Demirtaş, bir hapishane hücresinde direnmeyi, umudu yurdu yapmış anlaşılan… Onu yargılayanlar, her gün ona yeniliyorlar ve bu durumu değiştirme şansları yok… Demirtaş’ın intikamı bu galiba. İktidar olmadan bu kadar güçlü olabilmek…
Şahap Eraslan
1633 yılında Galileo, dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafında döndüğü tezinden mahkemede vazgeçerek ölümden kurtuldu. Hızır Paşa ise “öldürme hakkı”nı kullanmaya çok da hevesli değildi. İçinde Şah kelimesi geçmeyen şiir yazsa, kurtulabilirdi. Ancak “dünya dönmüyor” demeyi kendine yediremedi; diz çökmek ona göre değildi. “Ben de bu yayladan Şah’a giderim” dediğinde, boynuna urgan dolandı. Fakat sadece asılmadı; onun katli bir şölene dönüştürüldü. Halkın taş atarak katılacağı, kolektif bir cinayet sahnelendi. Kontrollü linç. Linç girişimlerinin dinamiğinde kontrol kaybı var ve öngörülemiyor… Linçe katılanların öfkeleri dininceye kadar sergilenen zulüm var. Burada düzenli kontrollü bir sahneleme var. Halkın sevdiği, türkülerini dinlediği, saygı duyduğu bir ozan. Halkı idama katarak ve fail yaparak ondan uzaklaşmasını istiyor otorite. Şah diyenlere açık tehdit, gözdağı… Türkülerle dinleyenleri arasında uçurum oluşturmak ve unutulmasını sağlamak.
Başaramadılar. Failler yaptıkları zulmü unutturmak isterler ve hatırlamak faile de belki ağır geldiğinden unutulmasını ister. Anımsamak yaşanın yeniden görselleşmesidir. Anımsamada da acı var bazen. Hızır Paşa, yani devlet otoritesi, halkın sevgisini düşmanlığa çevirmek istedi ve onlara ozanı taşlatarak suça ortak etti. Pir Sultan’ın ölümü sahneye konulmuştu, insanlar Brecht oyunlarında gördüğümüz bir role sokulmuştu. Hem aktör hem katil hem de seyirci oldular. Sanki Madımak’ın provası o zaman yapılmıştı…
Pir Sultan, idam sehpasında, boynuna urgan dolandığında adeta intikamını alırcasına “Şah’a giderim” diye haykırıyordu. Bu sözlerle ölümsüzlüğe gidiyordu; çünkü yüzyıllar sonra bile adından söz ettirebiliyor. Hızır Paşa, Pir Sultan’ın idamını sahnelerken, aslında yüzyıllar boyunca anlatılacak bir zulmü gelecek nesillere de miras bıraktığının farkında değildi. Pir Sultan’ın idamında radikal bir intikam, Hızır Paşa’nın ise radikal bir yenilgisi var. Onun ölümünde, sadece mağduriyetine acımaktan ya da direnişine saygı duymaktan öte çekici bir yan var. Yenildiğini sandığımız ölüm anı, aslında kazanmaya da başladığı andır. Bu an, onu ölümsüzleştiren adeta büyülü bir anıdır; Pir Sultan’la duygusal yakınlık kurduğumuz bu an, acımızın hayranlığa dönüştüğü andır.
