- Allâh’ın Yüzü
“Allâh’ın zaman ve mekândaki yüzüne ulaşmayı hedeflediğimiz için aç ve yoksullarınızı doyuruyoruz. Aç ve yoksulları doyururken onların gözünde kıymet kazanmaya çalışmıyoruz. Hayra hayırla, şerre şerle verilen bir karşılık gibi aç ve yoksullardan bir beklentiye girmiyoruz, onların teşekkür etmesini bile istemiyoruz.”[1] âyetinde Allâh’ın zaman ve mekân içindeki yüzlerine dikkat çekilir. Allâh somut bir varlık ve nesne olmadığından, zaman ve mekân dışı soyut bir varlık veya kavramı kastettiğinden “Allâh’ın zaman ve mekân içindeki yüzleri kimlerdir?” dediğimizde karşımıza açlıkla burun buruna gelmiş olanlar çıkmaktadır. Bu durumda Allâh ile kastedilen varlıklar açlıkla boğuşan açlar ve yoksullardır. Âyeti bu şekilde anlamamda li harf-i cer’i[2] oldukça etkili olmuştur. Çünkü li biçimli cer harfi, eklendiği kelimeye âidiyet, sebep; zaman veya mekânda ulaşılmak istenen son hedef, hayret ve şaşkınlık anlamları kazandırır. Bu bağlamda li’l-lâh(i) kelimesi de “Allâh için, Allâh’a ait, Allâh sebebiyle, zaman ve mekânda hedeflenenin Allâh olması nedeniyle” gibi anlamlara gelir. Vechi’l-lâh(i) “Allâh’ın yüzü için, Allâh’ın yüzüne ait, Allâh’ın yüzü sebebiyle, Allâh’ın mekân ve zaman içindeki yüzüne ulaşma hedefi için, Allâh’ın zaman üstünde ve mekân içindeki yüzüne ulaşma amacı için” gibi anlamları ifade eder. Bu âyette yeryüzünün tüm açları Tanrı’nın yüzü olarak gösterilmiştir. Böylece soyut Tanrı, somut varlıklar üzerinden ete kemiğe büründürülerek Allâh kelimesinin bazen açlar demek olduğunu ortaya koymuştur.
“İster Doğu kültür ve ideolojilerine ister Batı doktrin ve uygarlığına yönelin, hepsi vicdânın sesi, sağduyu ürünü ve aklın yansımasıdır. Bu gerçeği görmezden gelerek yönünüzü ne tarafa döndürseniz döndürün orada sadece vicdân, akıl ve sağduyunun yüzü, değeri, önemi, niteliği ve ilgisini göreceksiniz. Bu nedenle bir tarafın düşünce kalıplarına kapılmayın ve bir çevrenin yargılarına hapsolmayın; evensel tüm değerlerden yararlanın. Vicdân, sağduyu ve akıl insanlığın durumunu, mekânını, gücünü ve cömertliğini genişleten; geçerli, kapsamlı, gerekli ve yeterli bilgiye kaynaklık eden; bilinmesi gereken şey ortada olmasa ve duyuların alanında bulunmasa bile fark eden niteliklerdir.”[3] âyetinde geçen vese’a durum, mekân, güç ve cömertlikte genişlik; vâsî’ durumunu, mekânını, gücünü ve cömertliğini genişleten demektir. Alîm, ilimde abartıdır; geçerli, kapsamlı, gerekli ve yeterli bilgisi olana alîm denir. Ayrıca bilinmesi gereken şey ortada olmasa ve duyuların alanında bulunmasa da fark edene de alîm denir. Bu âyette geçen vâsi’(un) alîm(un) tamlaması durumunu, mekânını, gücünü ve cömertliğini genişleten; geçerli, kapsamlı, gerekli ve yeterli bilgisi olan; bilinmesi gereken şey ortada olmasa ve duyuların alanında bulunmasa da bilen ve fark eden anlamlarına gelir.
