Gazeteci Fehim Taştekin ile Ortadoğu’yu; özellikle Suriye’deki durumu, IŞİD’i, Türkiye’nin; aslında AKP ve Erdoğan’ın Suriye politikasını konuştuk. ABD’nin Ortadoğu politikalarınan yarattığı IŞİD üzerinden Rusya’nın bölgeye yönelik politikalarını ve askeri müdahalesinin anlamı üzerinde durduk. Tabii ki Kürt meselesi bu konuşmanın ana merkezinde yer aldı. Dosya konumuz olan Suriye savaşının yol açtığı göçün Türkiye tarafından nasıl istismar edildiği de bir başka konu olarak ifade edilmiş oldu.
Türkiye’nin Suriye politikasının geldiği son durum ile başlayalım; nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu trajik bir durum. Hakikaten, her açıdan iflas etmiş bir politika. Fakat buna rağmen Türkiye bunu itiraf etmekten, buna bir reset yapmaktan kaçınıyor. Bu da bizim içerde de çok tanık olduğumuz saplantılı bir ruh halinin sonucu. Türkiye başından itibaren Suriye ile ilgili bütün değerlendirmelerinde hatalar yaptı. Bu yönlendirilmiş bir hata mıdır, yoksa gerçek anlamda cehaletten kaynaklanan bir hata mıdır bu tartışılabilir. Ama hala ısrarla sürdürülen hatalar zincirinden bahsediyoruz. Yani bugün bile, mesala dün Cumhurbaşkanı’nın Ankara garındaki saldırı ve Rojava’yla ilgili açıklamalarına bakıyorum. Yine ürkütücü bir cehalet, ürkütücü bir manipülasyon var. Ya bilerek gerçekleri saptıran bir politika izleniyor ya da hakikaten gerçeklikten kopmuş bir ruh hali var. Onu artık insanların kendi takdirine bırakıyorum.
Bu kolektif terör tanımı, AKP’nin iç politika malzemesi oldu… AKP’nin Ortadoğu politikasının iç politikaya yansıması sayılır mı?
Dış politikayla iç politikanın çakıştığı yerler olabilir. Doğrudan iç unsurlarınızla ilintili konular olduğunda, bu çakışmalar kaçınılmaz. Mesela Rojava. Bir dış politika konusu normal koşullarda ama işte PKK’yle bağlantısı nedeniyle birden bire o iç politikanın da bir unsunu haline gelebiliyor. Ama Türkiye hükümeti 13 yıldır aslında kendi halkına dış politika yapıyor. Bu yüzden de, diplomaside olması gereken incelikler, diplomasinin kendi manevra alanlarında olması gereken boşlukları yok ediyor. Bu politika Türkiye’nin hatalarından dönmesini imkansız hale getiriyor. Yani sokaktaki insana, kendi seçmenine yönelik bir dış politika olamaz. Dış politika devletin çıkarlarına göre şekillenir ve bunun içir çok sayıda diplomatik maharet kullanır. Vatandaş Mehmed’in algısıyla dış politika yürütürseniz teker teker komşularınızı kaybedersiniz. Sonra müttefiklerle de ilişkilerini zedelemeye başlarsınız. Kuşkusuz bu ilişkilerin tabiatı sorgulanabilir. Ama NATO ile ilişkiler, Avrupa Birliği ile ilişkiler, Amerika ile ilişkiler ve saire birdenbire sarsılmaya başladı. Rusya gibi en önemli ticari ortaklarla ilişkilerde ciddi sıkıntılar başgösterdi. Bu dış politika adına kötü bir alışkanlık. İçerde bizim zaten tonlarca sorunumuz var. Bu sorunları dışarıyla ilintilendirdiğimiz zaman daha da içinden çıkılmaz hal alabiliyor.
Şu Ankara’daki katliamın PKK, IŞİD, DHKP-C ve Suriye’nin içinde yer aldığı kolektif bir saldırı olduğu iddiası ağır bir manipülasyon, burada çok ciddi şekilde gerçeğe ihanet var. Olaylarla ilgili farklı bir evrene geçildi sanki. Gezi olaylarından beri “evren” değişti; Kabataş yalanının dış politika versiyonları o kadar çok ki. Bunu bütün dünya biliyor. Bunu Rus dişişleri bakanı ya da Çin dışişleri bakanı söylüyor.
Bu, geleneksel olarak, Osmanlı’dan devralınan, yani kısmen zor gücü, kısmen yalan/dolanla bir yönetim politikası; tarihsel bir ideolojik davranış mı? Konjonktürün değiştirmesi/değişmesiyle bu refleksif olarak oluş/an/turulan politika çöküyor; kendini adapte edemiyor, sahip olduğu klasik devlet refleksi sadece birkaç parametreyle yürütülüyor.
Türkiye’nin hem içeride hem dışarıda politikalarını yürüttüğü bir takım payandalar var. Bu payandalar kimi zaman karşılıklı işbirliği, kimi zaman doğal müttefiklik ilişkisi kimi zaman çıkar birliği olarak karşımıza çıkıyor. Bu payandalar çöküyor. Çöktüğü için de hem dışarıda, hem içeride bunun yerine hükümet üç şeye başvurmaya başladı. Birincisi yalan, ikincisi manipülasyon, üçüncüsü de algı operasyonları.
Zor gücü belki de…
Ee tabii ki. Ama bunu dışarda yapamıyor ama bol gürültü çıkartıyor zaman zaman da tehditler savuruyor. Mesela Rojava’yı tehdit ediyor ya da taciz ediyor. Birkaç yıl önce normalleşme süreci başarısızlığa uğradığında Ermenileri tehdit etti. Zorbalık asıl kendini içerde gösteriyor. Artan oranda ülke bir muhaberat devletine dönüyor. Gerçeklikten kopmuş bir ve algı operasyonları üzerine bina edilmiş bir dış politikanın artık tekeri dönmüyor. Düşünün hükümet öyle şişirilmiş bir özgüvenle Ortadoğu’da herşeyi biz yönetiriz diyordu. Davutoğlu mecliste Suriye ile ilgili bir gensoru önergesine yanıt verirken Ortadoğu’da Türkiye’nin içinde olmadığı hiçbir gelişmenin olamayacağını söylemişti. Bu şişirilmiş özgüvenle öyle işlere kalkıştılar ki Ortadoğu’nun sorunlarını çözmek bir yana Ortadoğu’nun bütün sorunlarını içeriye taşıdılar. Şimdi Suriye’yi örnek alalım. Suriye’nin sorunları vardı. Yani mesela Kürtlerin bir kısmı vatandaşlık haklarından mahrumdu. “Alevi azınlık devleti” iddialarına rağmen Alevilerin de sorunları vardı.
Bizim de var.
Fakat Suriye’nin demokrasi, insan hakları ve temelde bir rejim sorunu var. Azınlıkların yaşadığı sıkıntılar Türkiye ile kıyasla daha az. Mesela Suriye’de azınlıklar ana dillerini unutmadı. Söz gelimi Çerkesçe Türkiye’de neredeyse yok oldu ama Suriye’de bütün Çerkesler anadillerini konuşabiliyor. Onların sorunu baskı rejimiyle, muhaberat devletiyle. Bu Kürtlerin de sorunu Alevilerin de sorunu Sünnilerin de. İddia edilenin aksine orada bir Nusayri rejimi yoktu. Orda bir Baas rejimi vardı. Suriyeliler şunu gördü: Kendi Ermenilerini ve Süryanilerini sürmüş bir Türkiye, Hıristiyanların barış içinde yaşadığı Suriye’ye model ihraç etmeye kalkışıyor; kendi Alevilerinin haklarını tanımayan bir ülke Alevilerin güvende olduğu Suriye’ye model dayatıyor, kendi Kürtlerini yok sayan Türkiye sınırın altıda demokrasi vaat ediyor. İşte bunu kimse inandırıcı bulmadı.
