- Egzistansiyalizm
Egzistansiyalistlerin (varoluşçuların) harekete dayalı düşünceleri dikkate alınmaya değerdir. Çünkü eylem gerçekleştirmeyen insanı var oluşunu tamamlamayan biri saymak Kur’ân’ın eylem ahlâkı ve Müslim tanımıyla örtüşür. Ayrıca var oluşa özgürce katılımın önerilmesiyle de Kur’ânsal bir değer ortaya konur. Varoluşçuların “İnsan, benliğini anlamalı ve varlığını sorgulamalı.” diyen ve geleceği insanın kendi iradesiyle var ettiğini savunan tarafı geleneksel Müslümanlıkla ne kadar ters düşse de Kur’ânsal akılla uyumludur. Varoluşçuların sübjektif aklı mutlak ve gerçek akıl sayıp kolektif akla değer vermemeleri onaylanamaz ama “İnsana değerini kararları kazandırır.” biçimindeki yaklaşımları da göz ardı edilemez. Esasında Franz Kafka ve Albert Camus’nün sonradan içinde olduğunu gördüğümüz varoluşçuluk, “Kimim, niçin varım, varoluş amacım nedir?“ soruları üzerinde insanı odaklamasının yanında özgürlüğü tek esaretimiz göstermesi 1200 yıl sonra Avrupa’nın gönlüne Kur’ân’ın inmesidir. Karar alabilen ve kararını pratize eden benliği özel benlik gören varoluşçuluk, Heideger’in yanlış çıkarsamasıyla ateizme götüren araç zannedilmiş; Pascal’ın Hıristiyan dindarlığına götüren varoluşçuluğu da sağlam arabayı çıkmaz sokağa götürmek olmuştur. Hâlbuki varoluşçuluk Kur’ân limanına yanaşmış bir akımdır. Zira önyargısız akıl ve susturulmamış vicdân doğruyu bulur ve onaylar.
Kur’ân, raiyye/tebâ tipini onaylamazken vicdân ve sağduyunun inşa ettiği aklın etkisiyle oluşan duyguların da bir gerçeklik olduğunu yadsımaz. Vicdân ve sağduyunun inşa ettiği akıl yalnızlaşmanın[1] en büyük panzehiridir. Varoluşçulukla bu konularda da kısmen benzerlik taşır Kur’ân. Vicdân elçi Muhammed’in bilhassa reddettiği raiyye/tebâ tipi sürü ahlâkına sahip olan bir tiplemedir. İradesi yok denecek kadar az, otoriteye son derece bağlı, otorite olmadığında otorite icat etmeye çok hevesli, iktidârın her türlüsüyle barışık olan kimse raiy(y)e veya tebâdır. Muhâfazakâr tipin temel karakteridir. Toplumun muhafazakârlığı arttıkça sürüleşme eğilimi ve pratiği de artar, toplum sürüleştikçe onun kontrolü de o kadar kolaylaşır. Diyanet, İmam Hatip, tarîkât, cemiyet ve cemaatler toplumu muhafazakârlaştırma misyonunu yerine getiren dini kurumsallaşmalardır. Bu nedenle özgürlükçü dindârlığı savunan hareketleri din dışı gösterirler, onlardan nefret ederler ve onlara hayat hakkı tanımazlar.
- Öte Âlem
Kur’ân toplumda üst-alt, seçkin-miskin zümreleri çıkarmaya karşı olduğundan Hint dinlerindeki Mahayana[2]–Hınayana[3] ikilemine dayanan bir mistik dindârlıktan uzaktır. Kur’ân’da şeytan tiplemesi Rama[4] ve Ehrimen[5] gibi bir kötülük tanrısı değildir. Kur’ân’da cennet ve cehennem süreci, Japon Gigaku balesinin bedenden ayrılan ruhun ruhsal seyahatlerini anlatır tarzda kurgulanmamış, ancak hadisler adı altında eski dünyanın tüm ölüm sonrası kurguları İslâm devriminin ideolojisine girdirilmiştir. Özellikle kabir azabı ve cehennemlikler konusu bu hususta tam bir literatür oluşturur.