Belki de Aleviler, Pir Sultan’dan öğrendiler intikamın bu türünü… Radikal bir intikam… Kötüyle mücadele kötü olmadan başarılamıyor. Radikal intikam failin dilini ve yöntemlerini kullanmayı reddediyor. “Biçim veremediğimiz şeylerin/ Biçimini alıyoruz” diyor ya Şükrü Ağabey (Erbaş). İşte şekil veremediği şeyin şeklini almıyor… Kendi dilini geçerli kılıyor. Kendisine uygulanan kötülüğün yöntemlerinden vaz geçerek kendi yolunda ilerlemek. İntikam aslında faile bir bağımlılığı gerektirir. Yani faile öfkeyle cevap vermek, o sizi dövdüyse/sövdüyse sizin de onu dövmeniz/sövmeniz. İşte yaratıcı intikam radikal çünkü mağdur faile olan bağımlılığı, onu taklit etmeyi reddediyor. İntikam aslında mağduru da fail yapar. Ama intikam alan kendisine yapılandan ötürü, yani önce masum olmasının ardına gizlenerek, fail olduğunda kendi kötülüğünü relatife ettiğini sanır. Her ne kadar haklı gibi görünse de kan davasında ölenin kanını yerde bırakmamak için işlenen cinayette intikam alan da katildir. İşte radikallik bu fail geleneğinin sonlandırılmasında…
Mitolojide Agamemnon’un ülkesine döndüğünde yaşananlar ve Orestes’in Athena tarafından korunmasıyla kan davası ve intikam geleneğinin sonlandırılmasında benzer bir hikâye vardır… İntikam, bir insanın kendisine uygulanan şiddetin aynısını veya biraz fazlasını failine uygulayarak eşitlenme, karşı şiddetle eski duruma dönme ve ödeşme arzusundan doğar. İntikam, bir haksızlığı gidermeyi amaçlar. Ancak Pir Sultan ile Hızır Paşa arasındaki ilişki asimetriktir. Pir Sultan’ın, Hızır Paşa’nın yöntemlerini ya da aynı silahları kullanma şansı yoktur ve zaten bunu istememektedir. Sazı ve sözüyle kendisini var etmiştir. Bu yüzden intikamını başka bir şekilde almak zorunda kalır. “Şah’a giderim” demesi, “beni öldürebilirsin ama yenemezsin” anlamına gelir. Bu, öfkenin dönüştürülmesi ve ‘Şah’a giderim’in intikam olmasıdır. Alevilerin intikamı da böyledir… Yaşadıkları zulme yanıtları ağıtlar yakmak, türküler ve deyişler söylemektir. Acılarını mızrapla yazmak… Türkülerinde o depresif bir hava aslında bir çığlık, tuttukları yasın hüznüdür. Kıvrak türküleri azdır, hazzı tanımadıkların değil… Türküleri bir çığlık, bir haykırış, bir ağıttır aslında… Bitirilemeyen ve uzun bir yas… Bu tür tutuma, “pozitif ve yaratıcı intikam” diyorum. Yaratıcı /pozitif intikam çok önemlidir, çünkü genelde intikamda öfke vardır ve intikam, ilk olayın yöntemini üstlenerek aynı araçlarla alınır. Örneğin biri dayak atmışsa, intikam da dayakla alınır; ya da benzer eş değerde cezalar seçilir. Madımak’ın intikamı bu nedenle ağıt söylemektir. Belki de bu nedenle cenaze törenlerinde alkış, saz ve türküler var. Yaratıcı intikam, aynı şekilde yanıt vermeyi reddeder. Çünkü fail eylemiyle yok etmeyi, yıkmayı seçmiştir. İntikam bu nedenle inatçı ve yaratıcıdır. Psikanalizde süblimasyon dediğimiz savunma mekanizmasına benzer… Süblimasyon… Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock, korku filmleriyle tanınır. Kendi korkularını sanatsal bir dille sinemaya aktararak aslında korkularıyla başa çıkmaya çalışıyordu… Bu yazdıklarımdan zulmü sineye çektikleri ve benim de bunu olumlu bulduğum anlaşılmasın. Yaratıcı intikam hayatı olumlayarak direnmektir. Aslında başka türlü bir asilik ve başkaldırıdır.