Aleviler ve Hıristiyanlar baktılar ki Türkiye’nin desteklediği gruplar ya da onların getireceği model onları yok edecek. Aynı model kendinden olmayanı tehdit ediyor buna seküler ya da dindar Sünniler de dahil. Esad karşıtı Körfez-Batı koalisyonunun Kürtlerin talep ettiği haklar karşısında ikircikli davrandığı için Kürtler de üçüncü yol stratejisini seçti. Ne rejim ne de muhaliflerden yana durarak savaşı kendi topraklarından uzak tutmaya çalıştılar. Burada Türkiye’nin yönlendirici ve bloke edici tutumu belirleyici oldu. Kürtler diğer etnik ve dini gruplarla birlikte demokratik özerklik tesis etmeye çalıştıkça Türkiye’nin tehditleri arttı. Türkiye’nin desteklediği gruplar Rojava’nın kazanımlarını yok etmek için defalarca saldırılarda bulundu. Özgür Suriye Ordusu, Nusra, sonra İŞİD. Hıristiyanların Ortadoğu’da en rahat yaşadığı yer Suriye idi. Güvenceleri vardı. Malları, mülkleri, canları tehdit altına girdi. Su savaş ortamında onlara en güvenli alanı sağlayan diğer güç Kürtler oldu. Türkiye kendi içinde Kürtler, Aleviler ve Hıristiyanlarla ilgili hiç bir sorununu çözmeden Suriye’ye model olma iddiasıyla giderken beraberinde Kaide ve Kaidevari grupları götürdü.
Peki, burada jeopolitik olarak dünya sistemi içerisinde Amerikan politikasının etkisi dolayısıyla bir mecbur hale gelme durumu var mı Türkiye’nin? Yani daha önce Libya’dan bakarsak, Türkiye açmaza mı düştü? Ve ondan sonra mı tavır aldı acaba?
Şimdi son zamanlarda, özellile 2013’den itibaren Türkiye ile Amerika arasında bir ton farklılığı giderek büyüyerek önemli bir anlaşmazlık noktasına vardı. Ancak bu Türkiye, Amerika’ya rağmen burada bir şeyler yapıyor değil. Amerika da Türkiye’yi gözeten politikasını başından itibaren sürdürdü. Türkiye’nin Libya ve Suriye’de savrulmasında Amerika ile bir eşgüdüm sözkonusu. Türkiye Libya’da bir ilkesel duruş sergiledi. NATO’nun ne işi var dedi. Sonra o ilkesel duruşu değiştiren iki faktör var. Biri Batı’nın Kaddafi’yi devirme kararlılığı diğeri hareket eden trene daha geç kalmadan binme uyanıklığı. Madem Kaddafi gidici o zaman ben de buradaki milyarlarca dolar yatırımımı riske atmayayım ve Libya’nın geleceğine yatırım yapayım diyerek NATO müdahalesi için İzmir’i ana karargâh haline getirdi. Bu son derece fırsatçı bir refleksti. Ama Libya’da oyun planı tutmadı.
İş Suriye’ye geldiğinde Libya’daki gibi kısa sürede sonuç alabileceklerini sandılar. 2007’den itibaren ivme kazanan iyi komşuluk ilişkisi vardı. Bu ilişki Amerika’ya rağmen bir ilişki değildi. Bir yanılsama var orda. Amerika, Türkiye ile Suriye arasındaki ilişkiler sayesinde Şam’ın İran ve Hizbullah’ın yer aldığı direniş ekseninden kopacağını umuyordu. Türkiye üzerinden geliştirilen ilişkiler de Suriye’yi Ortadoğu’da ABD’nin inşa ettiği Camp David düzenine çekmeye yetmedi. Suriye, Türkiye ile iyi ilişkilerine rağmen İran’la bağlarını kesmedi. Tam Arap Baharı patlak verince aradan Suriye’yi de çıkartabileceklerini düşündüler. Türkiye bu iyi ilişkilerini kullanarak rejimi dönüştürebileceğini sandı. Özellikle Müslüman Kardeşleri siyasal sisteme ortak etmek için ağırlığını kullandı. Türkiye büyük bir özgüvenli Suriye’ye bir vilayeti gibi yaklaştı bu da ters tepti. Sanki Osmanlı sultanı gibi ferman buyurunca anında kabul edilecekmiş gibi bir hava estirdiler.
Zaten Davutoğlu “Suriye iç sorunumuzdur” demişti…
Evet ama Suriye’nin ayrı bir devlet olduğunu, her bir Suriyelinin sahip olduğu Suriyelilik kimliğinin gücünü görmezden geldiler. Yok efendim Fransızlar geldi, sınırları Sünni bir şekilde çizdiler diyerek Suriye’nin tarihsel kimliğini ok sayan bir yaklaşım sergileniyor. Sykos-Pickot’ya “Yeni Osmanlılar” kadar Suriyeliler de lanet okuyor. En fazla Kürtler lanet okuyor, Kürdistan’ı dörde böldü diye… Hayır, Suriye binlerce yıllık bir medeniyet havzasıdır. Her bir Suriyeli’nin gurur duyacağı bir tarihi zenginlik vardır. Osmanlı’nın üzerlerine attığı şal onların tarihsel geçmişlerini, gururlarını yok etmedi. Ve hiç bir Suriyeli yeni bir Osmanlı fesini görmek istemez. Öyle hayal kurmaya gerek yok. Suriyelileri küçümsemek, Suriye’yi yok saymak, onları iki emirle hizaya getirebileceğini sanmak ancak Türk hükümetinin karşılığı olmayan içi boş gururudur. Suriyeliler kendilerine yönelik bu yaklaşımı küstahlık olarak görüyor.
Emperyal ideoloji.
Aynı küstahça yaklaşım 2010’dan itibaren Irak’ın iç işlerine müdahale edilirken de sergilendi. Yeni-Osmanlı’nın tepeden bakışı ne Suriye’de, ne Lübnan’da, ne Irak’ta, ne de Mısır’da işe yarar. En müttefik olarak gördükleri Müslüman Kardeşler bile bunu kabul etmez. Ama bunun şuurunda değiller.
Türkiye, Şam’a gitti ne dedi? Sen kendini kurtarmak istiyorsan Müslüman Kardeşler’i siyasete dahil edeceksin. Şimdi Suriye’nin yakın tarihini bilen birisi bunun kolaylıkla kabul edilemeyeceğini de görür. Çünkü Suriye’deki Müslüman Kardeşler Mısır, Ürdün ya da Tunus’taki gibi değildir. Suriye’deki Müslüman Kardeşler’in tarihinde silah vardır, suikastler vardır, çatışmalar vardır ve bu kanlı isyan Suriyelilerin belleğinde çok fena halde yer etmiştir. Sadece rejimden bahsetmiyorum sıradan Suriyelilerin zihninde de Müslüman Kardeşler’le ilgili çok sorunlu bir algı vardır. Bu örgüt Suriye yasalarına göre terör örgütüdür. Belki kıyas kabul etmeyebilir ama şöyle düşünelim: Esad geldi ve Erdoğan’a dedi ki, PKK’yi hükümetin ortağı yapacaksın arkadaş. Nasıl bir reaksiyon ortaya çıkar? Erdoğan bunu kabul edebilir mi? Şimdi bu taktikle yaklaştılar. Ve sonra olmadı ve olmayınca, 2011 yazında Doha’da bir toplantı yapıldı, Amerikan yönetimi, madem Esad, Türkiye üzerinden iletilen talepleri yerine getirmiyor artık ikinci aşamaya geçiyoruz dedi. Yani cezalandırma, yaptırım uygulama, diplomatik tecrit aşaması. Türkiye de buna uygun hemen pozisyon aldı. Hızlı bir şekilde Katar, Suudi Arabistan, Türkiye, Suriye’nin Dostları Grubu olarak şekillenen, isyanı koordine eden ve silahlı bir kalkışmayı besleyen bir planın en önemli öncü aktörleri haline geldiler.
Dikkat edin; Katar ve Suudi Arabistan ilk başta reformlara yönelik adımları nedeniyle Esad rejimini destekledi, onların çarkı da Türkiye ile birlikte gerçekleşti. Mesela Nisan 2011’de Esad hızlı bir şekilde reform planını açıkladı. Anayasayı değiştireceğini söyledi, komiteler kurdu. Bu adımlara paralel olarak Suudi Arabistan, Katar liderleri mektup gönderip Esad’ı tebrik ettiler.
