1920-1923 döneminde yaşanan rekabet bağlamında baktığımızda, Başkan’ın ve Meclis’in aynı anda bu kadar güçlü olduğu başka bir döneme rastlamak mümkün değildir.
Bir süredir Tarih Tersleri’nin konusu olan anayasa revizyonları tarihi ve genel olarak Osmanlı-Türkiye anayasa tarihi bağlamında yeni anayasa tartışmalarına baktığımızda, bugün AKP’nin ısrarla gündemin tepesine oturtmaya çalıştığı yeni anayasa meselesinin, iktidar blokunun isteği doğrultusunda sadece ‘12 Eylül Anayasası yandaşlığı/karşıtlığı’ üzerinden tartışılması üç nedenle abes olacaktır.
Abesliğin birinci nedenini burada birkaç kez yazdım: Demokratikleşme sürecinde olumlu veya olumsuz büyük adımlar için yeni anayasa sorunu/takıntısı çoğu zaman sadece retorik bir meseledir. Bazen anayasanın birkaç maddesinin değiştirilmesiyle gerçekleştirilen radikal değişimler, yeni anayasaların yaratabileceği sonuçlar kadar büyük olabilmektedir.
Abesliğin ikinci nedeni, günümüzde Türkiye’de yeni anayasa tartışmasını gündeme taşımak isteyenlerin bugüne kadar örneği görülmemiş derecede yasa ve hatta anayasa umursamaz aktörler olmalarıdır. Bu durumu, açıkça ‘siyasi rakiplerle alay edilmesi’ olarak görmemiz veya “ağamız bizimle eğleniyor herhalde!” diyerek geçiştirmemiz mümkündür.
Abesliğin üçüncü nedeni ise (detaylarını sonraki yazılarda anlatacağım) bugüne kadarki revizyonlar nedeniyle 12 Eylül Anayasasının teknik anlamda çoktan 12 Eylül Anayasası olmaktan çıkmış olduğu gerçeğidir.
Diğer yandan, evet bugün teknik anlamda 12 Eylül Anayasasının varlığı ile yokluğu tartışmalı hale gelmiş olabilir, ama hala Türkiye’de çok güçlü olarak 12 Eylül ruhu yaşamaya devam etmektedir ve bugün bu ruhu bizzat AKP-MHP blokunun temsil ettiğini söylemek mümkündür.
Bir dönem için heyecan yaratan 12 Eylül darbecileriyle hesaplaşma sürecinin fiyaskoyla sonuçlanmış olduğu gerçekliği bir yana, AKP döneminde her biri demokratikleşme bağlamında gündeme getirilen 12 Eylül Anayasası revizyonlarından özellikle 16 Nisan 2017 tarihli sonuncusunun, en az 29 Ekim 1923 revizyonu kadar demokratikleşmede geri adım anlamına geldiği kesindir.
Ancak 29 Ekim 1923 anayasal revizyonu ile Hakimiyet-i Milliye’den Hakimiyet-i Kemaliye’ye (daha doğrusu ‘Hakimiyet-i Meclis’ten Tek Adam/Parti rejimine) geçiş sağlanırken, 16 Nisan 2017 revizyonuyla da Hakimiyet-i Tayyibiye’ye (daha doğrusu parlamentarizm hakimiyetinden tek adam rejimine) geçiş sağlanmıştır.
Daha doğrusu, zaten başlamış olan geçiş süreçleri bu revizyonlar sayesinde anayasal kılıfla paketlenmiş, geriye dönüşü zor bir seviyeye taşınmıştır.
*****
Kısaca, ‘Hakimiyet-i Milliye’den ‘Hakimiyet-i Kemaliye’ye geçiş sürecinde önemli adımlardan biri olarak görmemiz gereken 29 Ekim 1923 revizyonu, daha ziyade Cumhuriyet’in ilanı bağlamında hamasete boğularak (tartışılmadan) gündemde tutulduğu için maalesef eleştirel ve mesafeli bir analize tabi tutulamamaktadır.
Elbette Gayrimüslimler ve işçiler bağlamında önemli eksikleri ve kusurlarına rağmen demokratikleşme sürecinde ileri bir adım olarak görülebilecek olan 1920-23 döneminde geçerli güçlü Hakimiyet-i Milliye anlayışı ve Meclis Hükümetinin ne kadar ‘demokrat’ olduğu kapsayıcılığı bağlamında tartışmalıdır.
Aynı şekilde, Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle gündeme gelen demokrasiden uzaklaşma seçeneğinin/adımının gerçekçi bir alternatifinin o dönemde var olup olmadığı, eğer vardıysa bunun ne kadar demokrat olduğu veya olacağı da tek cevabı olan sorular olmayıp tartışmalı mevzulardır.