- Bilim, Sanat ve Felsefe
Ahlâk ve hukûk için iyilik, bilim için gerçek, sanat için güzellik aranan şeylerdir. Ancak Kur’ân bunların tümünü bölünmez bir bütünün doğal parçaları olarak görür ve bu nedenle bilim, sanat ve felsefe çatışması üretmez. İnsanda güzellik duygusu ve zevk uyandıran sanat, birey ve toplumda iyiliğin kalıcılığı için mücadele veren ahlâk ile hukûk, evren ve doğanın işleyiş gerçeklerini araştıran bilim varoluşsal gerçekliğin tüm yönlerine dair insanca çabalardır. Kur’ân, üslubuyla sanata; özgür, eşit ve barışçı bir toplum idealize etmesiyle hukûk ve ahlâka, yedi yüz âyetindeki akıl vurgularıyla bilime hak ettiği pâyeyi verir. Kur’ân; sanatı bâtıl, hukûku fâsit ve bilimi kerîh görmez.[6] Bu bağlamda eğitimin amacı da öğrencilerin fıtratını korumak, doğuştan getirdikleri yetenek ve melekelerini ortaya çıkarabileceği alana yöneltmektir. Kişileri yanlış yönlendirmek öncelikle onları kerih bir alana itmek olur. Bu nedenle eğitimciler, Milli Eğitim Bakanlığı ve anne-babalar çocuklarının yeteneklerine göre eğitim alma sorumluluğunu her şeyden öncelikli görmelidir.
- Özgürleşme
Kur’ân, köleleştirilen[7] bir toplum istemez. Köleliğe Sefiller romanıyla başkaldırmış Victor Hugo, son nefesinde “Çanları çalmayın, artık Tanrı’ya inanıyorum.” derken niçin çan çalınmasına karşı çıkmıştır. Esasında bu söylem Hıristiyan bir toplumda dinsizlik alametidir. Victor Hugo dinin hakikatını yakalamış; dini ezan, çan ve gongdan başka bir gerçeklik olarak görmüştür. Edison gibi ölürken “Ötesi gerçekten harika!” demek, nasıl[8] ve niçin yaşamalıyım[9] sorularının cevabını arayan insanlığın özlemini dile getirir. Yani özgürlük ve ölümsüzlük isteği, insanoğlunun öteye dair temel beklentisidir.
- Misyon ve Vizyon
Hayatı özgürlük, paylaşım, dayanışma, eşitlik ve adâlet inşâsıyla mutluluğa hizmet ettirmek insanlığın temel görevidir. Blankist[10] devrimden evrimsel devrime[11] kadar tüm yöntemler bireysel, grupsal veya toplumsal mutluluğa giden yolları aramaktan başka bir şey değiller. Ancak kimileri din de dâhil aracı amaç edinerek levhayı kutsamış, levhanın gösterdiği tarafa girmeyi unutmuştur. Klasik bir din kitabı olmayan ve kendinden önceki dinler çağını kapatan Kur’ân siyasal[12] ve ekonomik[13] bir hareketin kitabıdır. Çünkü putlarla temsil edilen statüko, sınıflaşma ve kabîleleşme[14] farklılıklarını yok etmek; insanlık geniş ailesi ile mü’minlik küçük ailesini birleştirmek Kur’ân’ın ana misyonu olmuştur.
- Modernizm
Kur’ân, her alanda ahlâkî eleştiri[15] yapan bir kitaptır. Kur’ân; akıl vurgusu, eleştirel düşünceye değer vermesi, özgürlüğü çok önemsemesi ve insanlar arası her türlü otorite karşısında insanı öne çıkarmasıyla miladi 7. yüzyılın modernizmini kurmuştur. Kur’ân; 18. yüzyılın sanayi kapitalizmine dayanan, emek ve dünyayı sömürerek zenginleşen, ikiyüzlü politikacılarla kuşatılmış olan, bankalarla halkı soyan, Kiliseden bağımsızlığını jakobenlikle[16] ve etnik ayrışmasını milliyetçilikle beyan eden bir modernizm inşa etmedi. Kur’ân, muhafazakâr bir toplumu dinamikleştirerek modern yaptı, hiçbir anlayışı dogmaya dönüştürmedi ve J.J. Rousseau gibi aklı hastalık kaynağı görmedi. Kur’ân Tanrı fikrinin dahi eleştirel akıl aynasından değerlendirilmesini önerir. “Saçma da olsa inan.” demez; tümevarım ve tümdengelim yönelimlerinin ikisini de denememizi ister, pozitivizmin gerçekliği beş duyuya hapseden tutumunu insan gerçeğini anlamamak olarak görür.