Ortada bir oyun planı var…
Evet ve ABD işin başında şunu gördü. Gösteriler Esad’ı devirebilecek güçte değildi ve rejimin yanıtı sertti. Bu yüzden silahlı isyan seçeneği devreye sokuldu. Türkiye Şam’la müzakere yoluyla değişim umarken gösterilerin erken evresinde aslında silahlar devredeydi. Ankara bu gerçeği göz ardı etti ya da küçümsedi. Gösteriler Mart 2011’de başladı, mayısa kadar birçok yerde askerler ve polislerin öldürüldüğünü gördük. Türkiye’nin o müzakereleri sürdürdüğü sıralarda bilanço yüzlerce askerin öldüğü bir tablo sunuyordu. Bunları hiç kimse konuşmadı. Suriye İnsan Hakları Gözlemevi’ne göre isyanın ilk 5 ayında ölen 2150 kişiden 406’sı askerdi.
Ve o kanlı süreç devam etti, katlana katlana bugünlere geldi. Buralarda hiç kimse samimi bir şekilde oyununu oynamadı, herkes kirli bir oyunun parçası haline geldi. Türkiye de bu oyunun kendi sınırlarında oynandığını bile bile “evet” dedi. Ve kendisini Pakistan’ın durumuna soktu, yani Amerika için sorun değil, 11 bin kilometre ötede.
Peki bu, Kürt sorununun kendine olacağı etkiyi ötelemek ve zaman kazanmak için yapılan da bir hamle mi aynı zamanda?
Ben çok bağlantı kurma taraftarı değilim. Çünkü aynı zamanda Türkiye’de bir müzakere sürecini başlatmışlardı, yani 2009’dan itibaren ağır aksak giden ve Suriye krizinin çok koyulaştığı dönemlerde de müzakerelerin sürdüğünü gördük. Ancak bir noktadan sonra Suriye Türkiye’nin Kürt sürecini etkilemeye başladı. Temmuz 2012’de Kürtler kendi bölgelerini ele geçirip, kendi sistemlerin kurmaya başladığında Türkiye ordaki Kürtleri kazanmak yerine ordaki Kürtlere çok şiddetli bir tepki verdi ve bunu yaparak içerideki süreci tehlikeye attı. Şöyle bir korku ile hareket ettiklerini düşünüyorum: PYD aslında PKK’dir, bunlar burada bir alan hakimiyeti sağlarlarsa burada çok güç kazanacaklar ve bu gücü kazandıktan sonra Türkiye’deki süreç zora girecek. Yani Kürtler daha azına razı olmayacak… O yüzden bu tehdit algısıyla hareket edip bu tehdidi birazcık da abartıp, Rojava’daki Kürtleri cezalandırmaya, onların kazanımlarını yok etmeye yöneldi. Türkiye’deki çözüm süreciyle ilgili mesele ciddiyete binmeden, yani Kürtlere ne vereceğiz, noktasına gelmeden önce biz bu Rojava’yı nasıl kırparız, Rojova’yı nasıl başarısızlığa uğratırız hesabı ile hareket edildi. Bunun için, dikkat edin 2012’nin sonundan itibaren, Aralık’tan itibaren 2013 boyunca Rojava’ya yönelik çok sayıda saldırı gerçekleştirildi ve bunların önemli bir kısmı Türkiye üzerinden sınırları zapteden gruplar tarafından yapıldı. Bu bir proxy (vekalet) savaşı, yani Kürtler’e karşı yürütülmüş bir vekalet savaşıydı. Türkiye hükümeti bu oyun planıyla Rojava’da kazanımları, Kürtleri geriletebileceğini düşündü, bunu yaparken birkaç farklı alternatifi de denedi. Ambargo uyguladı, tecrit uyguladı, ve Barzani yönetiminin etkisini Rojava’daki Kürtleri geriletmek için kullanmaya çalıştı. Barzani yönetiminin kendisi de rahatsız, orda farklı bir ideolojik alternatifin doğması Barzani’nin işine gelmiyor. Ama burada Türkiye’nin de çok ciddi baskıları olduğunu görmemiz gerekiyor.
Birbirine düşürmeye de çalıştılar yani.
Eskiden beri, PKK ile KDP arasındaki bitmek bilmeyen savaşlarda tabii ki Türkiye’nin birinci dereceden rolü vardı. Rojava’da alternatif bir peşmerge gücü yaratmaya çabalaması, orada KDP çizgisindekileri büyütme çabası, uluslararası olarak onları meşru bir temsilci olarak gösterme çabası vardı. Burada korkunç bir psikolojik savaş yürütülüyor. Bütün bunlarla Rojava’daki kazanımları tersine çevirmeyi denedi, başaramadı. Şimdi başaramaması çok farklı konuları da beraberinde getirdi.
Şimdi birdenbire şu korkuya kapılıyorlar: Burada kantonlar ilan edilir, yarın Diyarbakır’da ilan edilecek. O korkuya kapılmış oldular. İkincisi burdaki Kürtlere yapılanlar Suriye’nin Kürtlerine yapılanlar Türkiye’de siyaseten Erdoğan’ın kaybetmesine yol açan bir faktör olarak karşımıza çıktı. Yani Rojava’daki siyasetin bedelini AKP 7 Haziran’da ödedi. Şimdi iç ve dış sorunlar, konular birbirine girmiş durumda. Bu nedenle PKK ile birlikte YPG’yi anıyor, HDP ile birlikte PYD’yi anıyor, hepsine terör örgütü muamelesi yapıyor, hepsine birlikte ortak cephe ile savaş açıyor. Nerede dış politika? Sınırlar nerde başlıyor, nerde bitiyor, artık her şey karışmış durumda.
Buradan Rusya meselesine gelelim. Rusya ne yapmak istiyor? Çok hızlı bir girişe tanık olduk. Ne dersiniz?
Bunun çok farklı boyutları var ve bunları birlikte düşünmek zorundayız. Yani bu sadece Esad’ı kurtarma operasyonu olarak görülemez. Şunu temelde herkes kabul ediyor artık: Suriye hiç tereddütsüz Rusya ile ittifak ilişkisini test etmiş bir ülkedir. Hiçbir zaman yalpalamadılar. Aralarında soğuklukların olduğu dönemler oldu, çünkü Rusya’da bir rejim değişti. Komple bir değişiklik oldu. O dönemlerde kimse birbiriyle ilgilenemez haldeydi, ama baktığınız zaman Rusya’nın Ortadoğu politikası istikrarlıdır.
Mesela Mısır’la ilişkilerine bakalım: Mısır değişti ama Rusya’nın bakışı değişmedi. Filistin’de birçok aktör ve birçok konu değişti ama Rusya’nın genel anlamda bakışı değişmedi. Suriye’ye ilişkin Rusya’nın bakışı değişmedi, Şam’ın Rusya’ya bakışı da değişmedi.
2008’de Kafkasya’da savaş çıktığı zaman Esad hiç gecikmeden Rusya’ya desteğini ifade etti. Şimdi Rusya bu müttefikini bütün dünyaya ve diğer müttefiklerine de göstererek satmayacağını, zor zamanlarda da bu ilişkiyi terk etmeyeceğini gösteriyor. Bir büyük devlet refleksidir bu. Yani egemen bir devletin, uluslararası alanda söz sahibi olan bir devletin, dostlarına ve kendisiyle birlikte hareket edenlere “evet benim taahüdüm vardır” deyişidir. Tıpkı Amerika’nın yaptığı gibi. Amerikalılar da her zaman Türkiye’yi koruma yükümlülüğüne bağlıyız, İsrail’i koruma yükümlülüğüne bağlıyız diye efelene efelene konuşur. Sürekli kendi ittifak ilişkilerini anlamlandıran argümanını tekrar eder. Rusya da bunu yapıyor ve gösteriyor: “Ben terk etmedim, terk etmeyeceğim”. Şimdi bu bir.