Madımak Katliamı Hafıza Merkezi’nin söyleşileri yayımlandı. Yeter Gültekin’in de bir söyleşisi var. Adeta abide gibi duruyor… Acılı, acısını anlatan ama asla yenilmemiş bir kadın var bu söyleşide. Kürtler de benzer bir yol izliyorlar. Dövülüyor, sövülüyor, hapse atılıyor ve öldürülüyorlar… Barış denildiğinde gözleri ilk onların parlıyor. Bunca zulme karşılık verdikleri yanıt yine ‘barış‘oluyor… Buradan Demirtaş’a gelmek istiyorum. O da yaratıcı bir intikam alıyor. Erdoğan’ın kendisini aşağılamak amacıyla kullandığı dili reddediyor. “Diz çökmeyeceğim,” diyor. “Suçlusun” diyorlar, “Diz çökmeyeceğim” diyor. “Teröristsin” diyorlar, “Diz çökmeyeceğim” diyor. Bu kadar diz çökmenin, el öpmenin yaygın olduğu bir kültürde yaşıyoruz. Büyüklerin ellerinden öperiz. Her namazda defalarca diz çökeriz. Boynumuz büküktür, kıldan incedir, biraz itaatten, biraz saygıdan… El öpmekle de ağız kirlenmez, denir. Bu diz çökmeler gönüllüdür; sevgidendir, saygıdandır… Ama zulmün olduğu yerde diz çökmemek, belki Seyit Rıza’dan öğrenilmiştir, kim bilir. Demirtaş, bir hapishane hücresinde direnmeyi, umudu yurdu yapmış anlaşılan… Onu yargılayanlar, her gün ona yeniliyorlar ve bu durumu değiştirme şansları yok…
Erdoğan, her şey ve herkes gibi olabiliyor; ancak Demirtaş gibi asla… Onun dili, espri anlayışı, politika tarzı, insana bakışı çok farklı. Yeri geldiğinde saz çalıyor, ağıt okuyor, bir fıkra anlatıyor… İnsan, kendisinden üstün ve değerli gördüğünü kıskanır. Bu yüzden kıskanılmak hak edilir çoğu kez ve kıskanılmayı hak etmeyenlere/edemeyenlere de kıskanmak düşer…
Demirtaş’ı tanımam. Türkiye politikası konusunda bilgisizim. Ama Erdoğan’la mücadelesi ve onu sıkça yenmesi ilgimi çekiyor… Erdoğan kameralar karşısına çıkınca taifesi yanında durabilmek için birbirlerini itiyorlar. Geçmişte bir maliye bakanı bu itiş kakış yüzünden sosyal medyada alay konusu olmuştu… Erdoğan’ın arkası sürekli boş… Sırtını yaslayacağı, onun gölgesi olacak hiç kimsesi yok. Erdoğan ve Demirtaş arasındaki farkları anlamak, Türkiye siyasetinde güç ve sadakat dinamiklerine dair oldukça çarpıcı bir perspektif sunabilir. Erdoğan’ın etrafında sadakatten çok gösterişe dayalı bir rekabetin var olduğunu gösteriyor. Politikada, özellikle de Erdoğan’ın çevresinde, güven eksikliğinin ve kuşkunun hüküm sürdüğü bu ortam var galiba… Kılıçdaroğlu örneğinde de olduğu gibi, birine güvenerek sırtını dayamak, siyasi bir risk haline gelebiliyor. Belki de bu hainlik üzerine kurulu politik kültürde bu gerekli. Kılıçdaroğlu galiba bunu denedi. Sırtını dayadığı çelmeyi takıp onun koltuğuna oturdu… Politikada ahlaki normlar başka galiba ve namertlik ve kuşku çok yaygın…
