
MURAT SEVİNÇ
Bambaşka bir konu hakkında yazacaktım. Medyascope’ta bir süredir müstear isimle (Elif Gökçe Aras), dahil olduğu muhafazakâr çevre hakkında yazılar kaleme alan ve artık kendi ismiyle görünmeye karar veren Nur Betül Aras’ın ‘Sonunda‘ başlıklı yazısını okuyunca fikir değiştirdim. Nicedir okuduğum en güzel ve cesur metinlerden ‘Sonunda’yı buraya bırakıyorum.
Birkaç yıl önce Gazete Duvar’da özellikle kenar mahallelerde yaşayan dindar-muhafazakâr kesimin neyi nasıl algıladığı, hayata nereden baktığı, tepkileri, sevip sevmedikleri üzerine epeyce gevezelik etmiştim. Her genelleme sakıncalı ve her yazı/söz kuşku barındırmak zorunda olduğu için, yazıların bütünüyle kişisel gözlemlerden kaynaklandığını metinlerin başında belirttim. Bazen bildiklerimiz, okuduklarımız, işittiklerimiz, gördüklerimiz ve hayal ettiklerimiz birbirine karışıp biri diğerinin yerini alabiliyor. Bir ölçüde anlaşılabilir belki, ancak insan, zihnindekini, gerçeğin, somut olanın yerine koymamalı olabildiğince. Ayrıca, her sözü biraz yontmakta, cümlelerin uçlarını aralık bırakmakta, okura ve dinleyene köşesinden de olsa dahil olma şansı tanımakta yarar var. Yazar denilen, aslında herkesin düşündüğünü, o herkese derli toplu cümlelerle aktaran ve bunu yapması için kendisine mecra sağlanmış kişi en nihayetinde…
Muhafazakâr semt yazıları biraz da olsa ilgi çekmişti. Anlaşılabilir bir durum, zira özellikle büyük kentlerde yan yana yaşayanların birbiri hakkında hemen hiçbir fikri olmayabiliyor. Oysa diğerini, yalnızca okuduğumuzca değil, gördüğümüz, ilişki kurduğumuz, merak ettiğimiz kadar biliyor, tanıyoruz. Bir ayağım yarım yüzyılı aşkın süredir muhafazakâr muhitte, diğer ayağım otuz küsur yıldır sol çevrede. İkisi arasında gidip geldiğim, kafa karışıklıkları ve türlü çatışmalar yaşadığım için son derece memnunum. İnsanın kafası karışık olmalı biraz, her konuda değil belki -kafası kesik tavuktan değil, kafa karışıklığından söz ediyorum- ama kuşkuyla yaşamalı. Kuşku yoksa özgürlük yok, özgürlüğe gereksinim duyan diğer hiçbir şey de.
Bakın, yıllardır tepemizde boza pişirenler neden hâlâ derli toplu bir sözlerinin, muhatabının ilgisini çekecek davetkâr bir düşüncelerinin olmadığını kavrayabilmiş değiller; çünkü peşinden koştukları ya da peşinden sürüklendikleri siyasal ideolojileri ve kendilerine ördükleri altın varaklı duvarlar, ilgi çekiciliğin, üretkenliğin, özgünlüğün, ancak kuşkuya kapılmış, özgür kalmış bir zihinden çıkabileceğini kabullenmelerine olanak tanımıyor. Öyle ki, yaşamın bir yerinde, herhangi bir özgürlük emaresi gördüklerinde telaşa kapılıyorlar.
Toplum kesimlerinin ‘diğeri’ hakkında fikir sahibi olması siyasi mücadeleye engel değil, aksine, siyasi mücadele (diğer mücadele biçimleri gibi), ancak hakkında fikir sahibi olduğunuzla mümkün. Yıllardır, aynı toprakta yaşayanlar birbirini biraz tanımalı, diye yazıp çizenlerin de derdi bu yalın gerçeği anlatabilmek. Nur Betül Aras’ın yazısını bu gözle de okumanızı dilerim; örneğin kimin cumhurbaşkanı olmasını istedi, neden istedi ve cumhurbaşkanı olmasını dilediği ismi neden çokça eleştirdi!
Basit ve akılcı, buna mukabil muhalefete anlatması kolay olmayan tespitleri var. Örneğin diyor ki, “Korkakça davrandıkça muhafazakârlardan size oy gelmez, herkes için yeni bir Türkiye vadedin, herkesin ortak dertleri için söylem geliştirin, muhafazakâr müttefikleriniz size yaramayacak dedim, bunu da yaşadık maalesef. Eğer herkesin ortak dertleri için gerçek bir yol haritası hazırlanırsa onlar size yaklaşmak için kendi bahanelerini kendileri bulurlar dedim ama bunu deneyen olmadı. Umarım buna cesaret edecek birileri çıkar.”
