Hatay-Dörtyol’da olanlar hem en gerici güçlerin nasıl bir cesaret kazandığını ve yağma ve kırıp dökmeyle bütün bir ilçeyi terörize etmede sınır tanımadığını gösterirken hem de açılımdan nasıl geriye dönüp; 1990’ların sloganlarına dönüldüğünü gösterdi.
Gelen haberler; Kürtlerin de artık kuşatılıp rehin alınmışlığı kabul etmeyeceklerini gösteriyor. Bunun için de BDP Heyeti’nin Dörtyol’a alınmamasını protesto ediyorlar. Kürtler, en azından kendilerinin Dörtyol’un sığıntısı değil, Dörtyol’un halkından olduklarının kabul edilmesini istemektedirler. Çünkü Dörtyol’un ırkçıları aynı zamanda “hemşehri şovenizmi” de yaparak, yerli-yabancı ayırımını kullanmaktadırlar. Bunu basında, hükümetin, siyasilerin yaklaşımında da görüyoruz. Onun içindir ki; saldırganları, kendi kentlerini koruyan “duyarlı” kişiler olarak görüyorlar.
Üstelik bu yeni bir durumda değil.
Son 25 yılın siyaset ve sermaye basınının, Kürt sorunuyla ilgili “Teşhis ve tedavi”ye ilişkin saptamaları hep sloganlar düzeyinde kaldı. Üstelik bu sloganların gerçekle en küçük bağlantısı da yoktu. Tersine sloganların belirlenmesine sadece ideolojik ve politik ihtiyaçlar yön verdi!
Nitekim Kürt sorununun nedeni ya da olaylara katılanlara dair bu saptamalar; önce, “Bunlar bir kaç baldırı çıplak. Devlet bunlara pabuç bırakmaz. Kökleri kazınacak. Bu son çırpınışları” diye başlayan Kürt sorununa devletin yaklaşımı ve çözüm üretimi; zaman geçtikçe; “Dış güçlerin kışkırtıp organize ettiği hain bölücü bir çete”, “Bunlar Ermeni dölü; hepsi sünnetsiz!” kampanyasına dönüştürüldü. Basın ve siyaset erbabı, iktidarı ve muhalefetiyle bu resmi ve ideolojik saptamaları ihtiyaca göre propaganda etti, kullandı. Ve soruna “Kürt sorunu” denmesi ve sorunun, Türkiye’nin hükümetlerinin çözmesi gereken bir sorun olarak kabul edilmesine kadar 40 bin kişinin ölmesi gerekti!
Son birkaç yılda, hiç olmazsa sorunun adı kondu; “Kürt sorununun varlığı” kabul edildi; sorunun demokrasinin geliştirilmesi temelinde çözülmesi için devlet katında bir görüş oluştuğu ve “demokratik açılım” adı altında bu doğrultuda adımlar atılacağına dair iddialar ortaya atıldıysa da; son aylarda birden 10-20 yıl öncesine geri dönüldü.
Son günlerde basına ve bakanların kullandığı ifadelere bakıldığında; yine Kürtlerin adının; “Doğu ve Güneydoğu kökenli vatandaşlar” olduğunu, olup bitenlerin; yağma ve yakıp yıkmaların “provokasyon” sonucu olan “Üzüntü verici gelişmeler” olarak nitelendiğini görüyoruz. Elbette bu yaklaşımın sonucu olarak; parti yakan, bayrak asmayan, esnafı dövüp dükkanlarını dağıtan güruh, en ileri gidildiğinde bile provokasyona gelen, kışkırtıcıların tuzağına düşmüş masumlar olarak gösterilmektedir.
Olaylarda rol alanlar, hâlâ ortalıkta dolaşıp etrafı terörize etmeye devam ederken, dün BDP eş başkanlarının da içinde olduğu heyet Dörtyol’a sokulmadı! Sanki provokasyonu yapan BDP’ymiş gibi.
Hükümetin, emniyet ve öteki güç odaklarının bu yaklaşımı devam ettikçe; belki böyle dört koldan kuşatmalarla, aşırı polisiye önlemlerle Dörtyol’da “olaylar” engellenebilir, ama yarın başka yerlerde benzer olayların çıkması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü Kürt sorununun çözümsüzlüğü devam ettikçe, ırkçı şoven güçlerin kendilerini “Memleketin gerçek sahibi ve koruyucusu” ilan etmesi prim yaptıkça; saldırganlık yayılarak sürecektir. Bu da kaçınılmaz olarak bir Türk-Kürt çatışmasını her an gündemde tutacaktır. Üstelik de her geçen gün daha da büyüyen bir tehdit olarak!
Şimdi “Kürt” yerine “Doğu ve Güneydoğu kökenli vatandaş” denilerek, Kürtleri yeniden “Adı yasak halk” derekesine iterek bu gerçeklerin üstü örtülemez. Bunda ısrar etmek sorunların çözümüne bir katkı yapmadığı gibi, son çeyrek yüz yılda olup bitenlerden hiç ders alınmamış olduğunu da gösterir.
Evrensel