Demirtaş’ın fotoğraflarında yanında duran gülümseyen bir adam var. Adı Selçuk Mızraklı’ymış. Söyleşilerde gölgede kalıyor. Fotoğraflarda öne çıkmamaya özen gösteriyor. Rol çalmak, Demirtaş’ın rolünü engellemek gibi bir derdi yok görünüyor. Orada ikinci kişi pozisyonunda olmayı sorun yapmıyor. Selçuk Mızraklı’nın sanıyorum en olumlu ve önemli yanı ‘önemsizmiş gibiliği’ kabul etmesi. İşte bu önemsizmiş gibilik onu çok önemli yapıyor. Sempatik görünümlü biri, yüzünde bir gülümseme var. Gülümseme galiba onun direnme, dayanma gücüne işaret ediyor. Çok özgüvenli ve kendinden emin görünüyor. Belki de bu özgüven arkada durmasını sağlıyor… Mızraklı’dan önce de Abdullah Zeydan’la oda arkadaşlığı yapmış. Ona da sosyal medyada baktım. Genç, dinamik, yakışıklı bir Kürt erkeği… Arkada durmayı o da değersizlik/önemsizlik olarak algılamamış galiba… İntikamın altında sıkça haset ve kıskançlık var. Kıskandığımız insanlardan nefret etmeye eğilimliyiz…
Erdoğan sahneye çıktığından bu yana yanındakiler kadraja girmek için birbirlerini itiyorlar… Erdoğan’ın etrafında güvenilir, sabit bir gölgenin olmaması, onu daha yalnız ve savunmasız kılıyor. Erdoğan’ın arkası boş. İkinci, üçüncü pozisyonda kimsesi yok. Aslında yalnız ve kendini güvende hissedebilmek için sadece sırtını duvara yaslayabilen bir adam… Erdoğan çok şey oldu. Belediye başkanı, parti genel başkanı, başbakan, cumhurbaşkanı… Zengin oldu… İktidara geldi, devletin başı oldu… Ama Demirtaş gibi güçlü ve korkusuz olamadı… Sırtını yaslayacağı kimsenin olmaması… Demirtaş’ın intikamı bu galiba. İktidar olmadan bu kadar güçlü olabilmek… Erdoğan kendisine yandaşlarının kahramanlık destanları yazdıkları şu uyduruk hapis süresinde korumaları da varmış… Selçuk Mızraklı gibi yoldaşı olmayanların yüzlerce koruması oluyor… Erdoğan’ın koruma ordularına ihtiyaç duyması, iki lider arasındaki temel farklardan biri olarak karşımıza çıkıyor.
Zalim, gaddar olabilir… Mağdur, intikamını alırken bu eylemin anlamını yeniden inşa eder. Bu da intikamı, zulmün yalnızca bir karşılığı olmaktan çıkarıp, direnişin ve geleceğe taşınan bir öykünün parçası haline getirebilir. Günümüz diktatörleri, yaptıkları zulümde aslında yenilgiye uğrarlar; tıpkı Hızır Paşa gibi radikal bir yenilgi yaşarlar. Cervantes, Don Quijote’de kahramanlar ve kahramanlıklar döneminin sona erdiğini söylüyordu, ama belki yanılmıştı. Kahramanlar dönüşüme uğradılar: Sporcular, starlar, sosyal medya fenomenleri olarak yeniden doğdular. Jürgen Martschukat’ın Das Zeitalter der Fitness adlı eserinde söz ettiği gibi, günümüzde vücut geliştirenler ve sporcular kahraman sayılıyor. Ancak her şeye rağmen başka kahramanlar da var… Kahramanlık zulümle ilişkili. Zulüm ve eşitsizlikler olduğu sürece mutlaka kahramanlar da olacak.
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamından sonra doğan çocuklara verilen isimlerin “Deniz” olması da klasik kahramanlık anlatısının nasıl devam ettiğini gösteriyor. Kahramanlık, çoğu zaman yaşanan haksızlıkların intikamını alabilme gücünde saklıdır. Çünkü kahramanlık anlatılarında intikam, yalnızca bireysel bir öfkenin dışavurumu değil, aynı zamanda toplumsal bir direnişin ve adalet arayışının ifadesidir.