Seçim sürecinde, ‘endişeli muhafazakârlar’ konuşuldu bir süre. O gün bu kategoriyi zorlama buluyordum, bugün de öyle. ‘Endişeli müteahhit, endişeli üç maaş alanlar, endişeli torpilliler’, olsa anlarım; ancak muhafazakârlar endişeli olsa mutlaka fark edeceğim bir çevrede yaşıyorum. Doğru olduğunu düşünmediğim bu tespitlerin, AKP’den kopan ve oradan seçmen tavlamaya çalışan küçük muhalefet partilerinin propagandasından kaynaklandığı kanısındayım. Yanlış anlaşılmasın, herkesin şu ya da bu nedenle türlü endişeleri olabilir kuşkusuz, sorun, bazı yerli/yersiz endişelere sahip olanların bir kesimi temsil edermişçesine ve haklılık vurgusuyla sunulmasıydı.
Muhalefet uzun süredir, gerçekle ne denli bağdaştığı çok tartışmalı bir dindarlığa-muhafazakârlığa sesleniyor ve nedense, dindar bir yurttaşın yalnızca din ile ilgilendiği, mutlaka dindar siyasetçi görmek istediğine ikna olmuş durumda. İnançlara saygılı bir idare için, ne inançlı olmaya ne de inançlı görünmeye ihtiyaç var oysa. “Ben sana başka bir şeyi, bugüne dek denenmeyeni, her bakımdan eşit yurttaşlığı vadediyorum” diyebilmek fena olmaz mı?
Bir de endişeli modernler var, endişeli laikler. Bundan yirmi küsur yıl önce söz konusu endişe dile getirildiğinde, o endişeye yürekten katılıyor ancak mücadele yollarını doğru bulmuyordum. Din sömürüsüyle mücadelenin yolunun saçma sapan yasaklardan değil, özgürlük alanını genişletmekten geçtiği kanısındaydım, kanaatim değişmedi. İnsan, eşitliği ve özgürlüğü hak eder, sol değerlerin, ‘kamuculuğun’ gerçekleştirmeye çalıştığı budur. Geldiğimiz yerde endişeli laikler haksız değil. Her şey bir yana, yalnızca geçtiğimiz ay kaç konserin yasaklandığına bakmak dahi yeterli. Halihazırdaki Türkiye ne laik ne seküler ve bildiğim kadarıyla dünya üzerinde laik-seküler olmayan bir demokrasi yok. Dolayısıyla laik kesimin endişesi, adını ne koyarsanız koyun, bu toprakta bir demokrasinin var olup olmayacağına dair.
Hal böyleyken, laik kesimi endişelendiren gelişmelerin, en az onlar kadar muhafazakâr kesimi de endişelendirmesi gerekir. Eğer demokratik bir cumhuriyette yaşamak istiyorsak. Yalnızca bir devlet biçimi olarak ‘cumhuriyet’ yeterli olmuyor ne yazık ki. İçini dolduran tüm ilkeleri çıkardığınızda geriye kupkuru bir kavram kalıyor.
Ülkede öfke ve sömürenler haricinde ahalide endişe hâkim. Hangi partiye oy vermiş olursa olsun sade yurttaşın yüzünden düşen bin parça. Her şey gözümüzün önünde olup bitiyor. ‘Muhalefet sessiz’ demeyi isterdim, ancak görebildiğim kadarıyla şu anda muhalefetin adı var kendi yok.
İnsana, topluma nefes aldırmak, herkese kendisini ifade için şans tanımak gerek; daha önce karşılaşmadığımız birileri düşüncemizi değiştirecek sözler sarf edebilir, bizi kuşkuya düşürebilir. İyidir böyle şeyler.
Nur Betül Aras’ın cümleleriyle bitsin yazı:
“Toplum, onların bildiği gibi değildi artık. Gösterildiği gibi değildi. Çürüyordu ve kokuyordu. Aşılamaz, halledilemez, hiç değildi, ben başarmıştım işte, kısmen yani, daha da başaracaktım. Zordu ama imkânsız değildi. Sadece kaba ve büyük adımlar atmak yerine, kökten yok etmeye niyetlenen zorba uygulamalar yerine, ince bir mühendisliğe, biraz sabra ve merhamete ihtiyaç vardı. Hayatım boyunca başı açık insanların yargılandığı ve küçümsendiği o evde başımı açmıştım bir defa, gözlerinin içine baka baka. Kovmak isteseler de gitmemiştim, kabul etmek zorundalardı çünkü sevseler de sevmeseler de, onaylasalar da onaylamasalar da ben onların evlatlarıydım. Ve bugüne kadar nasıl ben onlara tahammül ettiysem, şimdi onlar da bana tahammül etmek zorundalardı. Türkiye’de de işte bu formül lazımdı. Üzerlerine üzerlerine yürümek, dik dik konuşmak, korkmamak ama birbirini yok etmeye de çalışmamak. Biraz yormak, biraz zamana bırakmak lazımdı. Böyle böyle iyileşecektik.”