Okan TOYGAR*
Siz döndüğünüzde, çünkü döneceksiniz mutlaka,
Çiçekler olacak istediğiniz kadar yolunuzda
Geleceğin renginde çiçekler bunlar
Çiçekler işte bir gün siz döndüğünüzde
Louis Aragon
Gece henüz sabaha dönmemişti… İsmet, çatlak ve kırmızı elleriyle kâh ocağa bir odun daha atıyor kâh elindeki ağaç dalıyla korları parlatıp alevlendiriyordu.
Dondurucu bir soğuk vardı dışarıda. Kendisi neyse de arkadaşları üşümemeliydi. “Uyuyanın üstüne kar yağar” derdi anası. Ayrıca değişimi, dönüşümü ve devrimi simgeliyordu ateş. Asla sönmemeliydi..
Kimlikte 10 Mart yazsa da anası, “Mısırlar biçilirken doğurdum seni” dediğine göre demek ki yirmi yaşını iki üç ay geçmişti. Sınıfsız, sömürüsüz, özgür bir yurt için on yedi yaşındayken Ünye’de sosyalist mücadeleye katılmış, bu nedenle liseyi bitirememişti. Ama devrim olunca liseyi de bitirecek, üniversiteyi de okuyacaktı. Yoksul halk çocuklarının mutlu geleceği için değil miydi zaten uykusuz, aç, üşüyerek geçen günler, geceler? İçlerindeki bu devrim ateşi olmasa Karadeniz’in yazın çıkılan bu yaylasında Aralık ayında ne işleri vardı. 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden üç ay geçmişti; tarih 15 Aralık 1980’di…
Aslında “Akrep” ve “Nokta” operasyonlarıyla “12 Eylül” daha önce gelmişti Ünye ve Fatsa’ya. Yaklaşık altı aydır devrimcilerin üzerinde bir karabulut gibi dolaşmaktaydı faşizm. “Devrimci Yol” hareketi, siyasal çalışmalarını öteden beri köylerde yapmaktaydı. Buralarda oluşturulacak demokratik halk örgütlenmeleriyle, faşist saldırılara karşı direnci yaygınlaştırmayı hedefliyordu. Ancak darbeyle birlikte artan operasyonlar sırasında köylülerin zarar görmemesi için köylerden uzak kırsal bölgelere, yaylara, dağlara çekilmişlerdi.
Şimdi de Kumru kasabasına bağlı Çatılı Köyü’nün Gurcaağaç Yaylası’ndaydılar işte.
∗∗∗
Ocaktaki ateşin cama vuran parıltısı dışında oda karanlıktı.
Göz yordamıyla baktı arkadaşlarına. Görebildiği kadarıyla hepsi kuş uykusundaydılar. İri cüssesiyle bağlamasının yanında uykuya dalmış olan Sebahattin’e gözü ilişince yorgun yüzünde bir tebessüm belirdi İsmet’in. Dört-beş ay önceydi…
Ünye’nin bir köyünde yoğun geçen bir örgütlenme çalışmasının akşamında “Devrimci Yol”un Ünye sorumlusu İhsan Abdi Önal ve bir grup devrimci arkadaşlarıyla çay içip sohbet ederlerken, Sebahattin bağlamasını eline alıp Haziran ayında Çamaş’ta jandarmalar tarafından katledilen Şehittin Tırıç için yaptığı türküyü söylemiş; kısa süren hüzünlü bir sessizliğin ardından İhsan Önal, “Ben ölürsem benim adıma da böyle bir ağıt yapar mısın Sebahattin?” diye sormuştu. Sebahattin de “Yaparım hocam ama kimin kimden önce öleceği belli mi olur bu mücadelede. Ya ben ölürsem kim arkamdan türkü yapar?” demişti. Bunun üzerine “Ben yaparım Sebahattin” diye atılmıştı İsmet. Hepsi gülüşmüştü…
Çünkü ne şairliği ne de saz çalmışlığı vardı İsmet’in. Sebahattin’in biraz ötesinde yatan Ahmet Sakin, hafifçe aralık duran ağzıyla gülümsüyormuş gibi uyuyordu. Soyadının aksine yerinde duramayan, militan karakteriyle her eylemin içinde yer almak isteyen, faşistlere karşı yürütülen mücadelede hep ön safta olan bir devrimciydi. Bu nedenle birçok kez gözaltına alınmış ve gördüğü yoğun işkence sonucu bir kalp hastalığına yakalanmıştı. Onu mücadeleden geri düşüreceğini düşünerek bu konuyu hiç konuşmak istemese de, birkaç gün önce ilacını yanına almayı unuttuğunu kaçırmıştı ağzından. Zaten ne hastalığı ne ölümü ne de mahpusluğu düşünen vardı aralarında.
