TÜRKİYE, cumhuriyet tarihinin elektrik tüketimi rekorunu kırdı. 10 Temmuz 2012 salı günü elektrik tüketimimiz 744 milyon 751 bin kilovatsaate (kWh) ulaştı. Temmuz ayında günlük ortalama 725-730 milyon kWh seviyelerinde idi. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı bu “rekor”a gerekçe olarak aşırı sıcaklar nedeniyle klima kullanımının artmasını, Doğu ve Güneydoğu’daki tarımsal sulama, sanayi üretimi gibi sebepleri sıralıyor. Yetkililer, artışa rağmen elektrik kesintisinin söz konusu olmayacağını belirtiyorlar, komşular imdada yetişiyor zira. 10 Temmuz günü ihtiyacı karşılamak için Gürcistan, Bulgaristan gibi komşu ülkelerden elektrik alındı.
Türkiye elektrik üretemiyor mu? Elbette üretiyor. Fakat işte görüyorsunuz, ürettiğimizden çok tüketme eşiğine gelip dayanmışız. Televizyonlar halka soruyor, “Temmuz ayında günde kaç saat klima kullandınız?” diye. Allah sizi inandırsın “10 saat kullandım” diyen var.
Daha önemli olan mesele ise şu: Türkiye ürettiği , “Üretiyorum” dediği elektriğin çok büyük bir kısmını da aslında dışarıdan satın alıyor; çünkü elektrik üretmek için kullandığı hammadde doğalgaz. Doğalgaz rezervlerinin üzerinde oturmadığımız için de, gaz satın alıp elektrik yapıyoruz.
Tamam… Elektrik üretmek için doğalgaz satın alma usulünün mucitleri 90’lı yıllardaki hükümetleri döneminde çeşitli anlaşmalar yaparak doğalgaz bağımlılığını bir yazgı haline getiren Süleyman Demirel ve Mesut Yılmaz. Ama sonuca bakalım: Maalesef bu enerji politikası AK Parti hükümeti döneminde de sürmekte, dışarıdan aldığımız gazlar katlanarak artmakta.
Tamam… Hükümet “yerli kaynaklara dönüş” zorunluluğunun farkında. HES’ler konusunda bu kadar ısrarcı olmasının bir nedeni de bu. “Neden HES? Neden doğaya ve çevreye zarar vereceği konusunda bu denli endişe yaratan bir yöntemde bu kadar direniyorsunuz?” sorusuna cevap verirken HES’lerin doğa ve çevre tahribatı yapmadığını anlatıyor sonra da ekiyorlar: “Yerli kaynaklar önemli, onları kullanamadığımızda dış bağımlılığımız artıyor.” Ortalama lise bilgisine sahip olan birinin bile hemen aklına geleceği şekilde, “Peki ya kömür?” diye soruyorsunuz. “Kömür bakımından zengin bir ülkeyiz…” Cevap şu oluyor: “Ülkemizde çıkan kömürün kalori değeri düşük, maalesef işe yaramıyor.”
Lakin maden mühendislerine, jeologlara vs sorduğunuzda, biraz araştırdığınızda kötü kömür tezinin tartışılamaz bir cevap olmadığını anlıyorsunuz. Sahip olduğumuz linyitin kalorisi elektrik üretimi için gereken değerleri karşılıyor. Termik santralları ülkenin istihdam problemine de çözüm teşkil edecek yapılar üstelik. Ülkemizden çıkan kömür, ısınmak için değilse bile, elektrik üretmek için ihtiyaç duyduğumuz hammaddenin ta kendisi olabilecek iken, bu imkân ıskalanıyor.
Çağımız koşullarında tam tekmil bir “kendin pişir kendin ye” ekonomi politikasının söz konusu olamayacağını biliyorum. Ne ki, “dışa bağımlılık” meselesinin pek çok ulus devlet için hâlâ genel geçer bir “endişe kaynağı” olmaya devam ettiğinin de farkındayız öyle değil mi?
Patronum maden işinde diye değil, patronumun maden işinde olmasının bu soruları sormaya engel olmaması gerektiğini düşündüğüm için, samimi olarak merak ettiğim için soruyorum: OECD ülkeleri arasında doğalgaza bağımlılığı en yüksek olan ülke sıralamasında ilk sıraya oturduğumuz bir vakıa iken, yine OECD ülkeleri arasında doğalgazı en pahalıya satın alan ülkeler arasında iken, neden üretim maliyetlerimizi düşürecek olan kaynağa yönelmiyoruz? Neden yakılmak ve kullanılmaktan başka bir varlık sebebi olmayan kömüre değil de, hayat kaynağı olan suya abanıyoruz ve yapımı milyon dolarları bulacak HES seçeneğine yönelerek çiçeğin, böceğin, yeşilin ve bölge ahalisinin rızkı olan nehirlere dadanıyoruz?
Yoksa globalizm denilen süreç, “maneviyat” bağlamında “yerli” kaynaklara dönmemizin önünde bir engel teşkil etmez iken, “maddi” ve “yerel kaynaklar” bahsinde elimizi mi bağlıyor? Bu duruma söyleyecek bir sözümüz mü kalmadı, itiraz edecek takatimiz mi tükendi?