Diyanet Kurumu İslam’ın öngördüğü bir kurum mudur?
Diyanet kalksa olmaz mı?
Diyanetin laiklik ile bağdaşır bir tarafı var mı?
Malumunuz Diyanet, din işleri demektir. Memlekette din işleri ile ilgili olmak üzere bir kurum düşünülmüş ve Diyanet Teşkilatı Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulmuş. Aslında Türkiye şu anki devlet yapısı ve din-devlet ilişkileri bakımından laik bir ülke değil. İnsanlar Türkiye’de laiklik var zannediyor.
Ne var peki?
Bizantizm var. Yani Bizans dönemindeki din-devlet ilişkisinin Osmanlı’ya geçmesi, Osmanlı’da bir müddet devam etmesi, sonra Cumhuriyet kurulunca bu ilişkinin Cumhuriyete devredilmesi ve bugün de hala devam etmesi… Buna Bizantist din-devlet ilişkisi diyoruz. Kral-Başpiskopos, Padişah-Şeyhülislam, Başbakan-Diyanet İşleri Başkanı, şimdi de Cumhurbaşkanı-Diyanet İşleri Başkanı… İlişkiler bu şekilde devam ediyor.
Her zaman devlet var, hakim olan, egemen olan, tahakküm eden o. Onun güdümünde de din. Bu, Bizans döneminde Kralın Başpiskoposu, Osmanlı döneminde Padişahın Şeyhülislamı, Cumhuriyet döneminde de Başbakanın/Cumhurbaşkanının Diyanet İşleri Başkanı oluyor. Dolayısıyla bu laiklik değildir. O zaman laiklik nedir? Şu kadarını söyleyeyim ki laiklik (eğer özgürlükçü laiklikten bahsedeceksek) din ile dünya işlerinin değil; din ile devlet işlerinin değil; dinin ibadet, itikat ve tarihsel ahkam hükümleri ile devlet işlerinin ayrı olmasıdır.
Bir devletin, dinin evrensel ahlaki değerlerini esas almasında hiçbir mahsur yoktur. Mesela Kur’an-ı Kerim’de öldürmeyin, çalmayın, yalan söylemeyin, iftira atmayın, rüşvet yemeyin, dürüst olun, adaletli olun, hakka hukuka tecavüz etmeyin, yoksulu fakiri fukarayı gözetin, ihtiyaçtan fazlasını muhtaçlara verin denilir. Devletin bunları esas almasında ne mahsur olabilir? Zaten var olan devlet bunları yapmaya çalışıyor. Dünyadaki bütün devletler bunları yapmaya çalışıyor. O zaman dinle dünya işlerinin veya dinle devletin keskin uzlaşmaz ayrımı şeklindeki laiklik tanımları bu topraklara uygun değildir. Özgürlükçü laiklik diye biraz evvel tanımlamaya çalıştığım gibi, dinin evrensel değerleri ile devletin klasik görevlerinin iç içe olması mümkündür. Fakat burada Diyanet başka bir yerde duruyor.
Kiliseye benzer bir şekilde Diyanet gibi, hatta Hilafet gibi daha siyasi bir kuruma İslam’da ihtiyaç var mıdır? Eğer ihtiyaç varsa bu Diyanet, Hilafet kurumları gibi mi olmalıdır? Hilafet 1924’te kaldırılmış ama bunun yerine Diyanet kurulmuş, Diyanet devam ediyor. Eğer Hilafet kaldırılıyorsa Diyanetin de kaldırılması gerekirdi.
Neden Hilafet kaldırılmış da Diyanet devam ediyor? Çünkü Diyanet Teşkilatı’nın amacı İslamı konusunda halkı aydınlatmak değil; İslamı kontrol etmek, dini dünyayı devletin kontrolü altında tutmaktır. Oysa Diyanet İşleri Başkanlığı kuruluş amaçlarının 1. maddesinde; ”Vatandaşları İslam’ın ibadi, ahlaki ve dini hükümleri konusunda aydınlatmak ve onlara bilgi vermek” yazıyor.