İntikam modern toplumdaki ayıp
Modern toplum intikamı yasaklar. Yani size yapılan bir kötülüğe cevap vermemeniz sizin yerinize devletin cezalandırması (=sembolik intikam) istenir. Size yapılan bir kötülüğe karşılık vermek yerine, adaletin sizin adınıza sağlanması beklenir. Kişinin intikamdan yana olması ‘ilkel, vahşi’cedir. İnsanlar ilkel ve vahşi sayılan bu duygudan kaçınıyorlar ve bu duygunun bilinmesi/fark edilmesi utanma duygusu yaratıyor. İntikam duygusunu bastırmak toplumsal norm haline geldi. Yani insanın ideal ben’iyle reel durum arasındaki fark ve bu farkın farkına varabilmek utanma yaratabiliyor. Bu utanma, insanın kendi iç gözünün gördüğü bir yargıdır. Ancak, utanma kültürlerinde bir kişi utanması gereken bir şey yapmışsa ve bunu hissetmiyorsa, toplum tarafından utandırılır. Bu durum, intikam gibi “yasaklı” duyguları daha da içe kapamaya iter ve bu duygular bireyin iç dünyasında adeta “düdüklü tencere” gibi kaynamaya başlar.
İçine atılan, dışarı vurulamayan ve sürekli yoğunlaşan bu agresyon, bireyin içinde biriken öfke ve enerjiyi büyütür. Birine kızgın olmanıza rağmen bu öfkeyi yansıtamadığınızda, zihninizde o kişiye karşı öfkenizi nasıl dışa vuracağınızı hayal etmeye başlarsınız. Bu hayaller, yansıma bulamayan öfkenin kendisini daha da yoğunlaştırır. Bu durumda, yeni öfkeler eski öfkelere eklenir ve içsel bir kin yumağı oluşur. Sonunda, birey yalnızca kin ve intikamla dolmaya başlar. Bu noktada, iyiye ve güzele insanın iç dünyasında alan kalmaz; kişi bir “kötülük yumağı” haline gelir. Bu duruma, Fransızca kökenli “ressentiment” (gücenmişlik, kin) denir – bireyin öfke ve kötülükle dolması.
Nietzsche, Ahlakın Soy Kütüğü eserinde benzer bir durumu ele alır. Ona göre, dışarı boşaltılamayan öfke içe yöneltilir ve burada büyütülür. Nietzsche, insan ruhunun, bastırılmış duyguların birikimiyle şekillendiğini belirtir. Biriken öfkeler dışa vurulabildiğinde genellikle şiddetli bir patlamaya yol açar – orantısız bir tepki… Örneğin, sürekli dışlanan birinin bu dışlanmadan kaynaklanan negatif duyguları bastırması, sıradan bir dışlanma anında kontrolsüz bir öfkeye yol açabilir. Bu tür bir öfke birikimi, kişiyi paranoyak bir bakış açısına sürükleyebilir; kişi her şeyi tehdit olarak algılar hale gelir, yaşananları seçici bir algıyla yorumlar. Bu durum, gereksiz öfkelerin de içe alınmasına ve bireyin iç dünyasında büyüyen bir karamsarlığa neden olabilir.
