefet partilerine Referandum sürecinde kendilerini medyada ifade etme noktasında yaşatılanlar da ortada.
CHP’nin boykot kararına yönelik eğer eleştirel bir pozisyon takınılacaksa, bu ancak “kararın neden bu kadar geciktiği” sorusu üzerinden yapılabilir.
Elbette HDP başta olmak üzere diğer muhalefet partilerine medyada temsil bağlamında çok daha büyük ölçekli ve korkunç şiddetli şekilde reva görülen haksızlık karşısındaki tavrı da sorgulanabilir CHP’nin…
Ama bunlar, kararın yanlışlığını değil, olsa olsa gecikmişliğini veya eksikliğini işaret eder. O zaman da “fazlası yok, eksiği var” deyip yola devam ederiz!..
‘Havuz’dan taşan yandaşlık artık ‘Anaakım’da
CHP aslında uzunca bir süre, diğer muhalefet partilerinin yanı sıra kendisine de reva görülen haksız, küçümseyici, hatta alaya alıcı medya yaklaşımını sineye çekti. Sineye çekti derken hiçbir şey yapmadı değil, elbette eleştirmedi mi eleştirdi, kınamadı mı kınadı, rahatsızlığını kamuoyu ile paylaşmadı mı paylaştı.
Bunların hepsi, yandaşlığın kendisine duhul sürecinin rehavetindeki anaakım medyaya vız geldi tırıs gitti.
Sonuçta 31 Mart ve 23 Haziran 2019 yerel seçimleri sonrası ortaya çıkan tabloda CHP bütün memleket için muhafazakarı seküleriyle, Alevi’si Sünni’siyle, Türk’ü ve Kürt’üyle, farklılıkların bir aradalığı içinde huzurlu, güvenli, neşeli bir yaşam yolunda umut haline geldi.
Böyle bir kavşakta, özellikle anaakım medyada daha özenlice ve saygın şekilde temsil imkânlarının önünün açılması gerekirken, tam tersi istikamette yandaşlığın ‘Havuz’dan taşarak, toplumda daha bir ‘orta-yol’ algısının hâkim olduğu CNN Türk gibi yayın kuruluşlarında belirimine tanık olduk.
‘Amiral Gemisi’, ‘Havuz’da yüzerse!..
Elbette irili ufaklı başka birçok yayın kuruluşu, bu arada sol, sosyal demokrat, hatta CHP’ye yakınlığıyla maruf bir takım yayın platformlarında da hiçbir şey kusursuz değil. Bunlar da hiç mi hiç sütten çıkmış ak kaşık değil.
Ama bunların ülke kamuoyunda sahip oldukları algı ile CNN Türk’ünkü de bir değil.
Dünden bugüne CNN Türk, bir haber kanalı olarak, küresel bir yayın kuruluşunun da parçası olması itibarıyla Türkiye toplumunda daha yaygın, genel, kitlesel kabule mazhar bir ‘simge’.
İşte bu yaygın, genel, kitlesel kabul doğrultusunda mevcut medyatik meşruiyetin iktidar manipülasyonuna uğratılarak istismarına dönük bir durum var CNN Türk mevzubahis olduğunda.
Bu durum, elbette CHP için göz ardı edilemez bir sorundur. Hele ki yerel seçim sonrası, toplumun bu partiden beklentisinin çok daha büyük ve hayati olması karşısında…
Keyfiyet buyken, daha önce yine CNN Türk başta olmak üzere özellikle Doğan Yayın Holding bünyesindeki matbu ve elektronik yayın organlarına demediğini bırakmamış…
Onların yazarlarına, haber-tartışma programı sunucuları/moderatörlerine sayıp sövmüş, sayıp sövmüş, sayıp sövmüş…
Linçlere, kovulmalara, hatta ağız-burun kırılıp hastanelik edilmelere zemin hazırlamış olan gazeteci kisvesi altında bilumum zevat…
Şimdi o matbu ve elektronik platformlarda, üstelik lince uğrattıkları, darp edilmesine yol açtıkları isimlerin önüne kurulmuş konuşuyorlar da konuşuyorlar, konuşuyorlar da konuşuyorlar.
Ve bunların karşısında iktidar muhalifleri mi var, aman Allah, saldır, bağır, çağır, posta koy, tahrik et!..
“Vatan haini”, “bölücü yardakçısı”, “terör destekçisi”, “devlet-millet düşmanı” de!..
Şimdi böyle bir tartışma programında muhalifseniz, eleştirel aklı öne çıkaracaksanız, evrensel-insani perspektiften bakacaksanız, bir sosyal bilimci nesnelliği içinde karşılaştırmalı yaklaşımı devreye sokacaksanız, ne yapabilirsiniz?.. “Benim ölçüm, milli misin değil misin o, yoksa kayarım” diyor adam!..
Neyleseniz olmaz. Sakin kalayım, alttan alayım, itidalimi kaybetmeyeyim, nezaketimi bozmayayım deseniz, ezildiniz gitti.
Yok, kendinizi tutamayıp siz de aynı ağız-surat-vücut dili ile konuşmaya, daha doğrusu hareket etmeye kalksanız, bu defa kendinizi, varoluş değerlerinizi inkar ettiniz, rezil oldunuz gitti!..