İkincisi tek kutuplu ve küstah bir yapıya karşı ben varım demek için bu müdahaleyi önemli bir fırsata çevirmiş durumda. Geçmişte birkaç fırsatı iyi değerlendirdi. 2008’de Amerika Gürcistan üzerinden Güney Osetya’ya saldırdığı zaman, bu Amerikan saldırısıdır, yani planlamayı yapan Amerikalılardır dedi. Gürcüler istediler, ama askerler sahadaki planlama, her şey Amerikalılarındı. Orda hiç kimsenin beklemediği bir refleksle anında iki saatlik mesafede yer alan hemen Vladikavkaz’taki tankları aşağıya indirdi ve olaya ey koydu. Abhazya ve Güney Osetya’yı bağımsız bir devlet olarak tanıyarak Amerika’nın Kafkasya’daki müdahalelerine dur dedi.
Rusya 2003-2004’deki renkli devrimlerle nüfuz alanına, hinterlandına yapılan müdahalelere yanıt vermek için epeyce bekledi. Ve soğuk bir intikam aldı. Rusya çıkarlarına yönelik saldırı komplosunu Ukrayna’dan Kırım’ı alarak cevap verdi ve eski bir hesabı kapatmış oldu. Bu Amerika’ya ikinci yanıttı. Doğu Ukrayna, Yeni Rusya dedikleri bölgedeki plan da bir şekilde yavaş yavaş kendi halinde yürüyor. Ama orda acelesi yok, yani Amerika’nın müdahaleciliğine ikinci yanıtı Ukrayna’da verirken bir taraftan da toprak genişletme stratejisinde bir ilki gerçekleştirmiş oldu.
Rusya her yerde aynı şeyi yapmıyor. Mesela Güney Osetya defalarca referandum yaptı. Benim bildiğim üç kez referandum yaptı ve Rusya’ya katılma iradesi gösterdi. Ama Rusya bunu kabul etmedi. Abhazya’dan böyle bir talep yok, ama Güney Osetya Kuzey Osetya ile birleşme, Rusya Federasyonu içerisine girme önerisini büyük ezici bir çoğunlukla referandumdan geçirmiş olmasına rağmen Rusya asla iltihak etmeyi gündemine almadı. İlk kez Kırım’la bunu yaptı. Kırım stratejik bir yer. Çıkacak gürültüyü göğüslemeye değecek bir yer daha doğrusu. Güney Osetya’nın fazla bir önemi yok. Ama Kırım stratejik olarak önemliydi ve dünyaya NATO’nun müdahaleci yaklaşımlarına bir yanıttı.
Tabii bunu da sineye çekmek zorunda, durumunda kalındı.
Şimdi oraya geliyorum. Rusya bir yıl bekledi. Baktı Batı’nın verebileceği çok fazla bir yanıt yok, o zaman daha büyük bir adım atabilirim dedi. İnanılmaz bir zamanlamayla, Türkiye Suriyeli Kürtlerin IŞİD’in elindeki Cerablus’a geçmesini önlemek için sınıra çok sayıda tank yığmışken, birden bire operasyonu Türkiye içinde PKK ile savaşa çevirdi. O tankları çekti. Türkiye’nin yaratmaya çalıştığı fiili tampon bölge planı böylece ötelenmişken Putin Suriye’ye Ağustos 15 itibariyle büyük bir yığınak yapmaya başladı. Temmuz 24 Türkiye tanklarını çekiyor, Putin 15 gün sonra Lazkiye’ye indirme yapıyor.
İkincisi Amerika’nın eğit-donat projesi tamamen çöktü. İşte eğittikleri adamları gönderdiler, Nusra onları kaptı, bir kısmını öldürdü, bir kısmını ele geçirdi. İkinci postayı gönderiler. Onlar da silahlarıyla birlikte Nusra’ya katıldılar. Bütün dünyaya rezil oldu, kepaze oldular ve Amerika’nın benim artık hakikaten Suriye’de yapacak bir şeyim yok dediği sırada Putin devreye girmiş oldu.
Üçüncü bir şey mülteci baskısı. Bütün Avrupa mülteciler geliyor, ne yapacağız bu mültecilerle derken, herkesin kafasındaki yanıt bu savaşın bitmesidir. Bu savaş bitmezse mülteci akını bizi vuracak, diye düşündüğü anda Putin savaşı bitirecek büyük bir hamle yapmak üzere sahneye çıkıyor.
Avrupa kamuoyunda da o zaman çok büyük bir destek aldı.
Avrupa’yı satın aldı. İŞİD tehdidi yüzünden bölge ülkeleri çok çaresiz kaldığı bir dönemde bölge ülkelerinin desteğini satın aldı. Iraklılar Amerika’nın bir yıldır yürüttüğü İŞİD’e karşı operasyonlarından hiç bir netice almadıklarını düşünüyorlar. Ve Amerika’nın ikili oynadığını, dürüst davranmadığını düşünüyorlar. Ama Rusya gelirse yapar dediler.
Yani o güven ilişkisi üzerinden çok, jeostratejik olarak doğru yere vuruyor.
Düşünün 2003’ten beri Amerika tonlarca para harcadı, Amerikan askerleri öldü, birkaç trilyona varan bir bütçe döktü ve orada bir sistem oturtmaya çalıştı, Irak’ta, birdenbire o oluşturduğu sistem diyor ki ben Amerika’ya güvenmiyorum, ey Rusya bana silah ver, mümkünse gel, terörle mücadelede ortağım ol diyor. İşte Amerika açısından büyük bir çöktüştür bu, stratejik olarak bir çöküştür, Rusya bütün bu ortamı inanılmaz derecede organize etti.
Başka bir şey daha var: Herkes şunu diyor Esad gitti gidecekti, son anda Rusya müdahale etti. Hayır, Esad bir yere gitmiyor, bu bir yanılsama, Esad’ın zorda kalmış olsa da hala ülkeyi yönetebileceği, sistemin hala işlediği bir noktada Rusya müdahale ediyor. Esad kaybettiği sırada müdahale etmiş olsa, orası Rusya için bataklık olur. Yani sahada işleyen bir devlet mekanizması varsa bu müdahale işe yarar. Putin bunu görüyor. Eğer Esad gidecek olsaydı ve sistem çökmek üzere olsaydı, Rusya bunu yapamazdı. Burda bir değerlendirme hatası yapıldığını düşünüyorum.
Güç de yetmiyor olabilir, yani İran’ın, Hizbullah’ın, yani değerlendirme hatasına ek olarak…
Evet, yani tabii ki zor bir durum, bu savaşı kazanması o kadar kolay değil, tam da, mesela Halep’te Leyramon ile Handerat arasındaki boşluğu kapatıp bütün silahlı grupları çember içerisine alıp büyük bir zafer kazanmayı planladığı bir sırada Türkiye ile Suudi Arabistan anlaştı, tonlarca silah Türkiye üzerinden sevk edildi ve Esad’ın bu planına karşı İdlib’i düşürdüler. Sonra hızlı bir şekilde bir ay sonra Halep’e vurmaya başladılar ve Suriye ordusunun yaklaşık bir yıldır hazırladığı bir planı başarısız kıldılar. Şimdi bir pat durumu var, hala rejim çökmüş değil, ordu hala nüfusunun önemli bir kesminin yaşadığı şehirleri kontrol altında tutuyor, ama bir taraftan da güçlü saldırı hamleleri var, bunun karşısında bir santim ilerliyemiyor. Esad İdlib’i kaybetti, İdlib’i kaybetmek rejimin sonu değil. Bir Halep gibi değil İdlib. Kaybedebilir. Kuşkusuz bu bir sarsıntıya yol açtı. Yılgınlığa, psikolojik çöküntüye yol açtı, ama rejim hala ayaktaydı. Hala maaşlar ödeniyor, hala sokaklar temizleniyor, hala ekmek çıkıyor, hala su gelsin diye savaş veriliyor. İşleyen bir mekanizma var. Bu mekanizma iyi kötü, savaşa rağmen işliyor. Bu mekanizmanın zor durumda olduğu gerçeği bir yana, Rusya bu işleyen mekanizma üzerine bir müdahale yaptı.
Rusya burada ne yapmak istiyor?
