Hrant Dink olayından geriye ne kaldı?
Cinayetin işleniş biçimi, o bildik “derin analizleri” ve “komplo teorileri”ni gözden düşürecek kadar fazlaca amatör çıkınca, işin içine başka mevzular girdi;
“Toplumda yalnız kurtlar türüyor. Kim bunlar?”
“Varoş lümpenleri mi geliyor?”
“Gayr-ı müslime rahmet okunur mu?”
“Hepimiz Ermeniyiz demek doğru mu?”
Yani Mahir Kaynakvari yorumlar bu olayda “aut”, en azından şimdilik…
Veya tam tersi, asıl cinayetin böyle işlenmesi, Mahir Kaynakvari yorumlara daha da ihtiyacımız olduğunu göstermektedir. Şimdi sadece “derin” değil, “derinden de derin” yorumlara ihtiyaç vardır, belki…
Her cinayetten sonra bu tür yorumlar yapılır. Ama bunların kimseye bir faydası olmaz. Bir muammadır sürüp gider. Muammadan ise sadra şifa bir şey çıkmaz.
Oysa yukarıdaki sorular can alıcı sorulardır.
Türkiye toprağının bağrında her nasılsa yeşeren hastalıkların teşhisi sadedindedir. Dolayısıyla sadra şifa olan, bu tür sorular üzerinde kafa yormaktır. Çünkü bu tür sorular yüzümüze tutulmuş aynalardır. Bir muammanın dipsiz derinliklerinde dolaşmak yerine, aynaya bakıp kendimizle yüzleşmek daha mesafe katettirici olacağından bunları es geçmemek gerekir.
Bizler, son yüz yıldır, özellikle büyük şehirleri saran göç dalgasıyla, çoğumuzun fark edemediği veya farketmekte geciktiği bir gelişmeyi yaşıyoruz.
İnsanlarımız kendilerini boşluğa düşmüş hissederek, “imparatorluk halkı vizyonundan” hızla, henüz kabile didişmesini bile aşamamış, sömürge ülkesi ahalisine dönüşüyoruz; hatta dönüştük bile.
Sağcı, solcu, liberal, sosyal demokrat vs. kimlikleri bile artık fazla geliyor.
İnsanlar Alevî, Sunnî, Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Yahudî vs. kimliklerine sarılıyorlar.
Hatta daha da ilerisi Karadenizli, Diyarbakırlı, Sivaslı, doğulu vs. birer kimlik ve aidiyet haline geliyor.
Türkiye giderek içine büzülüyor, büzüldükçe de atomize oluyor.
Dışarıdan bakılınca bu, imparatorluk vizyonu yaşamış bir halkın, yenilgi sonrası hazin çöküşü ve dağılışıdır.
Avrupa Birliği’nin şu anki halinden, bir dünya savaşından yenilgiyle çıkarak hızla dağılma sürecine girdiğini; Almanya’nın, Fransa’nın, İtalya’nın vs. mezheplere, etnik kökenlere,
bölgelere, şehirlere hatta mahallelere varıncaya kadar lime lime dağılmaya devam ettiğini düşünün…
Hatta Amerika’nın, Sovyetlerin…
İslam dünyası, Osmanlı’nın şahsında son iki yüz yıldır işte bu süreci yaşıyor. Dahası bu süreç hala devam ediyor ve tersine bir rüzgar hala esmedi, esmiyor…
Kala kala bir Türkiye kalmış; milletinin en diri unsurları sağ-sol kavgasından bitap düşürülmüş…
Devletinin laiklik-din çekişmesiyle aklı tutulmuş…
Yetmemiş Türk, Kürt, Ermeni, Alevi, Sünni fitili ateşlenmiş…
Yetmemiş Karadenizli, doğulu, batılı çekişmesi kurguya verilmiş…
Bu devran ne zaman döner?
Bu akıl tutulması ne zaman sona erer?
Bir tersine rüzgar ne zaman eser?
Bu ülkenin cumhurbaşkanını, Ermeni cenazesinde, oradan Musevi havrasında, oradan Cuma namazında, oradan Ortodoks patrikhanesinde, oradan Alevi cemevinde, oradan Hacı Bektaş şenliklerinde, oradan Kürt düğününde, oradan bir sanatçı konserinde, oradan başörtülüye plaket verirken, oradan çingene mahallesinde, oradan Karedeniz yaylalarında, oradan Yörük ayranı içerken ne zaman göreceğiz?
Bunları olamaz mı sanıyorsunuz?
“Türkiye cumhurbaşkanı” bu değilse nedir?
“Türkiye” bu değilse hangisidir?
Öyle yeryüzünde bir bayrak dalgalandırmayı kolay mı sanıyorsunuz?
“Hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal” demeyi siz ne sanıyorsunuz?