Peki, ne yapsın CHP böyle bir iklimin giderek daha da yoğun ve ağır şekilde hâkim olduğu televizüel tartışma programlarında?
Ne yapsın CHP, yandaşlığın anaakımlaştığı; ‘Amiral Gemisi’nin ‘Havuz’da yüzer hale geldiği bu medya ortamında?..
‘Vakit’ çizgisi, ölçü oldu
İslamcılığın içinden gelen ama dışarıdan ve eleştirel bakıp konuşan gazeteci-yazar Levent Gültekin’le bir sohbetimizde şunları söylemişti o bana:
“İslamcı camiada iki damar vardı. Vakit gazetesinin temsil ettiği damar ve Yeni Şafak’ın temsil ettiği damar. Vakit daha fanatik daha irrite edici, daha dışlayıcı, daha ötekileştirici, daha çatışmacı daha gelenekçi bir damar… Yeni Şafak ise daha nezih, daha entelektüel, daha konuşulabilir, daha modern, daha demokrat damar. İkisi birbirine asla karışmazdı. Tuzlu su ile tatlı su gibiydi. Çok basit bir örnek vereyim: Bugünkü iktidar mensuplarının yüzde 95’i Vakit gazetesinde adının çıkmasından olağanüstü rahatsız olurdu. Diyelim ki Vakit gazetesi İslamcı yazarların, aydınların, siyasetçilerin adını gazetede geçirmiş olsun; negatif anlamda demiyorum, pozitif anlamda bile olduğunda şöyle derlerdi: ‘Allah aşkına bana bulaşma, benim adımı geçirme o gazetede!..’ Bir anlamda böyle bir tiksinme vardı. Zaten Yeni Şafak’la Vakit arasında yayın üzerine kavga da olurdu. Vakit, Yeni Şafak’a liboş derdi. Yumuşamış, su katılmış falan… Yeni Şafak da Vakit’e, ‘medeniyet, şehir görmemiş yobaz’ derdi. Böyle aralarında bir ayrışma vardı. Tüm camiada böyle bir ayrışma vardı. Fakat Tayyip Erdoğan siyasete Yeni Şafak çizgisiyle başladı, giderek Vakit gazetesinin çizgisine kaydı. Üstelik sadece kendi değil Yeni Şafak dahil bütün mahalleyi Vakit gazetesinin çizgisine taşıdı. Bütün İslamcıları, en okumuşu, en aydınını, en bilgilisinden en cahiline kadar hepsinin içinden bir Vakit gazetesi çıktı. Bakın arkadaşlarımızın arasında Avrupa’ya gidip Londra’da okumuş eğitim görmüş 5-6 yıl orada kalmış, yani bütün o dünyayı görmüş, felsefe okumuş şiirle ilgilenmiş olanlar vardı. O arkadaşlar bile Vakit çizgisine kaydı” (Cumhuriyet, 26 Eylül 2015).
Evet, işte Levent’in bahsettiği bu ‘Vakit çizgisi’ (ki bugünkü muadili gazeteyi de hepiniz biliyorsunuz) aldı yürüdü, silip süpürdü ne varsa ortada: Önce Yeni Şafak’sa, ardından Sabah, Akşam, Star, A Haber, vd.
Şimdilerde artık böylesi ‘Vakitleşme’ yolunda emareler CNN Türk’te mevcut. CHP Genel Başkan Yardımcısı Tuncay Özkan’ın sözlerinde CNN Türk’e binaen sarf edilen “A-Haber’leşme” ifadesini bu doğrultuda düşünmek gerekir.
Benim de bu yazı kapsamında ‘Goebbels’leşme temayülü olarak nitelendirebileceğim bir keyfiyet bu.
Çok şükür ki faşizan arayışlar için 1930’lar-40’lar kadar elverişli bir ortam yok bugün medya mevzubahis olduğunda. O dönem Almanya’sında olduğu gibi gazete-radyo-sinema ile sınırlı/kısıtlı, dolayısıyla hemencecik cenderelenebilecek iletişim kapasitesinin çok ötesinde bir durum var ortada. Elbette bu, faşizan-otoriteryan baskı arayışlarını hiç mi hiç yok etmiyor, o ayrı konu. Ancak, diğer pek çok yönden tartışılması gereken sorunlarına karşın ‘bulut bilişim’ (cloud computing) çağı, muhalif arayışlara da inanılmaz imkân ve seçenek sunuyor.
Ayrıca matbu medyanın hazan mevsiminin, televizüel medyanın da sonbaharının yaşandığı bir dönemde olmamız cabası.
Böyle bir dönemde, tıpkı Nazi Almanya’sındaki monotonlaşmaya benzer şekilde insanları sıkan, bıktırıp usandıran karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara kimse katlanmak zorunda değil.
CHP de siyasal, toplumsal, kültürel ‘reyting’inin alabildiğine yükseldiği şu zaman-mekân kesitinde böylesi karakterlere, ağızlara, kabadayılıklara teşne yayın kuruluşlarının bünyesinde üyeleriyle, temsilcileriyle hırpalanmak durumunda hiç değil.
Sözün özü, ölçünün ‘Vakit’ olduğu yerde…
CHP için de boykot vakti!..