II.Hadislerde Allâh
- Allâh’ın Malları
Halife Ömer’in oğullarından Abdullah ve Ubeydullah Irak’a giden orduya katılırlar. Basra’ya uğradıklarında oranın emiri olan Ebu Musa el-Eş’ârî, onlara “Yanımda Allâh’ın malından mallar var.[1] Onları mü’minlerin yöneticisi olan Ömer’e göndermek istiyordum. Ancak ben bunları size borç olarak vereyim, siz onlarla Irak’ta ticaret yapın. Size verdiğim sermâyeyi[2] Ömer’e verin, kârı da aranızda paylaşın.” der. Onlar da bu şekilde devlet malı ve parasını kullanır ve bunlardan kâr elde ederler. Sonra kârı aralarında bölüşüp Ebu Musa el-Eş’ârî ‘nin verdiği sermâyeyi Halîfe Ömer’e getirirler. Halîfe Ömer Allâh’ın malının bu şekilde kullanılmasına çok kızar, sermâye ve kârı derhal teslim etmelerini ister. Halife’nin meclisindeki biri bu işin bir mudârabe[3] biçiminde kabul edilmesini söyleyince Halîfe Ömer kabul eder ve ardından hem sermâyeyi alır hem de kârın yarısını alıp hazîneye koyar; kârın diğer yarısını ise Abdullah ile Ubeydullah’a verir.[4]
Bu aktarımda Ebu Musa el-Eş’ârî, kamuya ait mallara Allâh’ın malları demektedir. Allâh, toplum ve halk anlamında kullanılıyor. Çünkü mallar hazineye ait olmasıyla topluma ait hale geliyor.
- Allâh’a Borç Ödemek
Hac yapma adağında bulunan bir kadın, haccı yapamadan ölünce bir adam kız kardeşinin bu durumunu Peygamber’e sorar. O da “Kız kardeşinin borcu var mıydı, varsa ödedin mi?” diye adama sorar. Adam da “Evet, vardı; ama ödemedim.” der. Bunun üzerine Peygamber ona “Allâh’a borcunu öde. Allâh, borç ödenmeye daha layıktır.” der.[5]
Bu hadîste alacaklı kişi/kişiler Allâh kelimesiyle anlatılmıştır. Çünkü borcu olan kişi yer ve gökleri yaratan bir Tanrı’dan borç almamış ve ona borçlanmadığı gibi Tanrı tarafından da borcu istenmemektedir. Ölen kişinin borçlu olduğu alacaklı kişi/kişilerdir.
- Allâh Hakkı ve Yılanın Zengini Kemirmesi
“Deve, sığır, davar sahibi olup da bunlardaki Allâh hakkını vermeyenlere kıyâmet günü bu mallar daha iri ve daha şişman bir halde gelip adamları ayakları altında ezecekler ve boynuzlarını batıracaklar. İçlerinde boynuzsuz ve boynuzu kırık hayvan olmayacak. Hesap tamamlanıp hüküm verilinceye kadar bu durum tekrarlanacak. Sonra zengin olup da Allâh’ın hakkını ödemeyen kimselere kıyâmet günü tüm mal varlığı dazlak başlı bir yılan olarak gelecek ve ağzını açarak zengini kovalayacak. Yılan yaklaştıkça zengin kaçacak. Sonunda yılan zengine ‘Sakladığın mülkünü al. Ben o birikimden uzağım.’ diye bağırınca adam kaçamayacak ve elini ağzına sokacak, yılan da bir aygırı nasıl kemirirse zengini öyle kemirecek.”[6] aktarımında Arapçanın benzetme (teşbîh) sanatı kullanılmıştır. Deve, sığır ve davardaki Allâh hakkı onların zekât ve sadaka biçimindeki vergileridir. Bu vergilerle yoksul, yetim, muhtaç, mahrûm, mazlûm ve mağdurlar ayağa kaldırılacak; refâh toplumu, eşitlikçi ve özgür bir halk yaratılacak; yaşanabilir yerleşim yerleri kurulacak; eğitim, sağlık, su, yol, barınma, giyim ve gıda hizmetleri gerçekleştirilecek; savunma, seyahat, eğlence ve muhabbet olanakları yaratılacaktır. Literatürdeki yaratıcı Tanrı anlamındaki Allâh’ın bunlara ihtiyacı olmayacağına göre bu hadîsteki Allâh hakkı toplum hakkı olan vergilerdir ve Allâh zekât, sadaka anlamındaki vergiler yerine kullanılmıştır.