Ayrıca bu âyette geçen vechu’l-lâh, Allâh’ın yüzü, Allâh’a ulaştıran yol, Allâh’ın itibar etmesi/değer vermesi/önemsemesi, Allâh’ın niteliği/özelliği, Allâh’a yönelme, Allâh’ın ilgi göstermesi gibi kök anlamlara gelmekle birlikte kasdedilen anlamı vicdân, akıl ve sağduyunun değeri, önemi, niteliği ve ilgisidir. Böylece Allâh sözcüğü ile ne amaçlandığı ortaya çıkar.
“Doğu kültür ve ideolojilerine veya Batı doktrin ve uygarlığına yüzünüzü çevirmeniz, onları vazgeçilmez değerler olarak görmeniz birileri tarafından hoş görülse de vicdân huzuruna eremezsiniz. Bu davranışınızla iyiliğin her türlüsünü, doğruluğun her çeşidîni yakalayamaz; saf ve temiz duygular içinde yardımseverlik sergileyemez, kapsamlı ve çok taraflı fayda sağlayamaz; insanlar arasında saygınlık, doğruluk, bolluk ve tarifsiz mutluluk üretemezsiniz. İnsanlık için kapsamlı ve çok taraflı fayda sağlamak istiyorsanız insanların vicdân, sağduyu ve akla güvenmesini; değersiz, ezik ve çileli bir yaşamın ardından değerli ve mutlu bir süreç yaşama konusunda hiçbir tereddüt içinde olmamasını; sahip olduğu yetenekleri ile evren, doğa ve insanda görülen kapsayıcı yasalara ve bu konuda konuşan vicdân habercilerine gönülden bağlanmasını sağlayın. Ayrıca zenginlerin taparcasına sevdiği malından ‘sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan en yakınında durduğu kimselere; derdine derman olacak kimseyi bulamayanlara, kalabalıklar arasında yalnızlaşanlara, kendini koruyamaz duruma düşmüş kimselere; bir işte ücretli çalışmasına rağmen acınacak durumda olan ve hiçbir mülkü bulunmayanlara, işi olduğu halde kazancı geçimini sağlamaya yetmeyenlere; yol kenarına terk edilmiş bebek ve çocuklara, sokağa atılmış kişilere, yersiz ve yurtsuzlara, özgürlüğü çalınanlara, yaban ellerde unutulanlara, rehin alınanlara, zorla borçlandırılanlara, mülteci/sığınmacı durumuna düşürülenlere, tecavüze uğrayanlara, seks işçiliğine mahkûm edilenlere, mafyanın emrinde çalıştırılanlara, her türlü varlığı tehdit altında olanlara; yoksulluk nedeniyle istemek/el açmak zorunda kalanlara; malı, canı, ırzı ve her türlü varlığı kendisi istemeden alınıp satılanlara; psikolojik, zihinsel ve bedenel kölelilik yaşatılanlara’ pay vermesini sağlayın. Bunu gerçekleştirmek için zenginler ihtiyaç fazlası malını, gereğinden fazla büyüyen servetini, ortalama yaşam standardının üstünde çoğalan mülkünü ihtiyaç sahiplerine ya hiç geri istememek kaydıyla ya da onlar kendilerini toparladıktan sonra geri almak şartıyla versin ki yardım ve dayanışma ayağa kalksın. İnsanlığın yararına iş yapmak isteyenler tüm bunların yanında ister yazılı ister sözlü verdiği söze uysun; yoksulluğun yayıldığı zamanlar ile savaş ortamında veya bir derde düşüldüğünde içinde bulunulan ruhsal veya bedensel kötü durumdan kurtulmak, bilgi ve yeteneklerini kullanabilecek duruma gelmek için dirensin ve dayansın. İşte sıralanan bu maddeleri gerçekleştirenlerin sözlerine inanılır. Sözünün arkasında duramayan, sözünü eyleme geçiremeyen kimselerin laflarıyla peynir gemisi yürümez. Ne dediyse hayata geçiren, Doğu kültür ve ideolojilerine veya Batı doktrin ve uygarlığına yüzünüzü çevirmek yerine insanlık için kapsamlı ve çok taraflı fayda sağlamak için dosdoğru yol yürüyenler gerçek anlamda toplumuna karşı görev ve sorumluluk bilinci yüklenmiş kişilerdir.”[4] âyeti Bakara-115’i tamamlayan bir âyettir. Burada Allâh, âhiret, melek, kitap, nebî, mülkiyet, zi’l-gurbâ, yetîm, miskin, ibn-i sebîl, sâil ve rigâb kavramları öne çıkarılır. Tüm bunlar geleneksel dille konuşursak salâtı ikâme ve zekâtı îta etmekle ilişkilendirilir. Ayette ahit, sabır, zarar, savaş ve yoksulluk dillendirilir. Konu sadâkat ve takvâ ile sonlandırılır. Tüm bunlar bir araya getirildiğinde Allâh kelimesinin soyut bir Tanrı tasavvuruna hapsedilmiş anlam sabitliği oluşturmadığı görülür.
