Küçük anlam farkları da olsa kibir ve narsizm; aynı kaynaktan, “bencillik”ten doğan kavramlardır. Narsistler; özsevginin sınırlarını aşıp kendilerine hayranlık duyan, kendilerini dünyanın merkezine koyan, kendilerini “en önemli” zanneden karakterlerken kibirli insanlar; kendilerini “ötekilerden” daha üstün görür, daha değerli zannederler. Her iki durumda da “benmerkezci” bir tutum vardır ve kişi, kendisini “oluş”un merkezi sanır.
Hâlbuki evren, “varoluş”un bütünlük gösteren durum ve akışı içinde birbirini tamamlayan farklı unsurlarıyla mükemmel hale gelir. Tek tek eksik ve kusurlu olan parçalar bir araya geldiklerinde tamamlanır, kusursuz bir bütün oluştururlar. Örneğin dünyanın bir yerinde kaplanlar, varlıklarını yengeçlere borçludur. “Yengeçlerle kaplanların ne ilgisi var?” mı? Şöyle ki yengeçler, yuvalarını su kenarındaki ağaçların altına yapar. Yengeç yuvaları, köklerinin nefes alarak ağaçların gelişmesini sağlar. Gelişmiş ağaçların yaprakları, ceylanları cezbeder. Nihayet ceylanlar da kaplanları çeker. Karıncalarla ağaçlar, gergedanlarla kuşlar arasındaki ilişkiler ve daha doğadaki nice “birlikte yaşama” örneği, evrenin kompakt yapısındaki ahengi daha anlaşılır kılacaktır.
Evrenin “tamamlayıcı” durum ve akışı içinde narsist ve kibirli kişiler, “kendilerini” “diğerlerinden” değerli ve üstün zannederler. Oysa “herkes gibi” kompakt bir “bütün”ün değerli, biricik azalarıdır. “Bütün azalar gibi, bütün azalar kadar” değerli ve önemlidirler, daha fazla ya da daha az değil.
Tabiatta narsizm ve kibir yoktur. Bunlar insanlara has hastalıklardır. Hiçbir “gül” çok güzel koktuğu ya da hiçbir “balık” harika yüzdüğü için kendine hayran kalarak evrenin diğer unsurlarından üstün olduğunu düşünmez. Ne var ki biz insanlar şu veya bu özelliğimizle üstün hatta seçilmiş olduğumuzu vehmediyoruz.
Kibir, Şeytanın Huyudur
“Meleklere; ‘Âdem’e secde edin!’ demiştik. İblisin dışında hepsi secde ettiler. İblis; ‘Ben, dedi; çamurdan yarattığın bir kimseye secde mi ederim!’ Dedi ki; Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime bağlayacağım!”[1]
Şeytanın “çamurdan, balçıktan” yaratılmış olan insanı sadece “nesne” olarak görerek onun fiziksel tarafına takılı kalması, felaketi oldu. Hâlbuki insan “Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona kendi ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır.”[2] ayetiyle sabit olduğu üzere “nefha-i ilahi” taşımaktadır ve kıymeti de buradan gelmektedir. Kaldı ki şeytanın davet edildiği “secde” de insanın “beden”ine değil, taşıdığı bu ilahi nefese idi.
“Fiziksel” özellikler üzerinden yapılan övmelerin de yermelerin de “asıl maksat” olamayacağı su götürmez bir olgudur. Fiziksel olarak övgüler yağdırılan bir insana bunun hiçbir faydası olmayacağı gibi fiziksel özellikleriyle yerilen bir insana bunun hiçbir zararı olmaz. Çünkü insan; şeytanın zannettiği gibi “nesne”liğiyle değil, Allah’ın bildirdiği gibi “ruh”uyla insandır. Bu ruh, bütün insanlarda olduğu için de birinin, bir diğerine üstünlük iddia etmesi hükümsüzdür.
“Biz garibiz. Çeşidi azalmış anlayışın insanlarıyız. Bizi isteyen sevsin, isteyen sövsün. Dünyanın sevinçleri ve elemleri bizi içinde bulunduğumuz birlik ve beraberlik çatısı altından çıkarmamalıdır.” Sâmiha Ayverdi
Tevazu
Kibir ve narsizm karşısına koyduğumuz zıt anlamlı kavramın sözlük anlamına baktığımızda[3] kadim geleneğimizin bu hayati konudaki şifrelerini de görmüş oluruz. Bu tanımı “hak ettiği yere koymak” şeklinde de anlayabiliriz, “çizginin altındaki yere koymak” şeklinde de anlayabiliriz. Her iki anlamda da önceliği kendisine değil, çevresine verme esastır. Mütevazı olabilmenin izlerini, irfanımızda sürelim. İki örnek:
“Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk”[4]
…
“Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san
Dört kitabın manası budur eğer var ise”[5]
Hazret-i Peygamber Efendimiz, kendilerinden çekinen birini; “Korkma, ben kumlar arasında bulduğu kuru eti yiyen bir kadının oğluyum.” diyerek teskin etmişlerdir. Kendilerini ilk kez göreceklerin, etraflarındaki diğer insanlardan ayıramadıkları için “Muhammed (s.a.v) hanginiz?” diye sormaları defalarca yaşanmış bir sahnedir.
Sevince…
Şüphesiz narsizm ve kibrin de üstesinden gelmenin en kolay ve hızlı yolu sevgidir çünkü kendimizi, “sevdiklerimiz”den “daha değerli” ve “daha üstün” göremeyiz. Sevdiğimizi, ki bu ister bir varlık olsun ister bir kavram, kendimizden daha değerli ve daha üstün görürüz. Onun uğruna türlü emeklerle fedakârlıklar yaparız.
Sevgisi, niyeti, hamleleri halis olan ve bunları hiçbir şarta bağlamayan insanda kibir, narsizm, bencillik gibi hastalıklar olmaz. Çünkü o, büyük evren kompleksine dahil bir unsur olduğunu bilir, herkesi de böyle görür.
Sait Başer’in dediği gibi; “ Seven kimse ‘ben’i adına değil, ruhunun eksiğini tamamlayan aslına kendini atmaktadır. Asırlarca ateş ile pervanenin hikâyeleriyle yaşayan bir milletin çocukları, bu yanmayı iyi bilmelidir.”[6]
Adalet
Kadim irfanımızın sevgiyle beraber üzerinde en çok durduğu kavramdır adalet. Elimizdeki ilk “yazılı” belgelerimiz Orhun Abideleri; “Vatanın uzak ucundan giren bir seyyahla hakanın, adalet önünde eşit olduğunu” açıkça ifade etmektedir.
Sevgi için belli bir seviyede “şuur”a ihtiyaç varken adalet “herkes” içindir. Tabiri caizse “sevmeyi beceremeyenler” hiç olmazsa adalet çerçevesi içinde kalmalıdırlar. “Adalet, her şeyi yerli yerine koymandır; ayakkabı ayağında, külah başında.” diyen Hazret-i Mevlana, zamanlar üstü bir davranış modeli ortaya koyar. Yerli yerinde olan insanların ne tepeden bakan kibirlerine ne de narsist şımarıklıklarına maruz kalırız.
[1] İsra / 61-62
[2] Secde / 9
[3] i. (Ar. vaż‘ “yere koymak, nefsini aşağılamak”tan tevāżu‘) Alçak gönüllülük, kibirli olmama, gösterişsiz olma. / Kubbealtı Lügati.
[4] Eşrefoğlu Rumi
[5] Yunus Emre
[6] Sait Başer / Yitik Yurdun İçinde