İlk kez İngiltere’de 1640’ta ortaya çıkan ve aydınlanma(cılık) diye nitelenen felsefi düşünmeyi önemseme, bilimi değerli görme, bireyin kişilik haklarını öne çıkarma ve aklı hayatın merkezine alma anlayışı 7. yüzyılda Kur’ân’ın da ortaya koyduğu tezlerdir. Descartes’ın net ve açık düşünme diye tanımladığı ve “İnsânî olan bana uzak değildir.” biçiminde sloganlaştırdığı cümlesi Kur’ân’ın vicdân, akıl ve insan atmosferine yabancı değildir. Romantizm mensupları aydınlanmayı ruhsuzluk, din karşıtlığı ve ahlâk erdemlerini değersizleştirme diye suçlasalar da dînî kabulleri akılla tartarak benimseme, skolastik akıldan uzaklaşma, millet ve kültür ayrımlarının sanal bir ayrım olduğunu vurgulama, Kilise tarafını tutan Tanrı’yı siyasal ve toplumsal yaşamdan kovma davranışları Kur’ân’ın altına imza atacağı laik eylemlerdir.
- İllimunati, Liberalizm ve Marks
İllümunâti,[17] Haçlı Seferleri sırasında İslam coğrafyasındaki aydınlanmacılarından alınmış ödünç bir sözdür. Modern idealizmin[18] devlet konusunda söylediği fikirleri Mûtezile mezhebinin mensuplarında da görürüz. Kur’ân, ekonomik hayatı sermâye sahibine sadece kâr getirme amaçlı bir döngüye dönüştüren, her alanda kâr etmeyi tanrılaştıran; ahlâk, hukûk ve değerleri ekonomiye vagon yapan liberalizmle asla bağdaşmaz. Çünkü “Kazanan nasıl kazanırsa kazansın.” deyip bir yandan tüketim çılgınlığı oluşturan öte yandan homo-ekonomikus[19] tipi inşa eden liberalizm ile Kur’ân çatışmacı bir tutum içindedir.
Marks, sınıfsal gerçeklik ile ekonomi arasında katı determinizm oluşturarak liberalizmin ekonomik modeli olan kapitalizme eksik alternatif üretmiştir. Çünkü katı determinizm; insan özgürlüğünün olmayacağını söylerken insanı kontrol eden sosyal, siyasal ve ekonomik sebeplerin birey üstündeki egemenliğine gönderme yapar. Hâlbuki Marks, özerk insanı ideal insan yerine koyarken katı determinizmi mutlaklaştırmasıyla[20] yanılmıştır. Kur’ân asla ve asla katı determinizm görüşüne dayalı bir edilgenliği kabullenmez. Doğa, evren ve makine işleyişinde görülen determinizmi insan doğasının mutlak değişmezi gibi görmek insan iradesini ve toplumsal güdülenme yeteneğini gözden uzak tutmadır. Eğer bu durum gerçek olsaydı asla devrimler gerçekleşmezdi.
- İrfân, Mârifet ve Tasavvuf
Kur’ân, marifet sahibi bireyler olmamızı istemektedir. Mârifet; varlık, eşya ve olayın görülmeyen arka tarafını, iç yüzünü görmeye denir. Binaya mimar, filme senarist, kitaba yazar ve bilgisayara mühendis gibi bakmak marifettir. Böylesi bakışa mârifet kesbetmek denir. Marifetli olmak sûfî olmak değildir. Çünkü merhum Aliya İzzet Begoviç gibi konuşursak İslam İsa’dan Muhammed’e ilerleyiş, dervişlik Muhammed’den İsa’ya gerileyiştir; İslam’ın bir çeşit Hıristiyanlaştırılmasıdır.
Tasavvufta her türlü gizliliği kavrama gücü anlamındaki irfân anlayışı, aklı öteleyerek tam bir sübjektif yorum dünyası kurmuş ve eski din mensuplarından aldığı binlerce hurafelerle senkretik[21] bir din icat etmiştir. Sünnî ve Şiî dünyanın temel hastalığı budur, bundan sonrası da hadisçiliktir. Tasavvuf çevrelerinin bilgisizliği en büyük bilgi gibi göstererek yüceltmeleri, fıkıh ve hadis merkezli bir nakilcilikle yetinmeleri, bol kıssa ve menkıbelerle insanları afyonlamaları ve şeytanı en büyük âlimlikle nitelendirip ilmin kişiyi saptırdığını iddia etmeleri kitleyi kontrol altında tutmanın en akıllıca yöntemleri olmuştur. Ayrıca tasavvuf Kur’ânsız İslam’ın popüler taşıyıcılığını yapmış ve eski köklere dayalı din anlayışlarını dip akıntı olarak diri tutmuştur. Oysaki Descartes’a ilham kaynağı olan Gazali’nin “Şüpheden geçmeyen iman kemâle ermez.” sözü ile Auguste Comte’un fikir temellerini atan İbn-i Haldun’un sosyolojik ve akılcı damarı zamanında dikkate alınsaydı ve Gazâlî’nin kendisi de siyasal ortamın baskı ve bunalımından kaçıp tekkeye sığınmasaydı tasavvufun ikinci bir din gibi ortaya çıkardığı anlayışlar Kur’ân süzgecinde süzülerek temizlenebilirdi.