Bitti sandığımız ama bitmeyenler…
Haberlerde okuyoruz. Bir katil mağdurunu onlarca kez bıçaklamış. Öldürdükten sonra da bıçaklamayı sürdürmüş… Bir kişi onlarca kurşunla öldürmüş… Burada mesele öldürmenin ötesinde. Öldürmek, yani son bile intikam duygusunu, birikmiş öfkeyi bitiremiyor… Bu üzerine düşünülmesi gereken bir olgu. Berkin Elvan öldü. Her film, her öykü olayın önemli aktörü öldüğünde biter. Film bitmedi… Burada öfkenin sınırları kayboluyor; yalnızca öldürmek yetmiyor, şiddet, mağdura karşı duyulan patolojik öfkenin dışavurumu olarak sürüyor. Mağduru öldürdükten sonra bile bıçaklamaya veya kurşunlamaya devam etme örneği, intikamın sıradan bir öldürme isteğini aşan bir dürtüye dönüştüğünü gösteriyor. Bu, içsel bir huzur sağlanana kadar tekrarlanan, derin bir tatminsizlikle dolu bir öfke. Cezası ne olursa olsun bitirilemeyen öfke. Can Dündar örneğinde de aynı patolojik öfkenin izlerini görüyoruz. İşine son verilmesi, yargılanması, hapse atılması, kurşunlanması, sürgüne gönderilmesi bile yetmiyor; bu bitmeyen öfke, Dündar’ın varlığına duyulan “patolojik kin” olarak kendini gösteriyor. Bu durum, artık onun ‘suç’undan ya da fiillerinden öte, onunla uğraşanların içsel meselelerine işaret ediyor. Sanki intikam aldıkça çoğalan, her cezada daha da güçlenen bir duygu bu.
Psikanalist Herbert Rosenfeld, omnipotent (her şeye kadir) bir ‘kendilik-idealizasyonu’na sahip kişilerin, zaaflarını kendilerine hatırlatan veya sahip olmadıkları özellikleri taşıyan kişilere karşı düşmanca hisler besleyebileceğini belirtir. Bu kişiler, başkalarının varlığını kendi güç algılarına yönelik bir tehdit olarak görür ve yıkıcı bir öfkeyle o insanları yok etmeye çalışabilirler. Erdoğan’ın Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş gibi isimlere sürekli “terörist” demesi, onları değersizleştirme ve “nötrleştirme” çabası olarak değerlendirilebilir. Stefan Etgeton’un işaret ettiği gibi, değersizleştirme, başkalarını sıradanlaştırarak etkisiz kılmayı amaçlar. Ancak Erdoğan’ın bu çabaları, sosyal medyada ve toplumun çeşitli kesimlerinde karşılık bulmuyor. Böylece Erdoğan, sadece Kavala ve Demirtaş’a aslında yeniliyor. Yeniliyor çünkü amacına ulaşmıyor…
Alparslan Kuytul gibi isimlerin varlığı da bu bağlamda ilginç; Erdoğan’a karşı çıkan ve onu dinsel tutum konusunda deşifre eden Müslüman figürler de var. Onun söylemine ve otoritesine karşı gelen bu figürler, toplumun farklı kesimlerinde güç kazanıyor ve Erdoğan’ın değersizleştirme stratejisi de burada etkisiz kalıyor. Bu durum, toplumsal dinamiklerde bazen baskıcı bir iktidarın en büyük rakibinin yine toplumun içinden çıktığını, her türlü yıkıcı çabaya rağmen insanlar tarafından değer verilen figürlerin, iktidarın yenilmez olduğunu düşündüğü gücüne karşı direniş gösterebildiğini anlatıyor.