Diyanet esas itibariyle dini bir kurum değil; siyasi politik bir kurumdur. Tapu Kadastro Müdürlüğü, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü gibi Diyanet İşleri Teşkilatı da, apaçık ortada ki politik ve siyasi bir kurumdur. Amacı dini kontrol altında tutmaktır. İslamiyeti devletin kontrolünde olmasını sağlamaktır. Devlete zararlı tüm faaliyetlere mani olmak, devlet için zarar teşkil edecek dini fikirleri bertaraf etmek, tasfiye etmek ve devletin bekasını sağlamaktır. Tüm devlet kurumları devletin bekasını sağlamak için vardır. Diyanet Teşkilatı da din yoluyla bunu yapmak için vardır.
Şimdi önce şunu kafamızın bir köşesine yerleştirelim. Ne Hilafet, ne de Diyanet İslamı temsil eden kurumlar değildir. Hilafet Peygamberin vefatından sonra Emevîlerden hatta erken halifeler döneminden itibaren Peygamberin Medine Sözleşmesi yani bugünkü karşılığı ile bir demokratik Cumhuriyet, bir Özyönetim öngören Medine Sözleşmesi terkedilerek tıpkı İran ve Bizans dünyasında olduğu gibi Krallığa-İmparatorluğa geçişle beraber başlamıştır. Hilafet, üzerine cübbe giydirilmiş, sarık takılmış, sakal bıraktırılmış bir Bizans Kralı veya İran Kisrası’ndan başka bir şey değildir. Bu tamamen onlara özentidir.
Dolayısıyla İslam’ın sosyal-politik pratiği Medine Sözleşmesi’nde ortaya çıkmıştı. Bu devam ettirilmedi, ettirilemedi. Hem çağ, hem koşullar, hem İslam Peygamberi’nin çok ileride sözler söylüyor olmasından dolayı o günkü çağ, böylesine bir demokratik cumhuriyeti, bir özyönetim anlayışını kaldıramazdı ve kaldıramadılar. Bizatihi Müslüman Araplar dahi bunu kabul etmediler. ”Dünyada nasıl yapılıyorsa biz de öyle yaparız. Bir Kral olacak ona Halife diyeceğiz. İranlılar Kisra, Bizanslılar Sezar diyor, biz de Halife diyeceğiz’’ dediler. Osmanlı da Padişah / Sultan dedi.
Bu sebeplerle İslam’ın siyasi hayalleri tarihte tahakkuk etmedi, ete kemiğe bürünemedi, Kur’an’ın devrimleri yarım kaldı. Peygamberin vefatı ile beraber bitti. Müslümanlar bu hususta özgün bir pratik geliştirmek yerine, dünyanın o günkü pratiğine teslim oldular ve onu aşamadılar.
Ne Emeviler’de, ne Abbasiler’de, ne Selçuklular’da, ne de Osmanlı’da Medine Sözleşmesi pratiği yoktur. Bunların hepsi Medine Sözleşmesi’ni çiğneyerek ‘’Eğer Medine Sözleşmesi olsa Kral olmayacak’’ dediler. Eğer Medine Sözleşmesi pratiği devam ettirilseydi egemenlik anlayışı değil; ortaklık anlayışı yani ülkeyi farklı dinler, inançlar ve mezhepler ile beraber yönetme olacaktı. Hatta yönetme bile değil, birlikte yaşama olacaktı. İlla bir tahakküm kurumu; oligarşi, merkezi, bürokratik, otoriter bir devlet olacak diye bir şey yok. Yerinden yönetimlerle de bu iş olur. Peygamber bu hayali ortaya koymuştu. Yahudiler, inançlılar ve inançsızlarla o günkü 10.000 nüfuslu Medine’de kim varsa onlarla, o günkü dünyada eşi benzeri görülmemiş bir pratik uygulamaya çalıştı. Ama çeşitli sebeplerle bu tam olarak sürdürülemedi. Peygamberin vefatı ile bu bitti. Ama bu bizim için, Orta Doğu toplumları için; Araplar, Farslar, Türkler, Kürtler için hala ilham kaynağı olmaya devam ediyor.