- Ehl-i Kitap
Milliyetçi akımların ataları kutsaması, Kur’ân’dan gizlice rahatsız olan mezhepçi yaklaşımlar, kutsal devlet projesini yürüten toplum mühendisleri Kur’ân devriminin inşâsını[22] değil gelenekçi dininin ihyâsını[23] istemektedir. Kuran’ın üslup özellikleri, tarihsel ve sembolik dili halkla bir buluşturulsa tüm mühendislik çalışmaları iflas eder ve insanlık Tanrı adına ortaya konan şeylerle gerçekten yüzleşir. Ayrıca Kur’ân soyut üslupla yazılmıştır ve soyut üslup sâde olması sebebiyle anlam ve amaca çabuk ulaştıran, diyalog yöntemini kullanan, söylenişi kolay kelimelerle kurulan bir söylem biçimidir. Kur’ân süslü dil ve anlaşılmaz bir ağırlık taşıyan nitelikte değildir. Kur’ân; yalın, açık, anlaşılır bir dille yazılmıştır. Kıssalarının dili ise metaforik[24] anlatım bakımından zengindir. Kur’ân’ı anlamanın en iyi yolu dönemin edebiyat dilini incelemek, döneme ait yazılmış sözlükleri kullanmaktır.[25] Kur’ân, insanı laf salatasına boğan bir kitap değildir.[1] Şimdiki Müslümanlık ise dil ve örneklik açısından Kur’ân’ın ideal insan tipi olmayıp ehl-i kitap Müslümanlığıdır. Çünkü çok okunan bir kitabı, mezhepleri, din adamları sınıfı, zengin dini kurumları ve yorumlama tekeli olan ancak kitabın kendisiyle bire bir tanışmadan dindârlık ortaya koyan bir halk yapısı ehl-i kitap dindârlığıdır. Kitap ehli olanlar kendilerini Mûsevî ve Hıristiyan diye nitelerken en sondaki ehl-i kitap da Müslüman diye nitelemektedir.
- Senkretik Tefekkür
Descartes’ın ünlü cümlesini “Düşünmüyorum, o halde yokum.” diye tersinden okumak düşüncenin asaletini tıpkı Nasrettin Hoca’nın düşünen hindisi gibi hikmetin diliyle söylemleştirmektir. Çünkü aklı olmayanın fikri olmaz, fikri olmayanın zikri ve eylem ahlâkı olmaz. Fikir yolculuğunda işe Kur’ân araştırmasıyla başlamalıyız ve düşünme ahlâkını ilke edinmeliyiz; hiçbir düşünceyi ölçüp tartmadan kabul etmemeliyiz veya reddetmemeliyiz. Kur’ân’da Tanrı’nın bir adının şu kadar sayıyla dillendirilmesi[26] biçiminde bir zikir anlayışı hiç yoktur. Bu eylem tamamen bir Budist tespihi geleneğidir. Zikir, şanı yükseltme ve şerefi/onuru anarak dile getirmedir. Kur’ân, Mekke’nin pratik materyalizmine karşı özellikle sembolik dil kullanarak ortaya çıkmış bir tepkidir. Zira bir Tanrı inancı taşınsa ve ritüeller yapılsa da uygulamada para, kadın köleliği, ten zevki, statü farkı, eşitsizlik gibi tüm insan dışılıklar normal görülürse bu bir pratik inkârdır. Ayrıca Kur’ân, hayatın determinist biçimde süremeyeceğini söyler. Kur’ân tepkisini ortaya koyarken sözde uzlaşmacılık adına Nakşîler, Nurcular ve Mevlanacılar gibi senkretik davranmamıştır. Çünkü böylesi bir davranış baştan iddiayı kaybetmektir. Mekke müşrikliğinin “Gel seni reisimiz yapalım.” teklifinin sonu tartışmasız bir senkretizmdi ve Muhammedî idealin kurnazca yok edilmesi plânıydı. Ancak vicdân habercisi elçi Muhammed bu oyuna gelmedi.