Bu köşede detaylı tartıştığım Nisan-Ekim 1923 sürecinin sonucunda ortaya çıkan somut sonuç, Millet Meclisinin gücünün törpülenmesi ve zaten onu yönetmekte olan Reis’in artık Cumhurun Reisi olarak daha çok yetkiye/erke sahip olmasıdır. Yani demokratikleşme sürecinde atılmış bir geri adım söz konusudur…
Atılan bu adımla, giderek iç siyasette neredeyse rakipsizlik seviyesine ulaşıldığı bir dönemde ve Büyük Güçlerle tam uzlaşının sağlandığı bir sırada, dostların (karşıtlık/rakiplik bir yana) eleştiri ve uyarılarına bile yer bırakmayacak bir rejimin inşasında son aşamaya geçilmiştir.
29 Ekim 1923 anayasa revizyonu sonrası yaşanan süreç, ilk anda Hakimiyet-i Kemaliye’ye geçişin kanıtı olarak görülebilir, ancak bu mantıki olarak sorunludur. Sonuç ve sonrası ile revizyon arasında kaçınılmaz ve doğrudan ilişki kurmak doğru olmaz. Ancak revizyonun içeriği ile hazırlık ve kabul sürecine baktığımızda 29 Ekim 1923 sonrası yaşananlarla bu revizyon arasında doğrudan ve doğrusal ilişki kurmanın yanlış olmadığı anlaşılacaktır.
Bu anlayışla 29 Ekim 1923 sonrasına baktığımızda, önce Kasım 1923’te İsmet İnönü Başbakanlığında kurulan Hükümet aracılığıyla Mustafa Kemal’in gücünün pekiştirildiğini ve muhalif paşalar tarafından bir yıl sonra (17 Kasım 1924) kurulmasına izin verilen (adeta teşvik edilen) Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılması (5 Haziran 1925) da dahil olmak üzere her türlü muhalefetin bastırılması için Şeyh Sait İsyanı’nın (Şubat-Mart 1925) ‘fırsat’ olarak kullanıldığını görmekteyiz.
Ankara’da ve özellikle Mecliste kâmilen sükunet garanti edildikten sonra Kürdistan başta olmak üzere ülkenin tamamında ve hayatın her alanında sükunet (tam kontrol ve itaat) sağlanmasını amaçlayan Takrir-i Sükun Kanunu (4 Mart 1925), jakoben devrimci dönüşüm için ‘gerekli’ rejimin yaratılması konusunda hayati işlev görmüştür.
Son olarak, hala birilerinin kafasında veya yüreğinde kalmış olabilecek tam itaat karşıtlığının veya direncinin kırıntıları varsa onları da ortadan kaldırmak üzere estirilen terör için İzmir Suikastı girişimi (1926) yeni rejim tarafından Allah’ın lütfu olarak değerlendirilecektir.
Bundan sonra inşası kolayca tamamlanan yeni otoriter rejimin yöneticileri ve aydınları, kendilerine model seçme konusunda, dönemin Mussolini faşizmi ve Stalin totaliterliği arasında gidip gelerek, kibirli bir heykeltıraş edasıyla yeni toplum ve yeni birey yaratma çabasına girişirken, saltanatın olmaması bağlamıyla sınırlı olarak Cumhuriyet’i modernliğin ve hatta demokratlığın kanıtı olarak görmeye ve göstermeye devam etmiştir ve etmektedir.
Ancak, bu süreçte yaşananların anayasal çerçevesinin artık 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun değil, 20 Nisan 1924’te yürürlüğe sokulmuş olan 1924 Anayasası olduğunu hatırlamakta yarar var.
*****
Meselenin bugün Türkiye’de ele alınışına baktığımızda ortaya çıkan tablo pek iç açıcı değildir. Maalesef (1) saltanatın olmaması durumuna indirgenen cumhuriyet algısı (2) bunun demokrasiyle doğrudan ilişkisi konusundaki yüzeysel ve banal siyasi anlayış ve (3) modernliğin/çağdaşlığın bu süreçle ilişkisi konusundaki çarpık anlayış Türkiye’de egemenliğini sürdürdüğü sürece, bu konuda değişim bir yana, derinlikli ve anlamlı bir tartışmanın yapılması bile pek mümkün görünmemektedir.
Öte yandan eklemek gerekir ki Cumhuriyet’in ilan edilmemesi ve Mustafa Kemal’in Cumhurbaşkanı olmaması durumunda o sırada görevine devam eden Halife başta olmak üzere, Osmanlı ailesinden bireylerin hanedanlığın devamı için kullanılma olasılığının veya bu yöndeki gizli planlarının ortadan kaldırıldığı iddiaları, dayanaksız ve safsatadan ibarettir.