∗∗∗
Gurcaağaç’a gelmeden önce Çatılı’nın bir başka yaylası olanı Ericek’te toplanmışlardı. Yirmi bir kişiydiler… Kendilerine çukurluk bir alan yapmışlar, üzerini de taflan dallarıyla kapatmışlardı. Yaklaşık üç dört gün sonra aralarında Ahmet Gürler, Sebahattin Demir ve Ayhan Eskici’nin de bulunduğu bir grup, eylem için Ünye’ye gitmişti. Belirledikleri yerlere faşist cuntayı teşhir eden yazılar yazıp, pankartlar asarak cuntanın kolluk kuvvetlerine devrimcilerin şehri terk etmediğini, mücadeleye devam ettiklerini göstereceklerdi. Diğerleri Gurcaağaç’a gelmiş, olası bir operasyondan hepsi zarar görmesin diye altı kişi, beş-altı kilometre uzaklıktaki bir başka eve gitmişti. Kalanlar da bu eve yerleşmişti. Örgütlenme çalışmalarını yaklaşık bir haftadır burada yürütüyorlardı. Ünye’ye eyleme gidenler bir gün önce akşam saatlerinde dönmüştü. Hepsi üşümüştü. Paltolarını çıkarıp soğuktan kızarmış ellerini ovuşturarak ocak başına yürürken, yumruklu yıldızlı yazı ve pankartları Ünye’nin duvarlarına nasıl astıklarını anlatıyorlardı. Yorgun ama mutlulardı…
Akşam yaptıkları toplantıda Sebahattin, “Bizim köyler sarılmış, halka kan kusturuyorlar. Burası da güvenli olmaktan çıktı. Ama geride çok ciddi bir kar ve fırtına var. İzimiz kaybolur, bu gece bir şey olmaz” demişti. Bunun üzerine o gece evin dışında, yaylayı tepeden gören yerde o güne kadar aksatmadan tuttukları nöbeti tutmamaya ama ertesi sabah topluca daha yukarıdaki Karagöl Yaylası’na gitmeyi kararlaştırmışlardı. Ahmetlerin gelmesiyle sayısı artan gruptan, aralarında “Kod Süleyman”ın (Erol Güney) da bulunduğu beş kişi, otuz metre uzaklıktaki bir başka eve yerleşmek üzere ayrılmışlardı. Şimdi kendisiyle birlikte on kişilerdi evde. Hepsi de yoksul ailelerin, yoksul ama inatçı, inançlı çocuklarıydı. Denizlerin, Cevahirlerin, Mahirlerin kardeşleri; beş ay önce “Nokta Operasyonu” sonrasında beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edilmiş olan Fatsa’nın halkçı, yurtsever belediye başkanı Terzi Fikri’nin yoldaşları…
Amaçları, direnişi kalıcı kılmak, mücadeleyi örmek, köyleri örgütlemekti. Faşizme boyun eğmeyeceklerdi… Tek düşünceleri üretenlerin yönetenler olacağı bir düzen kurmaktı. İsmet Koca, kuru gözlerini ateşe dikmiş bunları düşünürken şafak sökmüştü. Yanmakta olan odunların çıtırtısı ve uyuyan arkadaşlarının fısıltıları dışında ses yoktu. Saat yediye geliyor, gün yavaş yavaş aydınlanıyordu. İki-üç saat sonra Karagöl’e doğru yürümeye başlayacaklardı. Gözleri hala alevde, “Kar fırtınası biraz dursa bari” diye aklından geçiriyordu ki, tek el patlayan bir silah sesiyle irkildi.
Hemen kapıya yöneldi. Dikkatlice açtığı kapı aralığından elinde tüfeğiyle bir askeri görmesiyle, aynı dikkatle kapıyı kapaması ve telaşla “Arkadaşlar sarıldık” demesi neredeyse aynı anda oldu. Göğsü inip inip kalkıyordu… Şimdi herkes ayaktaydı. Silahlarını alarak önceden hazırladıkları aralıktan birer birer alt kata atladılar.