- Gnostisizm ve Senkretizm
Kur’ân, kâhinlerin yolunu takip etmiyordu; vicdân elçisi Muhammed, bilinmeyen manevi makamlardan bilgi aldığını söyleyip insanların umutlarını tüketmiyordu. Kur’ân vicdân ve akıl terazisini insanların ellerine bırakırken akla dayalı inceleme ve araştırmanın gerçeği bulmada yetersiz olduğu, çile yoluyla doğacak iç aydınlanma sayesinde Tanrısal gerçeklere ulaşılacağı iddiasına[27] itibar etmemiştir. İktidâr adına katliamlara ve dünyaya taparcasına mal biriktirmeye tepkisel bir davranış olarak ortaya çıkan zahitlik, zaman içinde bu niteliğinden tamamen uzaklaşıp elbise, adap ve dualarıyla; dünyayı kötüleyen ve tüm dikkatleri dünya sonrası yaşama odaklayan bakış açısıyla, Kur’ân süzgecinden geçirilmeyen iman anlayışıyla, bâtınî/ezoterik zorlamalarıyla sûfîlik/tasavvuf adıyla farklı bir din ortaya koydu. Tasavvufta sözde Muhammedîlik vardı ama gerçekte senkretik bir dindârlık yaşanmaktaydı. Kur’ân’ın tüm sosyal, komünal ve devrimci ruhu, Medine tecrübesi, Halife Ömer ve İmam Ali’nin eylemleri kurumsal tasavvuf tarafından içsel yükseliş sevdası yaşamayı yücelten anlayışlarla yok edilmişti. Yani Kur’ân gnostik ve senkretik anlayışa ne kadar karşıtsa sûfîlik/tarikatçılık da senkretizme o kadar yandaştı. Tasavvuf, Kur’ân’ın tüm devrimci duruşunun yok edilmesi, zulüm karşısında ve eren-ermiş-evliyâ-Allâh dostları tipleri yanında susarak dindârımsılık oynama; kıl, tüy, elbise ve tırnak kutsamadır.
- Hermesçi Kozmoloji
Kur’ân, dünyevi bir kitaptır, ancak Epikür gibi zevki tanrılaştıran ve keyif için her yolun sınırsızca denenmesi gerektiğini dillendiren bir kitap değildir. Kur’ân, “Hikmeti kalbinize gelen içsel aydınlanmalarda arayın.” diyen bir kitap hiç olmamıştır. Yani Kur’ân sûfîler gibi Hermesçi felsefenin yanında durmaz. Hermesçi kozmoloji “İnsanın temel görevi hayvani yönünü (nefis) eğitmektir. Ölüm, hayatın yenilenmesidir. Daima ölüm sonrasına hazırlanmak gerekir. Bunun yolu da kalbi temiz tutmak ve dünya nimetlerine sırt çevirmektir. Ancak bu yolla tanrı Oziris’in aydınlatıcılığıyla aydınlanır ve ölüm sonrasına hazırlanabiliriz.” düşüncesini savunmaktadır. Bu düşünce Platon’un ahlâk ve ilahiyât fikrini, Aristo’nun fizik-metafizik anlayışını ve Greklerin felsefi alt yapılarını şekillendirmiştir. Muhyiddin Arabî kanalıyla da tasavvufa girip İslam dünyasını istila etmiştir. Burada Sufiler derken Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Mevlana, Şems-i Tebrizi, Horasan erenleri, dedeler, babalar, şeyhler, Abdülkadir Geylani, Şâh-ı Nakş-bend, Mehmet Emin Tokâdî, Ziyaeddin Gümüşhânevî, Abdü’l-Hakîm Arvâsî gibi tüm tasavvuf yolunun yolcularını kastediyorum. Bu kimselerin ahlâken iyi insanlar olduğu yaygın kanaattir. Ancak Kur’ân’ın devrimci eylemlerini pasifize eden ve Kur’ân’ın dünyaya getirmek istediği siyasal, sosyal, ekonomik, hukûkî ve ahlâki değerleri Hermesçi kozmoloji anlayışları ile yok eden; keşişler gibi ruhânîliği yücelten ve insanları elçi Muhammed’in yaptığı gibi yetenek ve yaratılışına göre yönlendirip eylemci bir toplum haline getirmek yerine kaderci pasifizme iten kimseler olmaları sebebiyle Kur’ân’ın ideal insanları değillerdir. Bu isimler Kur’ân’ın Ali, Ammar, Mus’ab, Ömer, Ebu Bekir, Ebu Zer, Aişe gibi mücadeleci; İbrâhîm, Mûsâ, İsâ, Muhammed peygamberler gibi eylemci ve başkaldırıcı tiplemelere uymazlar. Daha çok Budist rahiplerini, Zerdüşt din adamlarını, Şaman dedelerini ve Hıristiyan keşişlerini andırırlar.