Bu bağlamda dönemin önde gelen tahammül edilebilir muhaliflerinden biri olarak ‘Hanedanlık ve Halife taraftarlığı’ iddiasıyla Mustafa Kemal çevresi tarafından günah keçisine çevrilmiş olan Rauf (Orbay) Beyin bu süreçte diğer arkadaşlarıyla birlikte cumhuriyete asla karşı olmadıklarını anlatmak için adeta çırpınmaları da ibret vericidir.
Yakın zamana kadar Ankara yönetiminin çekirdek grubunda yer almış olan, ama yeni döneme geçiş sürecinde muhafazakar aktörlerinin başında sayılan bu ‘gerici’ Paşanın dönem gazetelerine verdiği demeçte söylediklerinin, günümüz aydınlarının demokrasi yaklaşımlarından ileri olması, Cumhuriyet Türkiye’si için olduğu gibi, günümüz için de büyük şanssızlıktır: “Her cumhuriyet bilakaydüşart hakimiyet-i milliye değildir, fakat bilakaydüşart hakimiyet-i milliye her zaman cumhuriyettir”
*****
Türkiye’de önemli sorunlardan biri de anayasaların demokratikleşme sürecinde belirleyici olduğu algısıdır. Ancak tamamen yanlış olmayan bu algı, ‘her derde deva anayasal düzenlemeler’ beklentisi yaratabilmekte ve hatta demokratikleşme yönünde adımların ancak anayasal düzenlemeler aracılığıyla atılabileceği anlayışına yol açabilmektedir. Yani neden-sonuç ilişkisi bazen tersinden kurulmakta, yani araba atın önüne koşulmaktadır.
1876, 1921, 1924, 1961 ve 1982 Anayasaları bağlamında hem yeni anayasaların hazırlanış, kabul ve uygulanış süreçlerinin hem de anayasal revizyonlar tarihinin karşılaştırmalı analizi, bu gerçekliği apaçık önümüze koymaktadır.
Nitekim, son zamanlarda Tarih Tersleri’nde ele aldığım 1921 Anayasası revizyonları ile bugün tartışmaların odağında olan 1982 Anayasası revizyonlarının karşılaştırmalı analizi bile bize şunu göstermektedir: Çoğu zaman ‘demokrasinin daha iyi işlemesi’ için gerekli olduğu iddia edilen adımların anayasal revizyonlar üzerinden atılması, aslında var olan durumu meşrulaştırma, taçlandırma veya ‘kanunlaştırma’ adımından öteye geçmemektedir. Yani bu adımlar neden değil, sonuçlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak bu durum aynı zamanda devam etmekte olan belli bir sürecin nihayete erdirilmesi veya konsolidasyonu anlamına da gelebilmektedir.
Bunun en iyi örneklerinden olan 2017 anayasal revizyonu için bu tespitin geçerliliğini sonraki yazılarda ele alacağım, ancak 1923 Anayasasındaki ikinci revizyon için bu tespitin geçerliliği hususu bu yazının asıl konusudur.
*****
Bitirirken şunları söylemek isterim: 1921 Anayasasında 29 Ekim 1923 tarihinde gerçekleştirilen revizyon aracılığıyla Cumhuriyet’in ilan edilmesinin hikayesi (esasen 2017 yılındaki ucube ‘Türki-Tipi’ Başkanlık Sistemine geçerken yaşanmış olan) iktidar içre erk mücadelesinin gerilimli hikayesidir aynı zamanda.
Ancak bu noktada artık, iktidar mücadelesinin tarafları arasında değil, bu mücadeleden zaferle çıkmış ‘yeni muktedirler’ konumundaki dostlar arasında yaşanan bir rekabet söz konusudur. Bize ‘demokrasi hikayesi’ olarak anlatılan esasen bu rekabettir. Birlikte işledikleri onca suçlardan, giriştikleri kirli işlerden ve demokrasi mücadelesinde gerçek rakiplerin ‘başarılı’ bir şekilde tasfiyesinden sonra ortaya çıkan yumuşak bir erk mücadelesidir söz konusu olan.
1920-1923 döneminde yaşanan rekabet bağlamında baktığımızda, Başkan’ın ve Meclis’in aynı anda bu kadar güçlü olduğu başka bir döneme rastlamak mümkün değildir.
Dönemin ‘Reis’i (Başkomutan, ‘Meclis Devleti’nin Reisi, kurulmakta olan partinin ‘doğal’ başkanı) olarak Mustafa Kemal ve yandaşları, mevcut rejimi (fazla karışık, yavaşlatıcı, ayak bağı vs. olduğu argümanıyla) efektif yönetim önünde engel olarak görmektedirler. Bu ‘sorun’u Reis lehine ‘çözmek’ için geliştirdikleri argümanlara dayanarak Reisin elde ettiği denetimsiz güç, Cumhuriyet tarihinde ancak 2017 yılında bir kez daha bu nitelikte ve nicelikte karşımıza çıkacaktır.