Bu hadîs, ayrıca bireysel zenginliğe bir tepkidir. Çünkü bir kimsenin deve, sığır ve davarları olması onun birikim yaptığını, varlıklarını toplumla paylaşmadığını gösterir. Toplumda zengin azınlık, yoksul çoğunluk varsa fakirden çalınan mal ve para, hakkı verilmeyen emekçiler, miras kaçıran mirasyediler, emek hırsızları ve sömürülen işçiler var demektir. Kapitalist toplumlar zengin-yoksul çelişkisi üzerine kurulduğu için Peygamber sınıflaşma üreten bu düzene zengini yılanın kemirmesi benzetimi üzerinden tepki koyuyor. İslâm toplumu zengin-yoksul sınıflaşmasının egemen olduğu toplum değildir; her türlü imkânın herkes eşitçe sunulduğu ve herkesin ilgi, yetenek, sevdiği alan ile niteliğine göre iş fırsatlarına ulaştığı, herkesin refâh seviyesinin birbirine yakın olduğu; aç, çıplak, evsiz, eğitimsiz, sağlıksız, arabasız ve emeği sömürülen kimsenin olmadığı bir düzendir. İslâm’ın özgürlük, eşitlik ve kıst düzenini bozan birikimcilik, istifçilik ve bencillik Peygamber tarafından öylesine tepki görür ki “Altın ve gümüş biriktirenler kahrolsun.”[7] diye Peygamber tarafından ses yükseltilir.
- Allâh’a Ait Zekât
Peygamber, kızlarında altın bilezikler olan bir kadını altınların zekâtını vermesi konusunda uyarınca kadın kızlarının kollarındaki iki altın bileziği Peygambere zekât olarak verir ve bu sırada “Bunlar Allâh ve rasulüne aittir.” der.[8] Bu aktarımda resûl kelimesiyle vicdân elçisi Muhammed kastedilir ve Muhammed de kamu yöneticisi sıfatıyla vergi alır. Ancak Allâh bilezikleri alıp ne yapacak? Üstelik bilezikler Allâh’a nasıl ulaştırılacak ve Allâh’ın yeri nerede? Allâh sözcüğüyle bileziklerin korunduğu ve ihtiyaçlar için harcandığı devlet hazînesi kasdedilmiştir. Çünkü Allâh, bir kişi ve bir şeye âit olmayı değil; tüm varlığı kapsamayı, tüm varlığın ortak değeri olmayı içeren bir niteliğe sahip sözcüktür.
- Seslenen Allâh
“Allâh, ‘Ey kullarım! Zulmü kendime haram ettim, size de zulmetmeyi yasakladım. Birbirinize zulmetmeyin.[9] Yedirdiğim kimseler haricindekiler aç, giydirdiklerim dışındakiler çıplaktır.’ dedi.”[10] Bu hadîse bakarak “Bir insanı yediren ve giydiren kim, ne; kimler ve neler?” diye sorduğumuzda Allah’ın kaşıkla mama verdiği, yemek servisi yaptığı, elbise giydirdiği, giyim fabrikası işlettiği, manifaturacılık[11] ve ayakkabı îmâlâtı[12] yaptığı görülmez. Ayrıca Allah elinde kılıcıyla kesmez, kırbaçlayıp zindana atmaz, tutuklayıp mahkemeye çıkarmaz. Bu tür olay ve durumlar olurken ortada Allah diye bir varlık görülmemesine rağmen bir bebeği yediren, giydiren ve doyuran başta anne-babası olmak üzere insanlar görülür. Güneş sistemi, Dünya, çiftçiler, toprak, tohum, su, hava, ısı, ışık, fabrika, nakliye, şoför, yönetim, ekonomik ilişkiler gibi birbirinden bağımsız ancak birbiriyle iç içe olan gerçeklikleri görürürüz. Mahkeme salonu, hâkim, savcı, gardiyan, cellat ve avukat aracılığıyla zulüm veya adâlet hükümleri verilir.
