“Doğru yolun sapık kolları” Necip Fazıl Kısakürek’e ait bir deyim hatta bu isimle bir kitabı da var. “Ehl-i Sünnet”ten ayrılan bid’at mezhepleri mahkum etmek için kullanırdı. Ama bizim buradaki yaklaşımımiz bu değil; daha çok dinin ana yolundan sapma nasıl ve ne şekilde oluyor ona bakacağız.
Dinde sapma, daha doğrusu genel olarak bir ana yoldan sapma, ayrılma, kopma işi nasıl oluyor? Genelde dikkat edilirse insanlar, farklı görüş beyan edenlere sapkın, sapıtmış gibi sözler sarf ediyorlar. Özellikle bu dini dünyada daha çok kendini gösteriyor. Biraz farklı görüş ifade eden, olaya biraz farklı açıdan bakan, aykırı fikirler ileri süren kişiye hemen sapkın, sapıtmış, sapık fikirleri savunuyor diye ithamda bulunduklarını görürüz.
Oysa acaba sapkınlık, sapma, bir ana yoldan ayrılma nedir? Bu olaya nasıl bakılması gerekir?
Bunu sadece dini dünyada değil, seküler dünyada da görebiliriz. Mesela fraksiyon, hizip, grup diyoruz. Bir davayı savunanlar, bir bakıyorsunuz bir müddet sonra fraksiyonlara ayrılıyorlar. Atomize oluyor, bölünüyor bir daha bölünüyor, bir daha bölünüyor, bir daha bölünüyor ve her bölünüp ayrılana bir isim takılıyor. Revizyonist deniyor, oportünist deniyor, sapmakla, sağ sapma, sol sapma olmakla suçlanıyor.
Aynı şekilde dini dünyada da dalalete düşmekle itham ediliyor. Mesela şöyle bir rivayet uydurulmuştur. ‘’Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan yetmiş ikisi dalalette olacaktır. Fakat birisi ‘Fırka-ı Naciye’ kurtulan grup, kurtulan hizip, kurtuluşa eren fırka olacaktır.’’ Bu Peygamberden sonraki İslam dünyasındaki parçalanmışlık karşısında, bunu meşrulaştırmak için uydurulmuş bir rivayet. Buna benzer bir şekilde, her dini görüşün veya seküler fikriyatın, akımın böyle parçalara ayrıldığını ve birbirini sapmakla, sapkın olmakla suçladığını görüyoruz.
Burada benim durmak istediğim konu sapmak nedir? Ne olduğu zaman, gerçek bir yolda yürürken, ana bir yolda devam ederken sapılmış olur, yan yola kayılmış olur?
Bunun nasıl olduğuna bakalım. Mesela Musa Peygamber Mısır döneminde Firavunluğa karşı çıkmış ve Kur’an’a göre dokuz ayet, Tevrat’a göre de on emir getirmiş; 1- Tanrı’ya ortak koşmayacaksın 2- Suretlerden put yapıp onlara tapmayacaksın 3- Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın 4- Cumartesi yasağına riayet edeceksin 5- Anne babaya iyi davranacaksın 6- Öldürmeyeceksin 7- Çalmayacaksın 8- Zina etmeyeceksin 9-Komşuna karşı yalan şahitlikte bulunmayacaksın 10- Komşuna kötü gözle bakmayacaksın… Tevrat’ta geçtiği şekliyle “On Emir” dediğiniz şey bu. Bunun bir benzeri Kur’an-ı Kerim’de de var. Orada da ‘’Biz Musa’ya dokuz ayet verdik’’ der. Musa’nın Firavunu çağırdığı şey bu ve Musa’nın yolu bundan ibaret. Esasında Tevrat’ta bundan ibaret. Tevrat töre demek, torah diye de okunur. Musa töreyi yani yasayı getirmiştir. Yasa nedir? Bu saydığım on emirdir. Din bundan ibaret ve Tevrat’ta bu kadar. Peki gerisi ne? Gerisi Yahudi tarihi.
Şimdi din bu kadar sade ve basitken nasıl oldu da kocaman bir Kutsal Kitap ortaya çıktı? Onlar fraksiyonlara ayrıldı, yan kollara ayrıldı, ritüeller ortaya çıktı, onu yapanlar, bunu yapmayanlar, şu gün, bu gün, şabat günü, şu gecesi, bu gecesi bir sürü gelenekten, töreden, kuraldan geçilmiyor. Her biri için ayrı ayrı fraksiyonlar gruplar, ayrıldıkça ayrılıyor, ayrıldıkça ayrılıyor. Yahudi şeriatı zamanla 613 emir olmuş, 10 emrin bunun ilk hali oluyor.
