Fiziksel, zihinsel ve ruhsal bakımlardan canlılık kazandıran, kuvvetlendiren, iyi hissettiren iksire ‘tonik’ denir.
Siyasette de kimi sözcükler bazen tonik etkisi yapsın diye kullanılır.
Şimdi kendi örgütü, muktedirin bir zamanlar başkaları için yaptığı ‘avara kasnak’ benzetmesini hak etmektedir. Olduğu yerde dönüp duruyor ve güç aktarmıyor.
İşe yarayan bir enerji üretemeyen, var olanı da kullanamayan her türlü örgüt zamanla çürür, çözülür. İktidarda da, miadını doldurmuş olmaktan ileri gelen gevşeme ve dağılma emareleri bolca mevcuttur.
Akıllarına yeni bir sözcük gelmiyor olmalıydı ki zaten iktidarın bir sorunu da buydu, eskiye müracaat edildi.
Envanterdeki ‘darbe’ sözcüğü yeniden tedavüle sokuldu: Bu kez ‘darbe söylentisi’ olarak, bir tamlama halinde… ‘Darbe’ tamlayan, ‘söylenti’ tamlanandı.
Bir efekt yaratmak için iktidar gazetelerindeki köşelerde “Darbe söylentisi var” minvalli yazıların yayımlanması gerekiyordu.
14 Şubat’ta üç iktidar gazetesinin, başlıklarında ‘darbe’ sözcüğü geçen birer köşe yazısıyla çıkması elbette tesadüf olamazdı.
Buna göre sözde ‘darbe söylentisi’, güya ‘fısıltı gazeteleri’ tarafından, İlker Başbuğ ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun ‘siyasi ayak çıkışları’yla ilişkilendiriliyordu.
İlker Başbuğ’un 28 Ocak’ta Haber Global adlı TV kanalında söylediklerini, var olduğu iddia edilen darbe söylentileriyle ilişkilendirmenin akıl ve mantıkla neden bağdaşmayacağını anlatmak için eski Genelkurmay Başkanı’nın ne dediğini anımsatmak yeterlidir:
“FETÖ’nün siyasi ayağı yok dersek gerçeği inkar olur. Bunun yargının çıkarması ve siyasi iradenin ağırlığını koyması lazım. 26 Haziran 2009’da yasalar torba yasa olarak gündeme getiriliyor. Bu TSK ile ilgili bir kanun teklifi. Bu yasa 25 Haziran’ı 26’sına bağlayan gece yarısı oluyor. (…) Bahsedilen yasa teklifine göre askeri şahıslar askeri mahalde işlediği suçlar da dahil özel yetkili mahkemelerde yargılanacak. Bu bir kere anayasaya aykırı. (…) Bu kanun teklifini kim hazırladı? Tamamen FETÖ ile ilgili bu araştırılsın.”
İlker Başbuğ ne demiş?
2009’da askerlerin askeri mahalde işledikleri iddia edilen suçlardan dolayı Fethullahçı kadroların elindeki özel yetkili mahkemelerde yargılanmasını mümkün kılan bir siyasi hamleyi anımsatmış…
Ve Başbuğ bu özel yetkili mahkemeler konusuna ilk kez değinmiyor. 10 Şubat tarihli yazısında Çiğdem Toker, Başbuğ’un bundan 10 yıl önce de, Genelkurmay Başkanlığı’nı Işık Koşaner’e devrettiği törende yaptığı konuşmada özel yetkili mahkemelerin yetki ve sorumluluklarının acilen ele alınması gereğini vurguladığından bahsetmişti. Aradaki tek fark, Başbuğ’un 10 yıl sonra daha açık konuşması.
Başbuğ’un sözlerinin bir ‘darbe söylentisi’yle ilişkilendiğinden bahsedenler, bir ‘darbe söylentisi’nin gerçekten de var olduğu izlenimini yaymak isteyenlerden başkası değildir.
İktidardan yansıyan bu meşum mantığa göre, AKP ile Fethullahçı örgüt arasındaki ittifak döneminde bu ikisinin birlikte yaptığı fenalıklardan söz edince, ‘darbe söylentisi’yle ilişkiye geçmiş oluyorsunuz. Bu eski ittifakın birlikte işlediği cürümler çok uzun zamandır eleştiriliyor ve anımsatılıyordu. Ortada bu bakımdan yeni bir durum yok. Yeni olan, iktidarın ‘darbe söylentisi’ efektine ihtiyaç duyması.
Keza, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 11 Şubat’ta partisinin grup toplantısında Erdoğan’ı ‘FETÖ’nün siyasi ayağı olmak‘la suçlaması da yeni değil. CHP Genel Başkanı’nın önceki yıllarda da birçok kez bu yönde konuştuğu kayıtlarda.
Yenilik, Kılıçdaroğlu’nun ‘siyasi ayak’ suçlamalarının ‘darbe söylentisi’ iddiasına inandırıcılık katsın diye kullanılmasıdır.