Medine Sözleşmesi’nden alacağımız çok şeyler var. Şimdi bu çerçevede düşündüğümüzde Diyanet Teşkilatı gibi bir teşkilatın bu anlattığım Medine Sözleşmesi çerçevesindeki pratikte yeri yoktur. Diyanet bir Bizans kurumudur, Bizans’tan alınmadır, Bizans’taki Kilisenin yerine Diyanet ikame edilmiştir. Resmi Kilise görevi ona verilmişt ve şu anda Diyanet hem dini açıdan, hem felsefi açıdan, hem teolojik açıdan, hem fikri açıdan devletin bürokratik hiyerarşisine, otoriter eğilimlerine ters gelecek tüm dini yorumları mahkum etmekte ve batıl ve sapkın ilan etmektedir.
Peki Diyanet olmadığı zaman ne olur?
Diyanet olmadığı zaman gerçek İslam’ın önü açılır. Bugün gerçek İslam’ın önünde duran en büyük engellerden birisi de Diyanet kurumudur. Camiler tabi ki olacak, ezan okunacak, Kiliseler olacak, ne kadar varsa hepsi devam edecek. Fakat buralar kamu niteliğinde, kimseye ait olmayan, devlete de ait olmayan, tamamen topluma ait olan yerler olacaktır. Ve cemaatlerin ve cami topluluklarının gayretleri ile ayakta duran yerler olacaktır.
Türkiye’de Alevi Cemevleri’nin camilere değil, camilerin Alevi Cemevleri’ne hem statü olarak, hem mekan olarak, hem de işleyiş biçimi olarak benzemesi gerekmektedir. Kimi Aleviler, cami statüsünde gibi olmak istiyorlarsa bu yanlıştır. O zaman devletin güdümüne gireceksiniz demektir. Ama camiler şu anda zaten devletin güdümünde olduğu için aslında camiler cemevleri gibi olmalıdır. Yani cemevleri gibi halkın, mahalledeki vatandaşın, gelip gidenlerin, gönüllülerin bağışlarıyla ayakta duran kurumlar olmalıdır. Camilerde aynen böyle olmalı ve kim nereye ibadethane diyorsa, devlet orayı ibadethane olarak tanımalıdır. Eğer Mecusiler ”Biz burada ateş yakıyoruz, bizim ibadetimiz budur, ibadethanemizde bu Ateşgededir’’ derlerse devlet orayı tanımalıdır. Hiçbir yorum, tanım, müdahale olmaksızın aynen Alevilerin de; ”Bizim ibadethanemiz burasıdır” diye nereyi gösteriyorsa, ne şekilde yapıyorlarsa orayı tanımalıdır.
Esasında ibadet tapınaklarda olmaz, ibadetin yeri tüm yeryüzüdür. Tapınaklarda olan nüsuktur. Yani dinlerin ve mezheplerin ritüelleridir. Şimdi bu işleri yapması için vatandaşların gönüllü çabaları, bağışları, destekleri yeterlidir. Bunun için ayriyeten bir Diyanet Kurumuna gerek yoktur.
İslam’ın kilisesi yok. Hilafet, Diyanet gibi Bizans ve Sasanî taklidi kurumlarının olmasına gerek yok. Olacaksa eğer bunların yerine gerçekten bir demokratik cumhuriyet, gerçekten bir özyönetim, gerçekten bir özgürlükçü laiklik yeterli. Hiç bir mabede, hiçbir ibadet şekline karışmayan, bu işleri tamamen o dinin veya mezhebin mensuplarına bırakan, tüm dinlere ve mezheplere eşit mesafede duran, gerçek anlamda bir adalet devleti olması yeterlidir. Bunlar yapıldığı zaman zaten İslam’ın gerekleri yerine getirilmiş olacaktır.