- Gerçek
Kur’ân, olaylar karşısında kafası karışmış agnostik bir kimseye monist[28] değil pluralist[29] bir yöntem önerir. Zira agnostisizm bir bilinmezlik içine sürüklenme, ne yapacağına karar vermeme, neyi yapacağını bilememe durumudur. Hayatta hiçbir konuda neyin gerçeklik olduğuna dair bir kararı olmamak, iki arada bir derede kalıp kararsız ve mutsuz olma haline agnostisizm denir. Hâlbuki gerçek insanın içinde ve dışında yaşadığı, hissettiği ve düşündüğü şeydir. Bu nedenle herkesin gerçeği farklıdır. Gerçeğin doğru veya eğri olması da hayatla test edilerek ortaya konur. İnsan onur ve doğasıyla uyumlu olan bir başarı ve mutluluk kişinin doğrusunu oluşturmuş gerçektir. Kur’ân insan gerçeğinin temelde aynı nitelikte olsa da farklı kültür, değer, çevre ve bilinçaltı dolumu sebepleriyle tepkiselliğinin de farklı olacağını belirtir. Her topluma farklı kitap ve hükümlerin gelmesi bunun en güzel kanıtıdır. Lakin Kur’ân bu gerçeğe vurgu yapmamış gibi çağımız Müslümanlarının geneli problemlerin kaynağını iman zayıflığı hastalığına hapseder. Böylece “Tanrı’nın varlık ve birliği doğal ve evrensel delillerle bilinir, ritüeller de tam yapılırsa problemler çözülür.” demeye getirilen bir tuhaflık sergilenir. Oysa Mekke müşrikleri Tanrı’ya iman ve ritüelleri yapma konusunda şimdiki Müslümanların ezici çoğunluğuna fark çekerdi. Demek ki hangi Tanrı’ya inandığını sürekli söylemek değil kutsanan hangi kitabın[30] insanı yönlendirdiği önemlidir. Kutsanan kitap Kur’ân ise onu mezhep, tarîkât, cemiyet, cemaat ve tekke efendilerinin yönlendirdiği gibi mi anlayacağız, yoksa bir âyet olan akılla başka bir ayeti olan Kur’ân’ı anlama çabasına mı girişmeliyiz!?
- Freud ve Libido[31]
Kur’ân, fütüristler gibi tüm geçmişi silip bütünüyle şimdi ve geleceğe odaklanmayı istemediği gibi dadaistler gibi problemler karşısında bunalım psikolojine bürünmeyi reddetmekte, romantikler gibi toplumdan kaçıp kendiyle baş baka kalacak mekânlar icat etmeye de itibar etmemektedir. Dahası sürrealistler gibi hayatın yaşanmış gerçekliğini öteleyip hayal, rüya ve saplantıları insan gerçeği gibi göstermeye karşıdır. Hayal ve rüyanın gerçekliği bir insan gerçeği olmasına rağmen akıl, ahlâk ve hukûk tarafından kontrol edilmezse, bilinçaltı yanlış geleneksel algılardan arındırılmazsa insanlık ile ormanlık arasındaki fark ortadan kalkar. Freud’u haklı çıkaran aslında bilinçaltının nasıl doldurulduğudur. Mesela kadını cinsel obje görerek örten veya cinselliğini ortaya koyması için açan iki bakışın bilinçaltı aynıdır. Her iki kişi de rüyasında ve hayalinde kadını sürekli cinselliği ile resmedecektir. Kur’ân kadını erkeğin eşiti yaparak, mirastan pay verdirerek insan türünün diğer yarısı konumuna yükseltme çabası ortaya koymuşsa da Arap şehveti, gelenekçi fıkıh ve sûfîlik kadını geleneksel köleci alana harem-selam oturuşlarıyla hapsetmiştir.