Günümüz Kemalistlerinin önemli bir kısmı Erdoğan karşıtlığı üzerinden her ne kadar bu gerçekliği görmemek veya inkar etmek için ellerinden geleni yapsalar da içeriği ve sonucu açısından birçok yönüyle 2017 anayasal revizyonu, 29 Ekim 1923 anayasal revizyonunu hatırlatmaktadır. Her konuda olduğu gibi, kutuplaşmış taraflar aynı resme bakıp ak veya kara gibi zıt iki uçta ısrar edebilmektedirler.
Günümüz Tayyibistleri (Kemalizm karşıtlığını utangaç bir şekilde sürdürseler de bugün Atatürkçülük konusunda herkesle yarışmak üzere) her ne kadar bu analojiye Erdoğan diktatörlüğünü meşrulaştırmak için sempatiyle yaklaşsalar da sonucunun diktatörlük olması bağlamında bu analojiden uzak durmaktadırlar.
Zaten bana öyle geliyor ki Türkiye demokrasi tarihi analizlerinde kimin neyi savunduğu veya neye karşı olduğundan ziyade entelektüel tutarsızlık ve oportünizm ana mesele olarak karşımızda durmaktadır.
Neyse ki 1920-23 dönemi erk mücadelesinin doruğu olarak yaşanan 1923 yılı Nisan ve Ekim aylarındaki 1921 Anayasası revizyonlarının sonucunda karizmatik Reis-i Cumhur’un elde ettiği ‘başarısı’na henüz ulaşamamış olan günümüzün Reisi, (bu süreçte çok sayıda masumun canını yakmakla, büyük mağduriyetler yaratmakla ve demokrasi kırıntılarını tek tek ortadan kaldırmakla birlikte) diktatörlük inşası konusunda henüz Mustafa Kemal’in ulaştığı mutluluğa/huzura kavuşabilmiş değildir… Günümüz küresel konjonktürü, yüz yıl önceki uygun koşullara benzerlikler taşımakla birlikte, bu noktaya gelinememiştir.
Ancak bunu Tayyibizmin başarısızlığından ziyade (tüm kusurları ve aksaklıklarına rağmen) yüz elli yıllık demokrasi mücadelesinin Türkiye’ye kazandırdıklarına bağlamak daha doğru olacaktır: Çoğul bir ülkede yürütülen tüm tekçi politikalara rağmen Aleviler ve Kürtler başta olarak ‘kültürel çoğulluk’, seküler ve mütedeyyin çevreler başta olmak üzere ‘sosyolojik çoğulluk’ ve (sosyal-demokrat veya sosyalist) sol, İslamcı ve liberal ‘ideolojik çoğulluk’ bugün artık tekçi rejime karşı direnişin en önemli unsurları olarak karşımıza çıkmaktadırlar.
Amansız direnç ve mücadeleyle öne çıkan LGBTI+ ve kadın hareketine eklenmiş ekoloji mücadelesi başta olmak üzere, hiç biri tam olarak bastırılamayan veya tasfiye edilemeyen siyaset sahnesindeki çoğulluğun tüm unsurları ve onların renkli aktivizmi, uzun demokrasi mücadelesi tarihi boyunca nihayet (partiler, dernekler, vakıflar, inisiyatifler vb. üzerinden) politikleşmenin ve dolayısıyla özneleşmenin/aktörleşmenin sonucu olarak, her türlü tekçi siyaset karşısında sağlam bariyer oluşturmaktadırlar.
Bugün Türkiye demokrasisinin en büyük garantisi bu çoğulluktur ve demokrasinin daha çok gelişerek yerleşmesi için atılacak en önemli adım da (öncelikle bu çoğulluğu kabul ederek kıymetini bilmek üzere) bu çoğulluğa uygun çoğulcu politikalar üretmek olacaktır.
Anayasa tartışmalarının odağına oturtulması gereken, bu anlayış olmalıdır.
Ancak bu tartışmalarla ilgili temel sorunlarımızdan biri hem anayasalar tarihi hem onu kapsamak üzere demokrasi tarihi hem de her ikisini kapsamak üzere modernleşme süreci bağlamında Hamidizm, İttihatçılık, Kemalizm, 12 Eylül ve Tayyibizm arasındaki çizgisel ilişkinin, ideolojik körlükler ve siyasi, ekonomik veya sosyolojik angajmanlar nedeniyle eleştirel ve bütünsel bir bakışla tartışılamamasıdır.
Bunun en önemli nedeni ise akvaryumun içinde sığındıkları mağaracıklarda yaşama konforunu terk edemediği için bağımsız düşünemeyen ve güya tartışan aydınların ülkedeki egemenliğidir
Bülent Bilmez