Daha sonra gelen İsa Peygamber sadece bu on emri hatırlattı. Dedi ki; ben size müjde getirdim. Müjde İncil demektir. Peki İsa’nın getirdiği İncil, müjde neydi? Ezilenlerin, yoksulların Tanrının Krallığını kuracağı müjdesiydi. Yani yeryüzünde zayıfların, güçsüzlerin, ezilenlerin, yoksulların iş başına geleceği ve kurtulacağı, bu ezilmelerin, sürünmelerin bir gün biteceği müjdesiydi. İsa’nın müjdesi yani İncil dediğimiz şey bundan ibarettir. Fakat o da bambaşka bir şeye dönüştü. Tanrı- Oğul-Ruhul Kudüs, üçleme (teslis), İsa’nın bedenleri, ikonları, Kilisenin yapılması, şu İncil’e inananlar, bu İncil’e inananlar, teslisi kabul edenler-etmeyenler, onlarca, yüzlerce İsa’dan sonra fraksiyon, grup, hizip, mezhep ortaya çıktı.
Sonra Muhammed Peygamber geldi. O da On Emri tekrar etti. On Emir’de yazılanların tamamı Cumartesi yasağı hariç Kur’an’da vardır. On Emir’de daha önceden Nuh’un Yedi Kanunu’ndan gelmedir. Hatta bugün Avrupa Birliği Hukukunun temeli Nuh’un Yedi Kanunu’na ve Musa’nın On Emrine dayanır. Yeryüzündeki bütün Anayasaların ceza kanunları insan ilişkileri bakımından Nuh’un Yedi Kanunu’na ve Musa’nın emrine dayanır. Nuh’un yedi Kanunu olarak bilinen ilkeler de şunlar; 1-Tanrı’ya ortak koşmamak 2-Tanrı’ya nankörlük etmemek 3- Öldürmemek 4-Çalmamak 5- Zina yapmamak 6- Adaletli ve dürüst olmak 7- Canlı hayvan eti yememek… Prensip olarak insanlık kurulduğundan beri insanların canları, emekleri (malları), ırzları, şerefleri, akılları koruma altına alınmıştır. Hukuk dediğimiz bundan ibarettir ve dinin özü esası da budur.
Sonra dini dünyadan seküler dünyaya geçelim. Dünyadaki bütün devrimlerin özünde de bunlar yatar. Fransız Devrimi eşitlik, özgürlük, kardeşlik diye başlamıştır. Rus Devrimi, dünya işçileri birleşsin diye başlamıştır. Emeğin değerini yüceltmek için devrim gerçekleşmiştir. Hepsi yine insanın emeğini, alın terini, özgürlüğünü, onurunu, haysiyetini korumak, kollamak, birini diğerine ezdirmemek içindir. Dinlerdeki gayenin aynısıdır.
Bir zamanlar insan hakları söylemi, insanın onuru, eşitliği, özgürlüğü, hakkı söylemi dini metinlerle yapılıyordu. Ama modern dünyada özellikle Fransız Devriminden sonra gerçekleştirilen dünyadaki devrimlere baktığımız zaman, Ekim Devrimine kadar, bütün bunlar bir de din olmadan, işin içine dini katmadan, daha seküler, daha dünyevi bir dille sağlanmaya çalışılmış ve fakat aynı talepler olduğunu görüyoruz. Burada değişmeyen bir insanlık çizgisi var bunu görmemiz gerekiyor.
İşte sapma dediğimiz şey, bu ana yoldan teferruata dalma oluyor. Mesela İsa’dan önce gelen Musa’nın getirmiş olduğu On Emri bırakıp, tapınak tartışmalarına girmek. Tanrının adı şu muydu, bu muydu, Tevrat ezelde mi yazıldı, yeni mi yazıldı, Tevrat’ın dili İbranice kutsal mı, değil mi, cennetteki dil Tevrat’ın dili mi olacak, yoksa başka bir dil mi olacak, Musa’nın kan bağı ile soyundan gelenler mi kurtulacak, yoksa onun yolundan gidenler mi kurtulacak? Bunların hepsinin tartışma konusu oluşturduğunu ve esas mevzunun bırakıldığını, yan mevzulara kayıldığını ve orada adeta boğulurcasına debelenildiğini, her bir tartışma ile beraber yeni bir grubun ortaya çıktığını görüyoruz.
Peygamber Muhammed’den sonra yine esas mevzu bırakılıyor yani yeryüzünde öldürmeleri, çalmaları, iftira atmaları, savaşları, saldırıları durdurmayı; barışı, adaleti getirmeyi ve insanların birbirine zarar vermeden bir arada yaşaması gerektiği fikri bir kenara bırakılıyor yan mevzulara dalınıyor. Acaba Peygamberin yerine kim geçecek? Ömer mi, Ebubekir mı geçmeliydi, yoksa Ali mi olmalıydı? Bunların hangisi üstündür? Onu tutanlar, bunu tutanlar. Sonra Kur’an-ı Kerim’in dili olan Arapçayı herkes öğrenmeli mi yoksa öğrenmemeli mi, Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayette şunu mu demek istiyor, bunu mu demek istiyor, kabir azabı var mı, yok mu, cennet şu anda yaratılmış mı yoksa daha ileride mi yaratılacak? Görünmeyen, bilinmeyen, vakıf olunmayan şeyler üzerinde, dinin dünyadaki amaçları ve gayeleri bir kenara bırakılıp, bunlara dalındığını, teferruata girildiğini ve buralardan sapmalar olduğunu görüyoruz.