Az önce söylediğim dış politika çerçevesiydi. Rusya özetle Suriye’de sistemin devamını sağlayıcı bir müdahalede bulunuyor. Rusya Esad’lı Esad’sız tartışmasını anlamsız kılacak hamleler yapıyor. Buna halk karar versin diyor. Genel politikası budur. Eğer Esad’ın kendisi ikna olur, ben erken seçime gider bir daha aday olmam derse Rusya buna itiraz etmez. Ama Rusya şuna itiraz eder. Esad gittiği andan itibaren ne olacak? Onunla ilgilenmek zorunda. Burdaki sistem nasıl değişecek? Bütün bunlar Rusya’nın çok ilginç bir oyun kurmasına yol açıyor. Şimdi bir taraftan diyor ki ben, terörist gruplarla mücadele ederim, herkes bunu İŞİD olarak algılıyor ama değil.
Putin’in terörist grup dediği eline silah almış rejime karşı savaşan herkestir. Şimdi ılımlılara yardım ederiz falan filan gibi bir takım manevralara girmiyor. İşte bu, oyun planının bir parçasıdır, bana göre.
Rusya diyor ki evet ÖSO’ya da yardım edebilirim, ama ÖSO nerde, hani, gelsin de konuşalım diyor. Yani dünyayla dalga geçiyor aslında. Putin’in kafasında makul, vatansever bir muhalefet kavramı var. Bu aslında Esad’ın kullandığı bir kavram ve Suriye rejimiyle Moskova’nın tanımlama konusunda eşgüdümü dikkat çekiyor. Esad da ben muhalefetin bir kısmıyla ortak bir yönetim tesis edebilirim diyor. Bunun adı ne olursa olsun, ama bunlar dışarda bir takım ülkelerin maşası olmasın, vatansever olsunlar, evet eline silah almış olabilir ama ben bunlarla uzlaşabilirim diyor. Bir taraftan da bunu kendiliğinden hayata geçiriyor. Yani şöyle: Bir ulusal uzlaştırma bakanı var; Ali Haydar, o gidiyor, silahlı gruplarla görüşmeler yapıyor, diyalog kuruyor ve saire. Şimdiye kadar 33 yerde bu “vatansever muhalefet” silahlarını bırakmadılar ama savaşı bıraktılar. Bu ne anlama geliyor? Rejim diyor ki ben sizinle savaşmayacağım. Siz de benimle savaşmayacaksınız, tamam silahlarınız sizde kalsın, yine kendi bölgenizi kontrol etmeye devam edin, karşılıklı olarak durumumuzu koruyalım.
Siyasal çözümde uzlaşma anlamına geliyor?
Evet, siyasal çözüme kadar siz böyle durun, sizle savaşmıyoruz, siz de bizimle savaşmayın, halk burda zarar görmesin falan, böyle 33 noktada uzlaşma sağladılar. Hatta bir yerden geçiyorsunuz, asker kontrol ediyor, sonra bir başka mahalleye girerken onlar kontrol ediyor. Yani ikisinden de geçiyorsunuz. İstihbarat ya da istihbaratın müttefiki bazı sivil unsurlar bunları gözetliyor. Kalkışmaya girişecekler mi, girmeyecekler mi diye kontrol ediyor. Fakat bir çatışmasızlık hali var.
Mistura’nın, BM özel temsilcisinin yapmaya çalıştığı şeyde birazcık bu. Yani bir çatışmasızlık ortamı yaratıp sonra müzakere aşamasına geçmek. Şimdi Rusya da diyor ki bu tür gruplar rejimle diyalogda ortak olabilirler, müzakerede ortak olabilirler, ama, diğer tehlikeli gruplar teröristtir, bunlar yok edilmelidir. Şimdi Amerika’ya bunu dayatıyor. Uluslararası topluma bunu dayatıyor, ama şunu yapmıyor. Mesela, ben geldim bu savaşı kazanacağım, her şeyi halledeceğim, bunu demiyor. Ben bir çifte mekanizma işleticeğim, bir tarafta terörle mücadele, diğer tarafta buna paralel olarak müzakereler. Bu müzakere zemini için de bu teröristleri geriletmemiz ve ortak çıkarları oluşturmamız gerekiyor. Bunu nasıl yapabiliriz? Amerika’nın yaptığı gibi olamaz, bunu Suriye ordusunu güçlendirerek ve bir partner haline getirerek yapabiliriz diyor. Ve Amerika’nın da yaptığına benzer bir şekilde de Kürtler de burda önemli bir partnerdir diyor. Kürtler birden bire Amerika ile Rusya arasında bir kıymetli unsur haline geliyor. Bir rekabet unsuru haline geliyor. Çünkü Amerika’nın burada muhatabı yok. Özgür Suriye Ordusu dağıldı, Nusra onun için bir terör örgütü.
Amerika’nın demokrasi söylemi içerisinde, değişik güçleri de dengede tutarak yerine göre de terör hali üzerinden yarattığı bu politika kendini güya; Afganistan, Vietnam, Irak, Suriye de dahil gerektiğinde kendine yönelik bir güç yaratma onu beceremezse, ortalığı mahvetme gerekirse yayma, değişik silahlı güçler yaratma ondan sonra kendine mecbur etme. Putin son açıklamalarında bahsediyor. Buna karşı tehlikeyi Avrasya’ya, Ortaasya’ya geleceğini sezmesi açısından erkenden önlem almak gibi bir düşüncesi de var mı?
Putin kaygısını defalarca dile getirdi; şunu söylüyor; daha önce mesela Suudi Arabistan’ı suçluyorlardı, Vahabiliği Kuzey Kafkasya’ya enjekte etiller ve orada bir selefi dönüşüm yarattılar diye bir endişesi var. Bu eleştiriyi hep gündemde tuttu, Rus medyası çok yazdı çizdi. Bu konuda haklılık payları da var. Şimdi başka bir durum Suriye içersinde savaşa katılan çok sayıda Rusya Federasyonu vatandaşı var. Bunların çoğu Çeçenya’da ve Gürcistan’nın Kisten diye bildiğimiz Çeçenlerle akraba olan bir topluluğu bunlardan Dağıstanlılardan oluşuyor. Bunlar Putin’e göre Suriye’de işleri bittiğinde tekrar kendi ülkelerine dönecekler ve onu kendi evinde vuracaklar.
Bu kaygı haklı bir kaygı mıdır, evet. Meşru bir kaygıdır, yani Suriye’deki savaşın vurucu gücü Kafkasyalılardan oluşuyor. İŞİD’in Kuzey Suriye komutanı Ömer Şişani Kafkasyalı. En başarılı, en sonuç alıcı operasyonları yönetenler Kafkasyalılar oldu. Mesela Minnig Havaalanını iki yıl alamadılar, sonunda Çeçenler geldi, işe el koydular ve aldılar. Buna benzer Lazkiye’deki, Halep kırsalındaki operasyonlarda Çeçenlerin başında bulunduğu gruplar rejime çok ciddi zayiatlar verdi. Yine İŞİD’in kuzey cephesini genişletmesinde Kafkasyalıların koordinasyon ve savaşçılığının önemli bir katkısı var. Bu bir gerçek ve bu sayede Çeçenlerin içinde olduğu Kafkasyalıların grubu giderek artıyor. En az dört tane Kafkasyalı örgüt İŞİD dışında orada bir savaş yürütüyor. Bunların tekrardan Rusya’ya tehdit olarak dönme ihtimali son derece yüksek. Çünkü bunların akrabaları var, bunların Kafkasya’da ilintili oldukları örgütlerde var. Yani sadece Suriye’de var olmuş değiller. Zaten gidenler Kafkasya Emirliği’ne bağlı gruplar, sonradan ayrıştılar. Kimisi Kafkasya Emirliği’nden tamamen koptu İŞİD’e katıldı, kimisi bağımsız hareket ediyor. Kimi hala Kafkasya Emirliği’ne itaati sürdürüyor. Kafkasya Emirliği Kuzey Kafkasya’da; Çeçenya, Dağıstan, Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkes cumhuriyetlerinde var; Kuzey Osetya’da çok güçlü değiller. Dolayısıyla bu cumhuriyetlerde örgütlü olan ve Rusya ile savaş halinde olan bir yapı var.