Bu arada askerler hem “Teslim olun” diye bağırıyor hem de kurşun yağdırıyordu eve. Tam o sırada beklemedikleri bir şey oldu;
Sebahattin alt katın kapısını açarak dışarıya fırladı ve ateş açarak askerlerin üzerine doğru koşmaya başladı. Birçok kuşatmada benzer yöntemle askeri şaşırtarak dağıtmıştı. Aynısını yaparak çemberi yarmak ve arkadaşlarını kurtarmak istemişti… Ancak bu kez olmadı…
Karadeniz sosyalist hareketinin güler yüzlü, mert devrimcisi, yoldaşlarının gözleri önünde yere düştü. Halkla güçlü bağlar kuran, bağlamasıyla yörenin türkülerini çalıp söyleyen Sebahattin bir anda gitmişti… Hemen bir durum değerlendirmesi yaptılar. Herkes çatışmadan yanaydı. “Savaşarak öleceğiz” dediler. Ancak grubun lideri Ahmet Gürler elini kaldırdı ve “Arkadaşlar, hepimiz çatışmak istiyoruz ama çatışırsak hep birlikte öleceğiz. Devrimci mücadeleye devam etmek istiyorsak en az kayıpla çıkmalıyız bu çatışmadan. Üstelik mermimiz sınırlı. Kimse rastgele mermi atmasın ve benim iznim olmadan hareket etmesin. Ben sırayla hepinizi çıkaracağım buradan; işaret ettiğim kişi hızla karşıdaki dere yatağına gidecek” dedi.
Ahmet, henüz yirmi iki yaşındaydı. Kitap okuyan, portre çizen, fotoğraf çekmeyi seven, Fatsa Halkevi’nin kuruluşuna önayak olmuş; temkinli, duyarlı, güvenilir ve saygılı bir gençti. Saniyelerin önemli olduğu bu anda dahi heyecanına yenik düşmemiş, sorumluluğu altındaki arkadaşlarını hemen korumaya almıştı. Sekiz kişinin gözleri Ahmet’in gözlerindeydi şimdi. Bir hüzün düştü Gurcaağaç’taki yayla evinin alt katına. Sözleri, “Ben davamız için canımı vereceğim” demekten başka bir şey değildi çünkü. Herkes biliyordu ki Ahmet Gürler’le geçirecekleri son anlardı bunlar. Nazım’ın “Deli Erzurumlu”sundan, Gorki’nin Pavel’inden, Bolivya devrimi için ölüme giden Arjantinli Che Guavera’dan farksızdı karşılarındaki… Verdiği kararın kesinliğiyle Ahmet kapıyı açtı ve sol yukarıda kütüklerin ve kayın ağaçlarının arkasındaki tepeye doğru askerleri hedef almaksızın ateş etmeye başladı. Saniyeler sonra İsmet’in omuzuna vurarak “Çık!” dedi. İsmet yirmi-otuz metre ilerideki dere yatağına doğru koşarken eve bomba atıldı. Sonra Ayhan’a işaret etti Ahmet. O da dere yatağına doğru koştu. İsmet bacağından, Ayhan da belinden vurulmuşlardı.
Kalan altı kişi de evin sağ yan ahşap duvarını kırarak oradan çıktılar. Ahmet Sakin en önde koşarken arkadaşlarından koptu. Arkasından seslendiler ama o duymadı…
İsmet ve Ayhan’ı ise bir başka sürpriz bekliyordu. Askerler bir gece öncesinden köylüleri “teröristler”in yakalanmasına yardımcı olmaları için örgütlemişlerdi. İzlerini askerlere kaybettirmeyi başaran ikili bu kez karşılarında silahlı köylüleri görünce şaşkına döndüler. Uğruna mücadele ettikleri, insanca bir düzene kavuşmaları için ölüme gittikleriydi karşılarındakiler. Ayhan “Biz size değil, sizi sömüren güçlere karşıyız, bizler sizin çocuklarınızız” dese de köylüler onları etkisiz hale getirerek önce İsmet’i, sonra da Ayhan’ı köy meydanına getirdiler ve işkence yapmaya başladılar. Yaralarına kasatura sokuyorlar, kafalarına odunla vuruyorlardı. Ayhan, kendisinden dört yaş küçük olan İsmet’i korumak için defalarca “Ona dokunmayın, ne yapacaksanız bana yapın” diye haykırsa da köylüler, polisler ve yöreden bir grup sivil faşist her ikisine de işkence yapmaya devam ettiler. Bir saate yakın süren işkenceden sonra ikisini alarak bir Reo aracıyla evin yakınındaki dere yatağına gittiler. Sebahattin Demir’i ve sekiz arkadaşını kurtarmak uğruna canını feda eden Ahmet Gürler’i teşhis etmesi için İsmet’i araçtan indirip onların yanına götürdüler.