Tortur, özel bir zulüm biçimi
12 Mart sonrası ya da 12 Eylül… Günlerce, haftalarca süren işkenceler… Bu işkenceler sadece bilgi almak veya örgüt içi güveni sarsmak için değil, aynı zamanda sistematik bir şekilde onur kırıcı muamelelerle bireylerin psikolojisini yıpratmak için yapılıyordu. Özel bir işkence biçimi olan “tortur” bu noktada devreye girer. Tortur Almanca bir sözcük. İşkence kişisel bir tanışıklık veya bireysel bir öfke nedeniyle değil, iktidarın birey üzerinde mutlak hakimiyet kurma ve onu ezme arzusuyla yapılan bir eylemdir. İşkencecinin işkence ettiği kişiye bireysel kini olmayabiliyor. Ama ideolojik genel bir öfkesi ve kini olabilir. Irkçı faşist bir görevli solcu birine işkence ederken kendi ideolojik düşmanlığını da işkenceye katabilir. İşkenceyi sadece ‘mesleği’ gereği yapanlarda kişisel (evlilik, iş, komşuluk ilişkilerinde olabileceği gibi) nefret hissetmiyor olabilirler. Torturda bu durum sıkça değişiyor. Kişi zulüm yapmaktan haz da alıyor. Bu kişisel haz işkenceyi sadistleştiriyor. Bazen de mağduru aşağılayarak kendini sınırsızı/tanrısal güçte hissedebiliyor. Kişi mağdurunu kişisel tanımamasına rağmen mağduruyla ilişkisini kişiselleştirebiliyor. Daha doğrusu kendi içinde birikmiş kötü’yü bu kişiye kusuyor. Bu nedenle dışarıdan bu durumu anlamak zor ve sadece patolojik mekanizmaları gözden geçirerek anlayabiliriz. Wolfgang Müller-Funk (Grudelitas/Zwölfkapitel einer Diskursgeschichte der Grausamkeit=Zulmün on iki bölümlük diskur tarihi), bu sistematik kötülüğü anlamak için Jean Amery’nin işkenceye dair analizlerine başvurur. Tortur, spontane gibi görünen, ancak aslında derinlemesine sistematik olan bir şiddet biçimidir. Yani günümüzde sıkça ‘bu da nereden çıktı’ dediğimiz, sanki tesadüfen ya da spontane gibi görünenin aslında bir sistematiğinin olduğu. Mesela arada bir ‘akıllı olursanız barışırız’ ya da ‘havalar ısınsın ‘yumuşama olacak’ kas ‘gevşetici etkisini göstersin gevşek demokrasiye geçeceğiz’ gibi hallerin bu sistematiğin bir parçası olduğunu sanıyorum. Tutuklulara bazen ‘gelecek duruşmada biraz gevşeme olacak’ havası yaratması…Bu tür işkencelerde, mahkumlara sürekli olarak umut verilerek, bazen “bir sonraki duruşmada gevşeme olacak” gibi belirsiz umutlar yaratarak onurları kırılmaya çalışılır. Mağdurun umudunu yitirmesi amaçlanır burada.
Şunu söylemeyi deniyorum: Torturun amacı insan onurunu alay konusu yapmaktır... Demirtaş ve Kavala gibi isimler bu tür bir “tortur” ile alay ederek, kendilerine yapılanı tersine çevirebiliyorlar. Erdoğan’ın, Demirtaş ve Kavala’nın adının geçtiği her an öfkesinin kabarması da buradan kaynaklanıyor; çünkü film Erdoğan’ın gözünde çoktan bitmiş olmalıydı, ama onlar hala direniyor. Tortur’un hedefi, bireyin dünyaya olan güvenini (Weltvertrauen) kökten sarsmaktır. Dünyaya güven, toplumsal bir sözleşmeye olan inancı içerir; yani karşımdaki kişinin, örneğin metro beklerken beni raylara itmeyeceğine güvenmem gibi. Ancak tortur, bu güvenin köküne darbe vurarak kişiyi güvensiz, çaresiz bir boşluğa iter. Bilinen toplumsal sözleşmelerin hiçbirinin geçerliliği yoktur. Tortur hiçbir şeyi kesin olmayan hale getirir, belirsize çevirir. Belirsizlik. İşte bu travmatik bir şey. Demirtaş ve Kavala biliyorlar. Yaşadıkları öngörülemez, planlanamaz ve her şey belirsiz… Kendi türkülerini söylüyorlar. Toplumsal sözleşmelerin hükmünün olmadığı ortamda hayatla yeni ve özgün sözleşme yapmışlar. Bu sözleşmenin ilk ve tek maddesi direnerek var olmak.