Bunların ideolojik olarak dönüşüyor olması da son derece yeni bir tehlike. Eskiden Kafkasyalılık vardı. Kafkasya kültürünün etkisi vardı. Önce Vahabilikle bu etki farklı bir boyut kazandı, çok tehlikeli bir hal aldı. Sadece devlete karşı değil, yerel kültürü de karşılar. Ulusal bir hareketten İslamcı bir harekete sonrada Vahhabi harekete dönüştüler. Şimdi buna İŞİD boyutu katıldığı zaman çok daha tehlikeli bir hal alacaktır.
Rusya’nın daha büyük bir kaygısı Orta Asya’da mevcut hükümetlerle, Amerika ile arasında bir rekabet var. Bu rekabet orada mesela bu terör gruplarına karşı zaman zaman işbirliğini de etkiliyor. Mesela çok sayıda Özbek, Tacik, Kırgız, Uygur Suriye ve Irak’ta savaşa katılıyor. Rusya Federasyonu vatandaşı değiller ancak Rusya’nın sınır hatlarında olan ülkelerden gidiyorlar. Bunlarda Rusya açısından tehdit olarak algılanabiliyor. Şimdi Putin’in Rusya ve bu örgütlerle ilgili tepkisi Amerika’dan çok daha samimi.
Amerika burada çifte standart politikalar izleyebiliyor. Amerika şunu yapıyor; ben ılımlı gruplarla hareket ediyorum dişor. Bu ılımlı gruplar bir fantezi, Obama’nın deyimiyle. Bunlar sahada El Kaideyle birlikte hareket edebiliyorlar. Şimdi birisini terör örgütü olarak ilan ediyor; Nusra Cephesi’ni. Ama Nusra’nın en önemli müttefikleri Ahrar el Şam terör örgütü listesinde değil. Nusra’nın müttefikleri Türkiye’de örgütlenebiliyor, Antakya’da CIA’nın katıldığı operasyon odasına temsilci olarak katılabiliyorlar. Onlarla birlikte hareket edilebiliyor, silah, yardım alabiliyorlar. Amerika doğrudan yapmıyor ama Amerika’dan TOW füzelerini alan Suudi Arabistan bu gruplara verebiliyor. Bu gruplar birbirleriyle paylaşıyor. Yani biri sıkıştığında ona silah, militan gönderebiliyor. Sıkıştığı zaman biri diğerine yardım ediyor ya da Minnig Havaalanı’nda olduğu gibi büyük bir hedef operasyon olacağı zaman birlikte hareket ediyorlar. Demek ki “Ben sadece ılımlılara yardım ediyorum, radikallere yardım etmiyorum” demek çok da dürüstçe değil. Sahada bunların hepsi birbirlerine karışan şeyler zaten. Nusra onlardan alıyor, Nusra’dan bir grup ayrılıp İŞİD’e katılıyor haliyle Amerikan silahları ya da Suudi Arabistan, Katar’ın gönderdiği silahlar CIA organize etti, toplanmasında, satın alınmasında, transfer edilmesinde bütün bu silahlar bir bakıyorsunuz bir gün sonra başka bir grubun elinde. Putin’in yaklaşımına göre bunların birbirinden farkı yok. Amerika hayır diyor, sen ılımlıları vurma radikalleri vur. Putin’de diyor ki hayır, bunların radikali-ılımlısı yok, bunlar hepsi birbirinin ortağıdır.
Bu anlamda baktığınızda Putin daha açık sözlü ve burada Amerika’nın biz demokrasi getiriyoruz, insan haklarına uygun bir sistem üretiyoruz şeklindeki palavralarını bütün dünya yutmuş değil. Bunlar artık geçti, Irak ortada. Irak’a müdahale Irak’ta olmayan El Kaide’yi yarattı. Kaide’nin devamı olan IŞİD Amerika müdahalesinin bir sonucudur. IŞİD, Suriye rejiminin ürettiği bir şey değildir. Amerikan işgali sırasında Muhaberat ile Irak Kaidesi arasında kirli ilişkiler oldu, evet. Bunu biliyoruz. Muhaberat, Amerika’nın başına çorap örmek için bir takım selefli grupları Suriye’ye yönlendirdi. Düşmanına karşı bir başka düşmanını kullandı. Amerikan işgali Ortadoğu’ya bırakılabilecek en korkunç mirası bıraktı.
Yine Lübnan’da Hizbullah’ı elimine etmek için Suudi Arabistan eliyle CIA selefi grupları silahlandırdı. Silahlandırılan gruplar Suriye’de kriz patlak verince anında sahneye çıktılar. Irak’ta palazlanmış cihatçı gruplar ki onların Suriye uzantıları da vardı. Hızlı bir şekilde Suriye’de kentleri ele geçirdiler. Baktığınız zaman bunların geçmişinde Amerika’nın, CİA’nin bir takım yönlendirmelerini görürsünüz. Amerika bu tehlikeli gruplarla oyun oynamayı eskiden beri alışkanlık haline getirmiş bir devlettir. Kendi ülkesi dışında oldukları sürece hiçbir sorun görmüyor. El Kaide ile savaşıyor, ama aynı El Kaide’nin unsurlarını kullanabildiği yerlerde kullanıyor, manipüle edebiliyor.
Mesela IŞİD ile bir yıldır savaşıyor ama IŞİD, Suriye rejimine yönelik hamleler yaptığında uzaktan izliyor. IŞİD saatler alan bir yolu kat ederek Irak’ın Ramadi kentinden hareket edip Suriye’nin Palmira kentini ele geçirdi. Amerikan güçleri bunları gözetlemiyor muydu? Havadaki onca insansız uçak bu hareketliliği fark etmedi mi? Niye engellemek için müdahale etmediler? Esad rejimi niye bunları vurmadı diye suçluyorlar.
Esad rejiminin oradaki uçakları vuramaz mıydı?
Vurabilirdi. Gözetleyebilseydi vurabilirdi. Suriye ordusunun gece takip ve operasyon yeteneği sınırlı. Suriye’de yüzlerce cephe var; bu yüzlerce cepheyle tek bir ordu ilgileniyor. Mesela sadece Halep’le Humus ve Şam üzerindeki yolu diğer gruplar ele geçirmesinler diye birkaç yüz metrede konuşlanmış askeri birlikler var. Şimdi sadece bir yol için bu kadar çaba harcıyor ve aynı şekilde yüzlerce cephe var. Bir yerden kaçıyor bu, bir yerde tutamazlar.
Suriye’yi Suriye yapan çok önemli bir tarihi eser IŞİD’in eline geçsin sonra dünya bizim için alarma geçsin diye düşünmeleri ahmakça olur, böyle düşündüklerini sanmıyorum.
Suriyeliler son derece milliyetçi bir halktır. Bu kadar ahmaklığı kimse göze alamaz. Orada ordu vardı, polis vardı ama yetersizdi. Ben Palmira düştükten sonra kentten kaçan insanlarla konuştum. Çocuklar anlatıyor: Asker ve asker yakınlarının kafalarını kesip cesetlerinin üzerine koydular, bunları sokaklarda sergilediler. Kenti terk etmeyip direnen askerlerin başına gelenlere bakınca ordu göz yumdu denebilir mi?
Ama şunu sorabiliriz: Tüm bunları Amerikan insansız uçaklarının hiçbirisi mi görmedi? Şimdi Iraklılar şunu söylüyorlar: Biz Haşd el Şabi milislerini örgütledikten sonra hızlı bir şekilde sonuç almaya başladık. Amerika bir yıldır bombalıyor güya, hiçbir sonuç alamıyor. Diyelim 8 Amerikan uçağı havalanıyor, ikisi hedefleri vuruyor geri kalanları silahlarını boşaltmadan üslerine dönüyor. Amerikalıların yürüttüğü operasyonları Iraklılar bir oyundan ibaret olarak görüyor. Dikkat edin Rusya geldiğinde açıklıyor; şu kadar yeri vurdum, şu kadar insan öldü falan filan. Şu ana kadar vurduğu yerlerin sayısı iki bine yaklaştı.