- Allâh’ın Dîni
“Vicdânlı, sağduyulu ve akıllı toplumun geleneğe dönüşmüş olan yaşam biçimlerini; sevgi, acıma ve adâlet sahiplerinin kaostan kozmosa, karanlıktan aydınlığa gidiş yolunu; sağduyu sahiplerinin varoluş bileşenlerine karşı saygısının gereği olarak ortaya koyduğu tüm sosyal, ekonomik, hukuksal ve ahlaksal üretimleri; özgürlük, eşitlik, dayanışma, paylaşma, yakınlaşma, barış ve güven yoldaşlarının toplum ve doğaya karşı sahip olduğu borç bilincini; varoluşumuza katkısı olan evren, doğa, insan, anne, baba, hayvan, bitki ve cansızlar gibi tüm bileşenlere karşı kendini borçlu hissederek evren ve doğa ile barışık yaşamayı terk edip hiçbir hukûk, ahlâk, yasa, sınır ve norm tanımadan başka bir inanç, töre, yaşam biçimi ve değer yargısı mı arayıp bulmak istiyorlar? Hâlbuki yer ve göklere bir baksalar her yerde vicdân, sağduyu ve aklın izlerini görecekler; her şeyin çoklukta birliği inşa ettiğini, tüm varlığın birbirine borçluymuşçasına kendi işini yaparak, kendi yeteneğini işleterek bir başkasının yaşamasına olanak sağladığını, farkında olsun veya olmasın varlıkların kimi zaman isteyerek kimi vakit de koşulların zorlamasıyla toplum ve doğaya karşı gösterilen borç bilincini gerçekleştirdiğini görmüyorlar mı? Kim hukûk, ahlâk, yasa, sınır ve norm tanımadan bir yol aramaya çalışırsa çalışsın varacağı yer vicdân, sağduyu ve aklın egemenliğidir.”[5] âyetinde Allâh’ın dîni tamlaması geçmektedir. Hâlbuki dînin insanlar için olduğunu; insanların ahlâk, hukûk, töre, toplumsal ilişkiler ve doğaya bakışında etkili olan hükümlere dîn denildiğini biliyoruz. Dînde savaşlar, ganîmetler, anlaşmalar; eğitim, sağlık ve ulaşım; evlilik, ceza ve ödüller vardır. Dîn, rûhânîlik/mistisizm/tasavvuf değildir; varlık ve eşyayı yöneten, toplum dînamiklerini inşâ eden düşünce ve eylemlerdir. Bu anlamda paganizm[6], sosyalizm, komünizm, faşizm, Yahûdîlik, Hıristiyanlık, İslâm Zerdüştlük, Budizm ve Taoizm birer dîndir. Pagan önderler, Karl Marks, Engels, Mussolini, Hitler, Mûsâ, İsâ, Muhammed, Zerdüşt, Gotama Buda ve Lao-Zi kendi dînlerinin peygamberleridir.
Allâh Mekke ve Medînelilerle savaşmadığına, câriye ve köle edinmediğine, kabîleler arasında anlaşmalar yapmadığına, evlenip çoğalmadığına, ceza çekip ödül almadığına, sağlık ve ulaşım dertleri olmadığına, deve ve atların zekâtını hesaplayıp ihtiyaç sahiplerine vermediğine, Bedir ve Uhud savaşlarında muhâlifleriyle çarpışmadığına, cennetle müjdelenip cehennemle kokutulmadığına, şeytana karşı uyarılıp meleklerle dostluğa teşvik edilmediğine göre dîn Allâh’ı bağlamaz; insanlar arası ilişkileri ele alır. Bu durumda Allâh’ın dini demek toplumun yaşam biçimleri demek olduğundan Allâh ile kastedilen de toplumdur.