Üç saat önce üşümelerinden endişelendiği arkadaşlarından ikisinin cansız bedenleriyle karşı karşıyaydı şimdi İsmet. El bombasıyla Ahmet Gürler’in başı yarılmıştı. Gözleri doldu; onlara doğru eğildi ve “Yaktığınız ateş sönmeyecek; bir gün onlar yenilecek” dedi.
∗∗∗
Askerler onları da Reo’nun arkasına aldılar. Operasyon bitmiş, ölenler ölmüş, askeri araç ağır ağır yola koyulmuştu ama askerlerin ve araca binen yaşlı bir köylünün hıncı bitmemişti. İşkenceye orada da devam ettiler. İkisinin de başında saç kalmamış; Ayhan’ın gür bıyığını teker teker yolmuşlardı. Reo önce Kumru karakoluna uğradı. Orada oyalandıktan sonra önce Fatsa’ya ardından da Ünye’ye gitmek üzere tekrar yola koyuldu. Bir zaman sonra Ayhan yattığı yerden başını kaldırdı ve su istedi. “Suyu kim verecek Ayhan, onlar düşmanımız değil mi?” dedi İsmet. Bunun üzerine Ayhan hafifçe tebessüm etti yoldaşına ve başı düştü. Olaydan yedi saat sonra kan kaybından yaşamını yitirmişti… Ölümcül yaralanması yoktu oysaki. Ağır işkence yapılmasa, doğrudan hastaneye götürülse yaşayacaktı. İşkence aracı iki saatte ulaşabileceği Fatsa’ya altı saatte gelmişti. Arkadaşlarının arkasından yetişemediği Ahmet Sakin ise üç ay sonra çatışma bölgesinin yakınlarında bir gürgen ağacına yaslanmış olarak bulundu. Yabani hayvanlar vücudunun üst yarısına zarar verdiğinden tanınmayacak haldeydi. Silahla yaralanmamıştı. Yanında ilaçları olmadığı için kalp krizi geçirerek yaşamını yitirdiğini düşündü arkadaşları. Çatılı Köyü’nün Gurcaağaç Yaylası’nda katledilen Sebahattin Demir, Ahmet Gürler, Ayhan Eskici ve Ahmet Sakin, bir zaman sonra türkü oldular, Fatsa’nın devrimci müzik öğretmeni Mehmet Gümüş’ün yaptığı beste ve Hüseyin Karakuş, Erdoğan Aslan ve Ahmet Özdemir’in;
“Karadeniz Karadeniz / Fırtınalar içindeyiz / Dört karanfil verdik sana / Her biri bir engin deniz…” dizelerinde. İsmet Koca, Sebahattin’e verdiği sözü tutmuş; Amasya ve Erzincan cezaevinde Mehmet Gümüş’e anlattığı bu öykünün 1986 yılında türküleşmesiyle, sadece “Dört Karanfil”in değil, tüm devrimcilerin güzel ve onurlu yaşamlarının sonsuzluğa taşınmasını sağlamıştı.
Anılarına saygıyla…
*Araştırmacı Yazar, Göz Hekimi, Prof. Dr.
Dip Not: Bu yazı, Gurcaağaç’taki o yayla evindeki on kişiden biri olan İsmet Koca’nın gözlemlerine dayanarak kaleme alınmıştır. Ayrıca “Onların Anısına” kitaplarının her iki cildinden (İzdüşen Yayıncılık 4. ve 2. baskı) de yararlanılmıştır.
3 Aralık 2023’de, saatlerce süren röportajımız sırasındaki sabrı ve sorularıma verdiği ayrıntılı yanıtlar için Sayın İsmet Koca’ya; Aynı röportaja eşlik ederek 12 Eylül öncesi Fatsa’daki devrimci hareketi ve “Dört Karanfil”in türküleşme öyküsünü anlatan dönemin Fatsa Lisesi müzik öğretmeni, besteci, yorumcu Sayın Mehmet Gümüş’e ve “Nokta Operasyonu” öncesi Fatsa’daki devrimci gençlik hareketini ve sınıf arkadaşı Ahmet Gürler’i anlatan Sayın İbrahim Özkara’ya teşekkürlerimi sunarım.