Göç meselesine geldiğimizde. Suriye’den 2.5 milyon insanın göç ettiği söyleniyor. Her halde bu rakam doğru değil, rakamın daha yüksek olduğu düşünülüyor. Siz göç meselesi ve rakamları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ben bu rakamların ne kadar sağlıklı olduğunu bilmiyorum. Devlet diyor ki AFAD aracılığı ile Göç İdaresi aracılığı ile 1 milyon 800 bin insan kayıt altında, bunun 260 bin kadarı kamplarda yaşıyor. Geri kalanları bütün şehirlere dağılmış vaziyette.
Burada samimi bir mülteci politikası görmüyoruz. Türkiye’nin mülteci politikası bir kere işin başında bir manipülasyon ile sığınma hareketini teşvik eden içeriğe sahipti. Suriye’deki rejimi köşeye sıkıştırmak için dünyaya bakın mülteciler geliyor. İşte bu rejimi devirmemiz lazım falan diyebilmek için teşvik edildi. Sonra yüz bin sınırı ile uluslararası toplum yine manipüle edildi. Yüz bine ulaşırsa müdahale ederiz şeklinde, bu da bir teşvikti. Yüz bini geçti kırmızı çizgi aşıldı. Sonra Türkiye artık geri dönülemez bir işin içersine girmiş oldu.
Mülteci kampları sınıra sıfır kilometrede konuşlandırıldı ve buralar savaşın geri besleme üstleri gibi kullanıldı. Anlatmak istediğim istismar edildi.
Uluslararası mültecilerle ilgili kurallar çok açık çatışma bölgesine çadır kurulamaz. Çatışma bölgesine yakın bir yerde çadır kent asla ve asla kurulamaz. Bunların belirli standartları vardır. Türkiye bütün bunları alt-üst etti. Tabi güzel bir çadır kent kurularak New York Times’tan alkış alabilirler, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği dünyanın en yüksek standartları burada diyebilir. Ama sınıra sıfır kilometre mesafede bir kamp olamaz.
Başından itibaren sakat bir politika izlendi. Şimdi şu deniliyor: Biz Avrupalılar Suriye politikasını terk ettiniz, beni yalnız bıraktınız, bunun yükünü ben çekiyorum hadi birazcıkta siz çekin. Avrupa Birliği müzakere süreci için bunu kullanıyor, mülteciler bir kart haline getirildi. Baştan itibaren yani Esad’a karşı kullanılan bu kart şimdi de Avrupa Birliği’ne ve uluslararası topluma karşı kullanılan bir kart haline geldi. Müzakereleri açacaksın yoksa mülteci gelir. Schengen istisnası tanıyacaksın benim vatandaşlarıma, vizesiz geçiş sağlayacaksın yoksa mülteciler gelir. Bu şekilde kullanılan korkunç bir kart, insani değil bu. Elbette Avrupa’nın sorumluluğu var. Avrupa Birliği üyeleri bu işten kaçamazlar. Suriye krizi, onların krizidir. Onların yarattığı bir krizdir.
Türkiye ile birlikte Suriye’nin dostları grubunun baş aktörleri Fransa’ydı, Almanya’ydı, İngiltere’ydi ve İtalya’ydı şimdi bunlar biz bu işte yokuz diyemezler. Bu yükü çekmek zorundalar yani mültecilere kapılarını açmak zorundalar. Türkiye’ye 2 milyon gelmişse oralara da eşit bir şekilde, adil bir şekilde mülteci gitmeli. Bu yükü paylaşarak, kabul etmeleri lazım. Onlar dürüst değil, ama bizimkiler de dürüst değil.
Eğer Türkiye Suriye’den gelenlere mülteci statüsü verseydi, bu mesele Birleşmiş Milletlerin meselesi haline gelirdi. Ama ısrarla vermiyor. Türkiye’deki sığınmacıların hiçbirisi uluslararası hukuka göre Türkiye tarafından mülteci olarak kabul edilmiyor. 1951’deki Cenevre Sözleşmesi Türkiye tarafından, coğrafi sınırlamayla kabul edilmiştir. 1967 bir ek protokol imzaladılar. Bu protokolü imzalarken Türkiye bir şart koştu; ben Avrupa’dan gelenlerin dışında hiçbirini mülteci olarak görmüyorum dedi. Türkiye Suriyeli mültecilere yasal düzenleme ile ‘geçici koruma’ sağlıyor. Geçici korumanın nasıl işleyeceği tamamen kamu otoritesinin insafına kalmış. Koruma kanunu ile hukuki bir çerçevede veriliyor ama, Türkiye’nin kendisi için özelleştirdiği bir şey. Misafir diyor. Misafirin uluslararası statü olması mümkün değil. Çünkü mülteci statüsü verdiğiniz zaman işin içerisine BM Mülteciler Yüksek Komiserliği girer artık muhatabı odur. Onun kuralları geçerlidir. Siz hayır, bunlar misafir dediğiniz zaman, bunun yükünü tek başınıza çekersiniz.
Şimdi mesela Ürdün’ün nüfusunun dörtte biri ya da beşte biri mülteci. Onlar bu krizi BM birlikte çok rahat atlatabiliyorlar. Türkiye’nin nüfusumuzun dörtte birinin mülteci olduğunu düşünün, bu büyük bir kriz doğurur.
Türkiye mülteci olarak kabul etmeyince böylelikle sığınmacının yardımı da hukuksal olarak alması mümkün olmuyor. Burada o zaman bir demagoji mi var?
Hayır, sadece koruma statüsüyle birlikte kimlik veriyor. O kimlik şu işe yarıyor; hastalandığında hastaneye gidebilirsin. Okula gidebilirsin, okula gidenlerin sayısı da yüzde 15’i geçmiyor. Başarabilirlerse, okul idaresi kabul ederse, ki birçok engel çıkartıyorlar, okula gidebilir. Geri kalan Suriyeli çocuklar okulda değiller. Sağlık hizmeti alabilirler.
Sağlık hizmeti alamıyorlar, bu sayımızda üç Suriyeli aile ile görüştük. Bir tanesinin bebekleri var, aşı yaptıracaklar ama gittiklerinde yaptıramadan geri döndüklerini aktardılar. İşyerinde çalışıyor, ama sigortası yok bu nedenle sevk alıp hastaneye gidemiyor. Küçük bir kart vermişler beyaz bir şey, pvc kaplı, altında bir numara var bu numara işlemlerde geçerli mi? Yok. Araba getirmişler; arabasını Türkiye’de kullanabilmesi için bin 800 TL plaka parası almışlar. Buna benzer uygulamada sıkıntı yaşanıyor. Teknik olarak bazı haklar var ama, uygulamalar bambaşka. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Teknik olarak var, ama uygulamada olmayabiliyor. Yasada çalışma izni alabiliyorlar, ilgili bakanlık izin verirse çalışabilirler. Peki bir tane mülteciye rastlıyor musunuz çalışma izni almış. Hayır herkes kaçak, ucuz iş gücü yarı fiyatına. İstanbul’da üçte bir fiyatına insanları çalıştırıyorlar. Hatay’da bir lokantada baktım Suriyeli, kaç para alıyorsun dedim, aylık 100 TL alıyorum dedi. Korkunç bir şey değil mi?
Konuştuğumuz o Suriyeli ailenin iki çocuğu haftalık 175 iraya çalışıyorlar…
Aylık 100 TL; bu insani değil. Bunun çözümü nedir? Bu savaşı bitirmektir, Türkiye bu savaşı bitirmeye niyetli değil. Sorun burada, Türkiye hala başarısızlığa uğramış kendi gündeminin peşinde, hala tampon bölge kuralım, hala bu savaş devam etsin, hala Esad gitsin. Esad gitmiyor, git demeyle gidecek değil. Sana da birileri git diyor, gitmiyorsun işte
Oradaki amaçlardan biri de bu sorun İŞİD’le bu Kürt meselesini birbirine kırdırıp zaman kazanarak buradan mı devam etmek istiyor?
Elbette istiyor tabiî ki. Kürtleri önlemek için tampon bölge kurmak istiyor, ama Rusya oraya geldikten sonra sizin angajman kurallarınız bile geçersiz hale getirdi. Angajman kuralları neydi: Türkiye diyor ki sınırlarıma Suriye Ordusu yaklaşırsa vururum ki vuruyordu da.