Son yıllarda, Erdoğan’ın ittifaklarının ve düşmanlarının sürekli değişen pozisyonları, bu güvensizlik atmosferini destekliyor. ‘FETÖ’ örneğinde olduğu gibi, geçmişte en yakın müttefik olanlar bir anda en büyük düşman ilan edilebiliyor. Erdoğan’ın Demirtaş ve Kavala gibi isimlere karşı bitmeyen öfkesi de bu kişilerin onun cezalandırmalarına boyun eğmeyerek kendi sembolik “yurtlarına” tutunmalarında yatıyor. Yurt imajiner de olabiliyor. İnsanın kendisini güvencede hissettiği imajiner mekân. Göçmen hikayelerinden, kolonyal teorilerden bildiğimiz bir mesele var: İnsanlar kendilerine imajiner kültürel yurtlar yaratarak mücadelelerini sürdürebiliyorlar. Bu kültürel yurt insanları psikolojik olarak da besleyebiliyor. Bu yurt, bir ressam için tuvali, bir şair için dizeleri, bir ideoloji ve bazen bir inanç olabilir. Demirtaş ve Kavala da kendilerine sembolik yurt olarak direnme ve umudu seçmişler. Bu durum, Erdoğan için daha da büyük bir öfke kaynağı; çünkü kendini en güçlü sandığı alanda, yani onların iradelerini kırma çabasında, kendi sahasında yeniliyor. Bu kişiler boyun eğmiyor ve tortur’un nihai amacına ulaşmasını engelliyorlar. Zulüm yaparak boyun eğdirmeye çalışmasına direnerek cevap veriyorlar.
Yıllar önce Herald Hüther’in bir kitabı Almanya’da okunma rekorları kırıyordu. Kitabın adı Onur’du (Würde). Hüther insanın yıllarca bilgi biriktirdiğini, sorulara cevaplar aradığını ama hoşnutsuzluğu geçemediğini anlatıyordu. Kimileri için para, kimileri için güzellik, kimileri için de başarı çok önemli olabilir. Ama Hüther bir toplumu ve bireyi güçlü yapan şeyin onur olduğunu yazıyor… Birinci yalan, ilk sahtekarlık, ilk rüşvet, birinci adaletsizlik utandırıyor, ikincisi daha az sorun oluyor… Onuncusunda insan sadece yalancı, sahtekâr değil onursuz da. Bu kişiliğin, değerler sisteminin, duyguların ve düşüncenin de deforme olmasıdır… Onurunu yitirenler özdeğer, özgüven duygusunu da yitiriyorlar. Bireyin ve toplumun sağlıklı olabilmesi için onuruna sahip çıkması ve onarması gerekiyor. Bazı kahramanlık anlatıları sadece onurun korunması, kişinin kendisine sahip çıkması üzerine kuruludur. Şah Pir Sultan için onur meselesidir.
Galileo’nun mahkemeden çıkarken sessizce ‘siz kabul etmeseniz de dünya dönüyor’ dediği söylenir. Bu sessizce söylendiği iddia edilen şeyin doğruluğunu belgeleyemiyoruz. Ama Galileo’yu yenilmiş biri olarak tarihe bırakmayı içimize sindiremiyoruz galiba… Yıllar önce sorsam kendilerine dayatılan bu pozisyonu gönüllü istemezlerdi belki de… Ne Kavala hapsi ne de Dündar sürgünü… Akşam evinde çocuklarıyla dizi bakmayı, hafta sonu kırlarda yürümeyi hayal edenleri hayat bazen kahraman olmaya zorlayabiliyor… Yani hayat insanı bazen istemediği yöne de götürebiliyor. Ve insanlar gittikleri yolla da özdeşleşip bu yolu ‘kendilerinin’ yapabiliyorlar… Demirtaş, Mızraklı, Kavala, Can Dündar ve niceleri… Ve bu insanları destekleyenler… Bazen sessiz bazen de seslice direnenler… Galileo’yu da Pir Sultan’ı da iyi anlamışlar galiba…
Başka bir yazıda intikam teorilerini yazmayı deneyeceğim…