- Beethoven, Mozart, Picasso ve Moliere
Beethoven’in en değerli eserlerinin tamamen sağırlaştıktan sonra ortaya çıktığı söylenir. Mozart, ilk konserini altı yaşında verir. Picasso, ilk resmini iki yaşında yapar. Bunların dışında adı bilinmeyen nice yetenekler vardır. Ancak deneyim ve yaşanmışlıkla farklı niteliklerini ortaya çıkaran insanoğlu vicdânî hesaplaşmasnı daima diri tutmalı. Örneğin Moliere, kendini sürekli eleştirenlere karşı cevap vermek amacıyla tiyatro oyunları yazmıştır. Onun oyunlarının arka plânında savunma ve kendini anlatma derdi vardı. Moliere, yazdığı Hastalık Hastası adlı oyunu oynarken sahnede ölür, ancak seyirciler bunu oyunun bir parçası sanır. Herkes kendi gerçekliğini Moliere gibi dürüstçe yansıtmalı ve insanların gelişimine eşit imkân sunulmalı; kimse kendini anlatmak ve savunmak için sahnelerde ölmemelidir.
_______________________________________
[1] Abdü’l-Kâhir Cürcânî Delâi’l-i İ’caz ve Esrâru’l-Belâğa adlı eserlerini lafı uzatma hastası olan Harîrî’nin Makâlât’ına karşı yazmıştır. Her iki kitabın üçte ikisi Makâlât’ın eleştirisine ayrılmış olup lafızperestlik (boş konuşma, gereksiz süsleme yapma, lafı uzatma hastalığı) hastalığına dikkat çekmiştir.(bkz. Said Nursi, Muhakemât, Unsur-u Belâğat, Tenvir Neşriyat)
[1] Yalnızlık: Varlıklardan ayrışıp kendi ile diğerleri arasındaki uyumsuzluklar sebebiyle tek başına kalma. Her yalnızlık kötü değildir. Haksız bir toplum içindeki yalnızlık ile adâlet toplumu içindeki yalnızlık farklıdır.
[2] Maha-yana: Budizm’de toplumun seçkin sınıfına mensup kimselerin uyması zorunlu olan tavizsiz ve katı kurallı ruhsal eğitim yolu.
[3] Hına-yana: Budizm’de toplumun alt sınıflarına mensup kimselerin uyması zorunlu olan ve esnekliği bulunan ruhsal eğitim yolu.
[4] Rama: Hint kültüründeki kötülük tanrısı.
[5] Ehrimen: Zerdüşt dinindeki kötülük tanrısı.
[6] Bâtıl, içsel, niteliksel, yapısal ve doğal karakteri sebebiyle yasaklanmış şeydir. Dışkı yemek yapısal özelliğinden dolayı yasak olduğundan dışkı yemek bâtıldır. Fâsit, özünde yokken sonradan elde ettiği olumsuzluklar sebebiyle yasaklanmış olan şeydir. Fesat, bu nedenle insanın özünde olmayan ancak insanın hırslarına esir olmasıyla ortaya çıkan arızalı bir durumdur. Kerîh ise doğal veya sonradan oluşan bir eksi tarafı sebebiyle değil de böylesi durumlara yakınlığı olması nedeniyle yasaklanmış olana denir. Kendisi şimdilik iyi olsa da arkadaş çevresi kötü olan biri kerîhtir. Çünkü kerîh biri önce fâsitlik oluşturur. Fâsitlik zamanla kişide terk edilmez alışkanlıklar doğurur. İkincil karakterin kişiliği tamamen kontrol eden bir bağlılık ve bağımlılığa dönüşmesiyle de bâtıl bir nitelik oluşur. O sebeple “Geçen sene pırlanta bir çocuktu, şimdiyse çirkefin teki oldu.” tarzındaki lafları çok duyarız.
[7] Vergisi alınan resmî köle pazarları Osmanlıda 1847’de Abdü’l-Mecîd fermanıyla, Rusya’da feodal kölelik ve Amerika’da zencilerin köleleştirilmesi 1861’de görünüşte yasaklanmıştır. ABD köleliği yasaklamış olsa da zencileri ikinci sınıf vatandaş olarak görmekten uzak durmamıştır.
[8] Bu sorunun cevabı uygarlığı üretir.
[9] Bu sorunun cevabı kültürü üretir. Değerleri güncel ve dinamik yaşamak anlamında bir kültür kelimesini kullanıyorum.