Bu neye hizmet ediyordu, oradaki muhalif güçlerin, silahlı güçlerin rahat hareket etmesine hizmet ediyordu. Yani fiili bir tampon bölgedir bu. Şimdi silahlı gruplara bunu sağlayabilirsiniz, ama mülteciler için böyle bir şey sağlayamazsınız. Çünkü onların oraya gitmesi için, ikna etme işi, uluslararası bir irade sonucu olabilir. Böylesi bir büyük savaş mekanizmasının kurulması ile mümkün olabilir. Amerika diyor ki biz bunu göze alamayız, AB diyor ki bunu göze alamayız, bu büyük bir savaş demektir.
Şimdi Türkiye oldu bittiyle bu işi götürmeye çalışıyor. Ben oraya mülteciler bahanesiyle girerim, diyor; girdiler zaten sonrada çıktılar. Girerim Kürtleri önlerim, Kürtlere burada istediğimi yaparım, oradaki gruplar zaten Kürtlerle savaş halindeler, onları da manipüle edebilirim. Dikkat edin Türkiye ile bağlantılı gruplar ikide bir Halep’te Şeyh Maksut ve Eşediye Mahallerinde Kürtlere saldırıyorlar. Oradaki grupların bizim istihbaratla çok yakın ilişkileri var. Hep bu saldırılar bu gruplar tarafından yönlendiriliyorlar. Kürtlerle bir çeşit savaş var.
Bu Kürt meselesi ya da Rojava meselesi öncelikle Suriye’nin meselesidir. Esad bunlar benim vatanımı, toprağımı savunan müttefiklerim diyor, Kürtler için. Rusya bunlar Suriye’nin öz savunma güçleridir diyor ve PYD’ye gel Moskova’da temsilcilik aç diyor. Zaten YPG komutanı gitti Elise Sarayında Fransa Cumhurbaşkanı tarafından ağırlandı. Şimdi bunlar terör örgütüyse öncelikli olarak bu ülkenin sahipleri konuşmalı, Türkiye’den önce öyle değil mi? Şam yönetimi konuşmalı bunlar terör örgütüdür demeli.
Bir taraftan bunun iç politikayla da alakası var, seçim öncesinde maksimum gerilim, maksimum çatışma ortamı olmalı ve bir şekilde Kürtleri ve HDP’yi vuracak bir bahane bulma çabası var. Her şey iç içe geçti gördüğünüz gibi. Rojava’daki Kürtleri geriletmek çok temel bir politika, hükümetin buradaki niyetleriyle devletin kurumsal yapılarının niyetleri örtüşüyor. Orada bir amaç beraberliği oluşmuş durumda ama kimse de savaşı göze alamıyor. Savaşı göze alamadığı için gizli savaş, vekâlet savaşı, örtülü savaş, kirli savaş oyunları devreye sokuluyor.
Şimdi Amerika Ekim 2014’ten itibaren YPG ile müttefik oldu mu; oldu. Rusya açık çek verdi, müttefik muamelesi yapıyor mu, yapıyor. Burada Esad yönetimi de Kürtlerle oturup müzakerelerle sorunu çözebiliriz diyor mu, diyor. Türkiye bu mevcut realite karşısında açık bir savaş yürütebilir mi? Yürütemez. Amerika orda varken, Rusya varken yürütemez. Ne yapacak? İşte bu şekilde top atışları vasıtasıyla, Türkiye ile müttefik bir grup Türkmenleri devreye sokarak onlara pozisyon aldırmak isteyecek. Ama bir takım Türkmenler burada soykırım yapılıyor diye bağıracak, çağıracak; bununla ilgili bir medya organizasyonu vasıtasıyla bir politika yürütülecek. Ama buna paralel çok daha önemlisi burayla, buranın Kürtler arasındaki bağları hırpalayarak buradaki hassas yapıya çok dikkatsizce, tehlikeli bir şekilde müdahale etmeye çalışıyorlar.
Diyarbakır, Suruç, arkasından Ankara bütün bunlar çatışma ortamını tetikliyor. Askerleri bile bile ölüme gönderme girişimleri vs. Cenazelerden medet umman bir iktidarla karşı karşıya kaldık. Rojava’da YPG mevzilerine karşı nedensiz atışlar oluyor. Eğer karşı taraf yanıt verirse, istediğini ele etmiş olacak.
İşte biz terör örgütü diyorduk bakın gördünüz mü, YPG bize saldırdı. Biz diyorduk PYD terör örgütüdür, bakın onlar bize saldırdı. Sonra dönecek bütün uluslararası topluma aynı hikayeyi anlatmaya başlayacak. Bak işte sizin sahiplendiğiniz örgütler benim güvenliğimi tehdit ediyor diyecek. Bunları BM’nin terör listesine sokmaya çalışacak. Bütün derdi bu. Vuruyor, karşılığında saldırı bekliyor. YPG herhangi bir şekilde misilleme yaptığı anda hükümetin oyun planı ilerleyecek. Umarım misilleme söz konusu olmaz.
O zaman şöyle bir şey diyebilir miyiz; içerde de savaşı devam ettirme seçimlerden sonrada pek muhtemel gözüküyor, bu ideolojiyle?
Sonuçlara bağlı, sarayın bütün derdi mecliste herhangi bir soruşturma dosyasının gündeme gelmemesi ve herhangi bir şekilde yargıyla yüzleşmeme. Bütün derdi bu. Bunun için her şeyi yapmaya hazır, bunu gördük.
Peki, uluslararası yargı devreye girebilir mi?
Şu anda Amerika ve uluslararası müttefikler Türkiye ile nazik ilişkiyi sürdürmeden yana oldukları için bu ihtimal söz konusu değil. Tabi uluslararası toplumun yüzü ne tarafa döner bunu hiç kimse ön göremez. Hiç kimse YPG komutanlarının Elysee Sarayı’nda ağırlanmasını beklemezdi. Hem Kürt kıyafetiyle hem de komutan olarak ağırlanmasını beklemezdi. Amerika’nın YPG’ye silah vereceğini bekleyemezdi. Mümkün değil diye düşünürdük. Bunlar oluyor. Lahey uzak duruyor, bazen hiç olmadığı kadar yakınlaşabilir. Bu uluslararası koşulara bağlı, şuanda Rusya’da diğer aktörlerde Türkiye’nin mevcut yönetimiyle çok sorunlu bir iklimin olduğunu görüyorlar, ama Türkiye’yi kaybetmek istemiyorlar. Türkiye’deki mevcut ilişkilerin hala onlar için elverişli koşullar ürettiğini görüyorlar.
Şimdi Putin’i düşünelim, doğalgaz ilişkiler var, Türkiye’nin bütün oyun planlarını altüst etti, ama Türkiye hiç bir şey yapamadı. Varsın Erdoğan “Putin bana söz vermişti” desin, varsın Erdoğan “Rusya ayıp ediyor” desin. Putin için sorun değil. İstediğini diyebilir Putin için oradaki uçaklarına müdahale etmediği sürece, işlerini zora sokmasın yeter. Erdoğan istediği kadar konuşsun. Obama, İncirlik Üssü’nü aldı mı, aldı. Varsın Türkiye istediği kadar konuşsun. YPG silah verirse kötü olur dedi.
Obama açısından Erdoğan’la ittifak ilişkilerini bitirmiş durumda, sadece çıkar ilişkileri var. Obama için ben buradan Ortadoğu’yu hala vaziyet edebiliyor muyum, İncirlik Üssü’nü kullanabiliyorum hala; Türkiye benim çıkarlarım çerçevesinde vaziyet alıyor mu? Ağlaya ağlaya da olsa sızlaya sızlaya da olsa alıyor mu, alıyor. Amerika için önemli olanda bu. Türkiye yönetimi İsrail’e bağırıyor da bağırıyor, İsrail’le ticari ilişkiler beş katına çıktı. Varsın elçi olmasın.
* Bu yazı Mesele’nin 107. sayısında yayımlanmıştır.