Mesela benim görüşüme göre, İslam dünyasında iki büyük sapma vardır. İslam tarihinde buna Sünnilik ve Şiilik denir. Her iki yol da şu an neredeyse ana yoldan sapmış ve esas gayeyi bırakmış durumdadır. Nedir onlar? Birisi diyor ki; Peygamberden sonra İslam ümmetinin başına Ali gelecekti. Diğerlerinin hepsi onun hakkını yediler. Sonra da onun soyundan gelenler ümmeti yönetmeliydi ve ümmetin imameti ve velayeti onlarda olmalıydı. Şu anda da öyle olmalı. Halbuki Kur’an’da böyle bir gaye yoktur. Kur’an der ki; ‘’Biz yeryüzünde ezilenleri imamlar/önderler yapmak istiyoruz.” (Kasas;5). Peygamberin soyu da nereden çıktı? Ezilenler mustazaflar ana yol buydu. Oradan sapıp, soy meselesine iş dökülmüş oluyor.
Öte yandan ortalama bir bir Sünni Müslüman kimdir diye sorduğunuzda şu dört şeyle bilinir: Bir; Beş vakit namaz kılacak. İki; Kırkta bir zekat verecek. Üç; İçkiden zinhar bir damla içmeyecek. Dört; Kadınlar zinhar başını açmayacak, saç telini göstermeyecek… Bunlar özellikle Türkiye’de Sünnilik dininin dört temelidir. Bunlar olmadan insana Müslüman dahi denemeyeceği yaygındır. Halbuki bunların hepsi teferruattır. Kur’an-ı Kerim’de bunların hiçbirisinin cezası yoktur. Salat yardımlaşma, dayanışma, destekleşme demektir. Farz olan budur. Namaz fıkhi tabirle müstehaptır yani gönüllüdür, insanlara bırakılmıştır. Vakti de belli değildir. Yapılmadığı takdirde cezası da yoktur. Zekat kırkta bir değildir, ihtiyaçtan fazlasının verilmesidir. İçki içmeyin diye Kur’an-ı Kerim’de direk bir ayet yoktur, ‘’Artık bunu bıraktınız değil mi?’’ diye imalı bir soru vardır. Yani bırakılması istenir, şeytan işi pislik olarak görülür ama yapana cezası yoktur. Kur’an-ı Kerim’de kadınlara dışarı çıkarken üzerinize örtüyü alın der ama bu başörtüsü müdür, omuz örtüsü müdür, manto mudur, etek midir, atkı mıdır belli değildir ve bir yerde geçmektedir. Örtülmediği takdirde ne cezası olacağı da söylenmemektedir. Dolayısıyla bunların hiçbiri sağlam temellendirmeler değildir. Bunlar üzerine bir mezhep, bir din falan kurulamaz.
Oysa şu dört şeyin Kur’an’da cezası vardır; Öldürmek, çalmak, iftira atmak, zina etmek… Bunlar hakkında açıkça, ayetlerle ‘’Şu cezayı verin’’ diye emirler var. Öldürmek yaşamakla ilgili, çalmak emekle ilgili, iftira atmak kişinin onuru ve şerefiyle ilgili, zina etmek; taciz tecavüzde bulunmak kişinin namusu, iffeti ile ilgili konulardır. Bunların koruma altında olması gerektiğinden, ana insanlık yolu bu olduğundan bunlara ceza öngörülmüş ama diğerlerine öngörülmemiştir.
Kur’an’da ceza öngörülen konuların hepsi insan hakları ile ilgilidir. Müslümanlığın kendine mahsus halleri ile ilgili hiçbir ceza yoktur. İnsanların gönüllü kabullenişine bırakılmıştır.
Şu halde ne olmuş oluyor? Ana yol bırakılıp yan yola dalınmış oluyor. Seküler hareketlerde de böyledir. Tam bağımsız, insanların eşit ve özgür olduğu bir ülke kurmak ana hedefi bırakılıyor, dağ gerillası mı olacak, kır gerillası mı olacak, şöyle mi mücadele edecek, böyle mi mücadele edecek, şu örnek mi, bu modelleme mi olacak diye stratejik metot tartışmalarına dalınarak, teferruatta boğulunuluyor ve orada fraksiyon üzerine fraksiyon ortaya çıkıyor. Ana yol yine terk edilmiş oluyor. Görülüyor ki sapma, özel de dini sapma, genelde de genel olarak sosyal hareketlerdeki sapmalar, ana mevzunun, tüm insanlığı ilgilendiren ana mevzunun bırakılıp sadece kendileri ile alakalı olan yan mevzulara dalınması, teferruata boğulunulması, onların ana mevzu haline getirilmesi ile gerçekleşiyor.