İstiklal Marşı’nı Safahat’ı almamasından, “O marş bir daha yazılamaz” demesinden ve yazmayı istemeyerek kabul etmesinden de anlaşılabileceği gibi Akif, böylesi bir marş yazmaktan o kadar da mutlu değildir.
Çünkü “işgal edilmiş olmayı” medeniyet gururuna yedirememektedir. Bu gurur, ülkesinin “hiç işgale uğramamış” olmasıyla övünür. Bu “rekorun” kendine ait olmasıyla gurur duyar. Zira buna cesaret bile edilememelidir. Düşmanın buna yeltenmesi bile bizde bir zaaf olduğunu gösterir. Oysa bu rekor bugün bilebildiğim kadarıyla Londra’ya aittir. Oysa bugün yeltenmek bir yana adam coğrafyamızda cirit atıyor. Bağdat’da yolda yürüyen kadını kızıyla birlikte dağa kaldırıyor.
Öte yandan, görüyoruz ki yeryüzünde coğrafi olarak küçülmekle birlikte, yüreğimiz de küçülmüş. O büyük vizyonu kaybetmişiz, ahali olmuşuz. Güdülür, bölünür, oynanır hale gelmişiz..
Diyanetten “Gayr-i müslim’e rahmet okunmaz” açıklaması buna örnektir. Oysa bu “alemlere rahmet” misyonunu anlamamaktır.
Kur’an’ın, sevgi, merhamet, şefkat, acıma, iyilikseverlik gibi bir çok sözcük ile ancak karşılanabilen “rahmet” kavramını gayr-i müslimler için kullanıp kullanmadığına bir araştırın. Şu ortamda pek şık kaçmayacak ama derdim benzetme yapmak değil bu kavramın Kur’an’da nerede kullanılabildiğini göstermek olduğundan mazur görülsün;
“Dünya hayatının geçici zenginliğini kazanacaksınız diye, sakın namusuyla yaşamak istediği halde elinize düşmüş esir kadınları fuhuş yapmaya zorlamayın. Her kim onları fuhuş yapmaya zorlarsa Allah, kendilerine zorla yaptırılan bu işten dolayı onları bağışlayacak ve rahmet edecektir; bundan hiç şüpheniz olmasın.” (Nur; 24/33).
Bu ayette bahsedilen kadınlar müslüman değildi. Üstelik zorla çalıştırılıyorlardı. Yani mazlum ve gayr-i müslimdiler. Onlar için Allah, en müstesna kelimelerinden birisini kullanıyor; rahmet…
“Doğururken ölen anne, üzerine duvar yıkılarak ölen, ailesini, malını ve namusunu korurken ölen, yılan sokmasıyla ölen vs. (mecazen) şehittir” sözleri de Hz. Peygamber’e aittir. Bunların hiç birisinde Müslüman olma şartı yok. Bu sözlerdeki yetim yüreğini, peygamber vicdanını kavrayabilmek lazımdır. Bu kavramları, ideolojik ihtiraslarımıza kurban etsek de, Allah ve peygamberinin çok başka bir yerden olaya baktığını anlıyorum. Bunu çoğumuzun havsalasının alabileceğini sanmıyorum. Öyle ya, doğururken ölen anne bizimkisi değilse, bize ne. Ama Allah için öyle değil. Bütün insanlar O’nun, O’ndan geldi, O’na gidecek…
Düşünün, buralardan ne çıkar…
Keza “Hepimiz Ermeniyiz” çığlığına, anlaşılmak bir yana, tahammül edememek de başka bir örnektir. Oysa bu bir jestti; ön alıştı. Zulmen öldürülen herkese böyle şeyler söylenir. Bu noktada “Hepimiz Türkiyeliyiz” sözünün önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.
Ermeni’ye, Kürd’e, Alevi’ye, başörtülüye bırakın, Arab’a, Acem’e, Zenci’ye ve dahi “yetmiş iki millete” yüreğinizde yer açmak zorundasınız.
Halklardan bahsediyoruz, siyasi iktidarlardan, hükümetlerden değil.
Çünkü “Yetmiş iki millet yektir bizde/Kamu alem birdir bizde” irfanından geliyorsunuz. “Nizam-ı alem” vizyonundan, “Kerim devlet” geleneğinden, “Daire-i adalet” çemberinden geliyorsunuz.
Alemlere (insanlığa) rahmet (sevgi ve merhamet) olmak bu değilse nedir?
Mevlana’nın, Yunus’un toprağından insanlığın beklediği budur.
Bunun için yüzleşen, aşan, taşan, kucaklayan, toplayan, birleştiren, büyülten, yeniden inşa eden bir rüzgar esmeli.
Çamur deryasının içinde olabiliriz; ama gözlerimiz yıldızlara bakabilmeli.
Çamur deryasına inat.
Gözle kılınan bir namaz belki.