Allâh’ın dîni tamlamasıyla vicdânlı, sağduyulu ve akıllı toplumun geleneğe dönüşmüş olan yaşam biçimleri; sevgi, acıma ve adâlet sahiplerinin kaostan kozmosa, karanlıktan aydınlığa gidiş yolu; sağduyu sahiplerinin varoluş bileşenlerine karşı saygısının gereği olarak ürettiği tüm sosyal, ekonomik, hukûkî ve etik üretimler; özgürlük, eşitlik, dayanışma, paylaşma, yakınlaşma, barış ve güven yoldaşlarının toplum ve doğaya gösterdiği minnet/borç bilinci; varoluşumuza katkısı olan evren, doğa, insan, anne, baba, hayvan, bitki ve cansızlar gibi tüm bileşenlere karşı kendini borçlu hissederek evren ve doğa ile barışık yaşama kastedilir. Çünkü dîn Allâh’ın değil insanlarındır. İnsanlık içinde/potansiyelinde var olan barış, eşitlik, özgürlük, sevgi, acıma, dayanışma, paylaşım, iyilik, güven ve güvenlik gibi özlemlerini ortak yaşamda ortak değerler üzerinden hayata geçirmek ister. Bu isteklerini bazen kendi arzusuyla bazen de şartların zorlamasıyla uygular. Ama durum ne olursa olsun karmaşaya karşı düzen, uyumsuzluğa karşı uyum, parçalanmaya karşı birlik, tekçiliğe karşı çoğulculuk, tek renge karşı renklerin armonisi, baskıcı ve gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyenlere karşı özgürlük ve aydınlanma toplumda eninde sonunda gâlip gelir.
“Ey Muhammed! Vahşet ve bedevilikten çıkmış toplulukların, uygarlaşmış halkların vicdânlı, sağduyulu ve akıllı toplumun geleneğe dönüşmüş olan yaşam biçimlerine; sevgi, acıma ve adâlet sahiplerinin kaostan kozmosa, karanlıktan aydınlığa gidiş yoluna; sağduyu sahiplerinin varoluş bileşenlerine karşı saygısının gereği olarak ortaya koyduğu tüm sosyal, ekonomik, hukûksal ve ahlâksal üretimlerlerine; özgürlük, eşitlik, dayanışma, paylaşma, yakınlaşma, barış ve güven yoldaşlarının toplum ve doğaya karşı sahip olduğu borç bilincine; varoluşumuza katkısı olan evren, doğa, insan, anne, baba, hayvan, bitki ve cansızlar gibi tüm bileşenlere karşı kendini borçlu hissederek evren ve doğa ile barışık yaşamaya hareketli gruplar halinde girdiğini gördüğünde seni eğiten, besleyip büyüten ve donatanını öv, onun vicdânlı, sağduyulu ve akılcı eylemlerinin ne kadar arındırıcı olduğunu öne çıkar; tüm güzellik ve mutlu edici şeylerin hem sahibi hem de kaynağı olan velînîmetini tanıt. Vicdânını harekete geçiren, sağduyulu ve akıllı olmanı sağlayanını sözlü ve eylemsel kirlerden koru. Çünkü o, hatayı tam tersi bir davranışla düzelten, kötüyü iyiyle, pisi temizle değiştirendir.”[7] âyetlerinde vicdân elçisi Muhammed’in vicdânını harekete geçiren, ona bilinç kazandıran; onu adâlet, barış ve güven yolunda motive eden toplumsal sağduyu, toplumsal vicdân; herkesin içinde var olan sevgi, acıma ve adâlet duygusunun bileşkesi olan vicdân ve bu vicdân temelinde inşâ edilip de iyi-kötü, güzel-çirkin, faydalı-zararlı ayrımını yapma yeteneği olan akıl Allâh kelimesiyle anlatılmıştır.