“Tanrı, her şeyi var eden, evrenin işleyiş yasalarını koyan, can ve organlar veren, canlılara tercih ve davranış özgürlüğü sunan yaratıcıdır. Bu nedenle tüm yaptıklarımız bizim asıl eylemlerimiz, onun dolaylı eylemleridir; eylemlerimiz ile onun iş yapmamıza olanaklar sunması bir birliktelik sağlar; o bize yapma gücü, yapacak organlar ve doğal ortamı vererek yaptıklarımızın içinde olur. Yani yedirip içirmede, yargılama ve cezalandırmada bizim tarafımızdan var edilmemiş olan hava, su, toprak ve organların işleyişiyle yedirip içiriyoruz, giydirip yargılıyoruz. Tanrı’nın ortam hazırlamasıyla bizim eylemlerimiz birlikte gerçekleşiyor.” denilebilir. Ancak bu yaklaşım Tanrı ile insanı ontolojik[13] anlamda birbirinin aynısı yapmaz. Bakımı üstlenen, zulmeden, adâlet eden, yediren, içiren ve giydiren birer insan olduğuna göre bu hadîste Allâh kelimesiyle kastedilen teizmin[14] kabul ettiği biçimdeki yer ve göklerin egemeni olan Tanrı değil, insan(lar)dır.
- Dehr Allâh
“Allâh, ‘Âdemoğlu dehre söverek beni üzüyor. Hâlbuki dehr benim, emir benim elimde. Gece ve gündüzü ben çeviririm.’ dedi.”[15] hadîsinde karşımıza üç kavram çıkmaktadır. Bunlardan birincisi olan ebed kesintisiz bir zaman akışıdır, yani süreci kasteder; dehr ise “birbirinden kopuk” anlamına gelir. Taş Devri, Maden Devri, İlk Çağ, Orta Çağ gibi uzun bir süreci kapsayan ve birbirinden farklı bir dönemi içeren vakitlere dehr denir. İkindi vaktine de dehr denilmesinin nedeni gün içinde en uzun zaman parçası olmasıdır. Tüm çağlar ebed, ebedîn herbir uzun parçası dehrdir. Örneğin beş perdelik oyunun beş perdesine ebed, herbir perdesine dehr denir. Hâlidîn, bir şeyin bozulma ve eksilme olmadan orijinal yapısıyla uzun süre kalmadır. Yani bir şeyin üretimi ile son kullanma tarihi arasına halidîn denir. “Orada kesintiye uğramayan bir süreçte eksilmeden, bozulmadan ve tüm doğal yapılarını koruyarak kalacaklar.”[16] âyetinde ebed içinde hâlid biçimde kalma anlatılır. Bu hadîse göre Tanrı dehr ise sözün bağlamına göre Allâh kelimesinin çağ, asır, dönem, devir anlamlarını da kastettiğinizi anlayabiliriz.
- Fiyatları Belirleyen Allâh
“Narh’ı Allâh koyar.”[17] hadîsine baktığımızda Allâh kelimesiyle fiyat koyuculuk arasında bir ilişki kurulmuştur. Kıtlık, mal eksikliği veya üretim yetersizliği olduğunda devletin mal ve hizmetlere fiyat belirlemesine narh denir. Örneğin bir Afrika ülkesi olan Tanzanya’da ekonomik darboğaza girmenin, halkın yoksullaşmasının, ülkede zamlar yoluyla fiyatların yükselmesinin, zengin-yoksul sınıfların arasının açılmasının, ortadireğin yoksullaşmasının, petrol ve gaz sıkıntısı çekilmesinin nedeni ülkeyi yönetenlerdir. Çünkü ön teker nasıl giderse arka teker de öyle gitmek zorunda kalır. Ülke ekonomisinin kötü gidişinde fiyatları sabitleme, mal ve hizmetlere fiyat biçme ekonomi yönetiminin imkân ve gücüdür. Bu hadiste Allâh ile kastedilen devlet, ekonomiden sorumlu kamu yönetimi, maliye, mâlî yönetim, yetkili ekonomik çevre ve emretme makamıdır.