[10] Blankist devrim: Silahlı küçük bir grubun kamu yönetimini ele geçirmesidir. 27 Mayıs 1960 ve 12 Eylül 1980 ihtilalleri gibi.
[11] Evrimsel devrim: Toplumdaki siyasal, sosyal, ekonomik çıkmaz ve bunalımların zamanla insanları olgunlaştırarak bir devrimin gerekliliğine inandırmasıdır.
[12] Siyasal hareket: Toplumu yeni baştan yapılandırma amaçlı hareket.
[13] Ekonomik hareket: Yoksulluğu yok etme amaçlı hareket.
[14] Gerçek anlam ve karşılığı dahi bilinmeyen ancak sık kullanılan millî kelimesi içindeki sembollerle (bayrak, flama, toprak kutsama, sözde çok hizmet etmişlik yarışı gibi) ayrışma örneğinde de vardır. Yani büyük kitleden (İslam milleti, Muhammed ümmeti vb.) ayıran parçacılığı (Türkçülük, Kürtçülük, Arapçılık vb.) önemseyen ve aidiyeti bölüm (Türkmen, Tatar, Sôrânî, Kurmançi, Kureyşî, Emevî vb.) üzerinden tanımlayan zihniyetler ulus devlet modelleri olarak çağımızda dünyada boy göstermektedir.
[15] Ahlâkî eleştiri: Mevcudun karşısında olması gereken anlayış ve modeli ortaya koyan eleştiridir. Yani kuru kuruya karşı çıkmayan, rol model ve uygulamasıyla alternatif üreten eleştiri biçimidir.
[16] Jakoben: Halka rağmen halk adına devrimci girişimlerde bulunan, seçkin azınlık devrimcisi, devrimci demokrat, tepeden inmeci, dayatmacı.
[17] İllimünati: Aydınlanma, ışıkçılık. İşrakiye düşüncesinin Batı’ya taşınmasıdır.
[18] Modern idealizm: “Dini, siyasal, ekonomik alanlarda tam bir özgürlük olmalı; birey daima devletten üstündür; devlet bireyin tüm haklarını koruyan en üst güvence kaynağıdır. Bunları sağlayamayan devlet ya değiştirilmeli ya da yıkılıp yeni devlet kurulmalıdır.“ düşüncesini savunan modern düşünce hareketi.
[19] Homo-economicus: Sadece ekonomik kazancı, kârı, çıkarı için yaşayan. Para kazanmak için çiğnemeyeceği değer, ezmeyeceği insan, yıkmayacağı ülke, ağlatmayacağı kadın, inletmeyeceği erkek olmayan kişi/kişiliktir.
[20] Mutlak: Kayıtsız, şartsız, koşulsuz, hiçbir sınırlama ile daraltılmayan.
[21] Senkretik: Farklı din, kültür ve düşünce akımlarının birleşimi. Birbirinden ayrı düşünce, inanış veya öğretileri kaynaştırmaya çalışan felsefe sistemi.
[22] İnşâ: Yapılanma, temelden başlayarak yeniden yapma.
[23] İhyâ: Hayatlandırma, canlandırma, eskiyi olduğu gibi canlı tutma ve yenile(n)meye karşı çıkma.
[24] Metafor: Bilinmeyen bir şeyi bilinen bir şeyle etkili bir biçimde anlatmak için sembol ve mecaz dili kullanmak.
[25] Râğıp İsfehânî’nin el-Müfredât adlı ansiklopedik sözlüğü, İbni Manzur’un Lisânu’l-Arap, Murtazâ ez-Zebîdî’nin Tâcu’l-Arûs ve Firuzabâdî’nin Kâmus-u Muhit lügatları bu konuda baş eselerdir.
[26] 99, 999, 9999 kere Hay demek gibi.
[27] Gnostisizm: Gerçek bilginin akıl yürütmeye veya kanıtlara dayanmaksızın sadece keşif ve ilham yoluyla elde edilebileceğini ileri süren mistik ve felsefî akım.
[28] Monizm: Olayların tek bir nedene dayandırılmasıdır.
[29] Pluralizm: Bir olayın pek çok sebebe dayandırılmasıdır.
[30] Buhârî, Müslim, Elmalılı tefsiri, el-Kâfî, Tabatabâî tefsiri, Risâle-i Nûr külliyâtı, Saâdet-i Ebediye ilmihali, İhyâ-yı Ulûmu’d-Dîn vb.
[31] Libido: İnsan davranışlarının temelini oluşturan cinsel içgüdü.