- Allâh’ın İndindeki Dîn
“Sevgi, acıma ve adâletle eşit değerdeki başkaldırı ile aynı konumda buluşmuş olan sosyal, ekonomik, hukuksal ve etik üretimler insanlığın kadîm barış geleneğidir. Güven temeli üzerine inşâ edilen barış sistemi sağduyu ile aynı derecedeki dik duruşun geleneğe dönüşmüş olan yaşam biçimidir. Akılcı bir muhâlif duruşla eşdeğer olan toplum ve doğaya karşı borçluluk bilinci zorbalara gereken cevabı verme hareketidir. Toplumu uyum, düzen ve güzellik için bir mekânda eşitçe buluşturan başkaldırı eylemi barış değerlerine hiçbir taviz vermeden sahip çıkmadır.”[8] âyetinde Allâh mekân, inanç, konum ve derece bakımlarından yanında ve yakınında duran barış nitelikli bir dîn ile birlikte dillendirilmiştir. Teist[9] düşünceye göre hiçbir şey ve hiç kimse Allâh’a yakınlaşamayacağına; onunla zaman, mekân, mevkî ve derece yönlerinden eşit duruma gelemeyeceğine göre neredeyse Allâhla eşit konumu paylaşan İslâm adlı dîn nasıl bu pozisyonu kazanmıştır? İslâm, Allâh’ın zaman ve mekânda eşitiyse, konum ve rütbede dengiyse ve Allâh ile yan yana duruyorsa Allâh’ın her şeyden uzak tartışmasız üstünlüğü inancı nerede kalır? Hâlbuki İslâm vicdân elçisi Muhammed’in bize bıraktığı Kur’an sayfalarından, açıklamaları ve yaşam çizgisinden öğrendiğimize göre insanlığın kadîm barış geleneği, güven temeli üzerine inşâ edilen barış sistemi, zorbalara gereken cevabı verme hareketi ve barış değerlerine hiçbir taviz vermeden sahip çıkma eylemleridir. Peki, varlıklar üstü bir değer ve varlık olarak inanılan Allâh’ın bu tür insan eylemlerine ihtiyacı var mı? Barış, iki tarafın da yararına olan, yaraların tedavisinde, zararların karşılanmasında, şehirlerin imârında, psikolojilerin düzelmesinde, çocukların sağlıklı büyümesinde, kadınların ırzlarının korunmasında, üretimin devamında, toplu katliam ve yaralamaların bitirilmesinde gerekli olan çatışmasızlıktır. Allâhla kimse çatışıp anlaşma yapamayacağına, zararını Allâh’tan tazmin edemeyeceğine; Allâh’a ganîmet, esir, bölge, para, hayvan ve tarım arazileri veremeyeceğine göre bu âyette Allâh ile kastedilen insanlardır. Barış imzalamak, isyan etmek; sosyal, ekonomik, hukuksal ve etik üretimlerde bulunmak; gelenekleşmiş bir yaşam biçimi içinde olmak; toplum ve doğaya karşı kendini borçlu hissetmek; barış değerlerine hiçbir tâviz vermeden sahip çıkmak Allâh’ın değil insanların eylemleridir. Çünkü savaş ve barış insanların eylemleridir; insanlığın yanı ve yakınındaki ideal yaşam biçimi barış temelli hayat düzenidir.
devam edecek…
_____________________________________________________
[1] İnsân, 9.
[2] Harf-i cer: Önüne geldikleri isme yönelme (-e,-a), ayrılma (-dan, -tan, -den, -ten), amaç, beraberlik, hakkındalık, içinde veya üstünde olma gibi anlamlar veren harflerdir. Geldikleri ismin sonunu esre (i) yaparlar.
[3] Bakara, 115.
[4] Bakara, 177.
[5] Âl-i İmrân, 83.
[6] Pagan: Çok tanrılı dinlere mensup.
[7] Nasr, 2-3.
[8] Âl-i İmrân, 19/İnne’d-dîne inde’l-lâhi’l-islâm
[9] Teizm: Tanrıcılık. Tanrı’nın varlığını benimseyip insanlara din göndereceğine inanan bir düşünce akımı. Bu düşünce akımına göre Tanrı, dünya ve insanlar ile sürekli ilişki içindedir. Teizm, insanlara din gönderen bir Tanrı inancının üzerine inşa edilmiş bir felsefik görüştür.