“Fiyatları belirleyen, tutan, genişleten ve rızkı veren Allâh’tır.”[18] hadîsine baktığımızda Allâh ile ekonomi yönetimi arasında ilgi kuruluyor. Hâlbuki ekonomiyi yöneten, ekonomi bürokratlarını atayan, enflasyon ayarlamaları yapan, merkez bankasına başkanlık eden, para piyasalarını belirleyen kişi ve kişiler insanlardır. Ayrıca hayatı pahalılaştıran veya ucuzlatan ekonomi yönetimidir. Bu nedenle bir kişinin doya doya yemesi ile aç kalmasının nedeni ekonomi yönetidir. Doğal felaketler olmadığı sürece insanların bolluk ve darlık içinde yaşamasını sağlayan kamunun ekonomi yönetimidir. Hatta doğal felaketler olsa bile aldığı önlemlerle halkı açlıktan kurtaran da ekonomi yönetimidir. Bu hususta en güzel örnek Yusuf peygamberdir.[19] Yusuf, gelmekte olan kıtlığa karşı aldığı önlemlerle halkını doyurmuş, halkın mutluluğunu sağlamıştır.
Her iki hadîse baktığımızda Allâh ile kastedilen ekonomiden sorumlu kamu yönetimi ve kamu görevlileridir.
devam edecek…
______________________________________________________
[1] Mâl(un) min mâlu’l-lâh(i)
[2] Re’se’l-mâl
[3] Mudârabe: Birinin sermâye vermesi, diğerinin bu sermâyeyi çalıştırıp emeğini ortaya koyması sonucu kârın ortaklaşa bölüşülmesi biçimindeki ticârî ortaklık.
[4] Age. 14. Cilt, 4990 Numaralı Hadis.
[5] Age. 6. Cilt, 1554 Numaralı Hadis.
[6] Age. 7. Cilt, 2011 Numaralı Hadis.
[7] Age. 7. Cilt, 2011 Numaralı Hadis.
[8] Age. 7. Cilt, 2022 Numaralı Hadis.
[9] Yâ ‘ibâdî innî harram-tü’z-zulme ‘alâ nefsî ve ce’al-tü-hu beyne-kum muharramen fe lâ-tezâlemû
[10] Age. 15 Cilt, 5363 Numaralı Hadis.
[11] Manifatura: Fabrikada üretilen her türlü kumaş, bez ve iplik.
[12] İmal (ç. Îmâlât): Üretim(ler)
[13] Ontoloji: Varlık felsefesi, varlıkbilim, temel sorunu varlık olan felsefî disiplin. “Varlık nedir?” sorusuna yanıt arayan felsefe alanı. Varlığın oluş halinde olduğu anlayışı, her şeyin sürekli değiştiğini, hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını yani varlığın durağan olmayıp oluş halinde olduğunu savunmakta olan görüş. Varlık ya da var oluş ile bunların temel kategorilerinin araştırılmasıdır. Varlıkların sınıflandırıldığı kategorileri belirlemekle uğraşır. Aynı zamanda bu kategorilerden hangilerinin var olduğunu da bulur. Heraklitos bu anlayışını “Aynı dereden iki kere yıkanılmaz.” sözüyle savunmaktadır. (Ontolojik: Varoluşsal, var oluşa ait, var olma sürecine ait, var olma süreciyle ilgili.)
[14] Te-izm: Tek tanrıcılık.
[15] Age. 15 Cilt, 5350 Numaralı Hadis.
[16] Nisâ, 169/Hâlidîne fî-hê ebeden
[17] Ebû Dâvûd, Sünen, Buyû, 49.
[18] İbn-i Mâce, Ticârât, 27; Tirmizî, Buyû, 1314; Ebû Dâvûd, Buyû, 51; Dârimî, Buyû, 13; Husarî, El-Siyâse el-İktisâdiyye ve’n-Nuzûm el-Mâliyye fi’l-Fıkh el-İslâmî, 114-115.
[19] Yusuf, 55.