‘Darbe söylentisi’ efektiyle ilişkilendirilen üçüncü husus da Amerikan düşünce kuruluşu ‘RAND Corporation’ın geçen ocak ortasında yayımladığı Türkiye raporunda geçen bir cümle. ‘Türkiye’nin Milliyetçi Yönelimi – ABD-Türk Stratejik Ortaklığı ve ABD Ordusu’na Etkileri’ başlıklı 242 sayfalık raporun 29’uncu sayfasında, ‘bazı gözlemcilerin, Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki orta kademelerin üstlerinden duyduğu rahatsızlığın, bir noktada yeni bir darbe teşebbüsüne yol açabileceğine inandıklarından’ söz edilmiş.
RAND’ın bu fevkalade spekülatif ve netameli görüşe raporunda yer vermesi, olumsuz manada dikkat çekici ve izaha muhtaç.
Ayrıca, ‘Türkiye’de bundan böyle askeri darbe olmayacağı’ şeklindeki, kesinlik içeren bir görüşü savunmanın mesnedi ne kadar mevcut değilse, “Türkiye’de gelecekteki belirli bir noktada darbe teşebbüsü olabilir” demek de çok saçma ve bir düşünce kuruluşunun raporunda yer almayı gerektirecek herhangi bir bilgi değeri taşımıyor.
RAND’ın Türkiye raporundaki bu darbeli cümleye siyasi anlam atfetmek doğal karşılanabilecek bir tepki, lakin konumuz açısından işin püf noktası tepkinin zamanlamasında.
İktidarın medyası ve köşe yazarları, RAND raporunun içindeki ‘darbe uyarısı’na ocak ayının ortasında, rapor yayımlandığında dikkat çekselerdi, tepkilerini ‘zamanlıca ve doğal’ olarak nitelendirmek mümkündü. Raporun içinde ‘darbe uyarısı’nın da yer aldığını duymamış olamazlardı çünkü iktidara yakın birkaç sosyal medya hesabında, bir iktidar gazetesi ve bir internet sitesinde bu konuya değinildi. Lakin bir ay önce, iktidar medyası ve sözcüleri bu raporu mesele etmemeyi tercih ettiler.
İktidarın darbeli RAND raporunu bir ay gecikmeyle nihayet kullanmaya başlamasının izahı şu: Sözde ‘darbe söylentisi’ RAND raporu tarafından tetiklenmedi; bu RAND raporundan iktidar, şimdi ihtiyaç duyduğu ‘darbe söylentisi’ efektini yaratmak için yararlandı.
14 Şubat tarihli köşe yazıları sayesinde ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’a darbe sorusu yöneltmenin zemini oluştu. Erdoğan da bir gün sonra Pakistan dönüşünde uçağındaki medya mensuplarından birinin, “Türkiye’de bu saatten sonra darbeye niyetlenecek kimseler var mıdır?” şeklindeki sorusuna, “Evet, vardır” ya da “Yoktur” diye bir cevap vermedi… “Vardır” dese, bu ‘darbe niyetlileri’nin kim olduklarını açıklamakla da mükellef olacaktı. Bunun yerine Erdoğan bir ‘darbe varsayımı’ hakkında konuşmayı yeğledi:
“Böyle bir şey olduğu anda bizim milletimiz ‘Kapıdan dışarı çıkalım mı çıkmayalım mı’ demez. Elinde neyi var neyi yok herkes meydanlara dökülür. Bunun en güzel cevabını 15 Temmuz’da verdik. Bundan sonra da milletimin aynı şekilde karşılık vereceğine olan imanım kesinlikle tamdır.”
İktidarın ‘darbe söylentisi’ kampanyası, Erdoğan’ın ‘darbe söylentisi’ne gerçeklik atfedilmesi amacına hizmet eden bu cevabı ile zirveye tırmandı. Kampanya, bu yazı yazıldığı sırada saraydaki bazı gözden düşmüşlerin katkılarıyla da devam ediyordu.
‘Darbecilik’, bu iktidar dönemindeki güç mücadelelerinde işe yarayan bir suçlama oldu.
Milli Görüş’ü iktidardan indiren 28 Şubat post-modern darbesinin yarattığı travma, muhafazakar/İslami/İslamcı tabanın ruhunda ve zihninde derin izler bırakmıştı. Darbecilik suçlaması, AKP-Cemaat ortaklığı sırasında devletin ele geçirilmesi için düzenlenen komplolarda da başarıyla kullanıldı. Neden sonra, iktidara karşı gerçek darbe teşebbüsü, eski ortağı Fethullahçı örgütün askeri ayağından geldi.
Bu nedenlerden ötürü, ‘darbe söylentisi’ çıkarmanın çözülme emareleri gösteren tabanın, reisleri etrafında yeniden kenetlenmesi sonucunu doğuracak bir şartlı refleksi harekete geçirmesi beklenebilir.
Ezcümle, iktidar sözcüleri ve medyasının ortaya koyduğu argümanlara bakarak, Türkiye’de gerçekten de bir ‘darbe söylentisi’ olduğuna inanmak mümkün değil. Ama ‘darbe söylentisi olduğunu’ iddia edenler var ve hepsi de iktidarın adamları.
Darbe dedikoducuları hakkında yazmak istemezdim. Ne var ki iktidar medyasının ‘darbe söylentisi kampanyası’nın vardığı seviye beni bu konuya ilgisiz kalmaktan alıkoydu; dedikodu kampanyasının siyasi maksadı hakkında yazmak kaçınılmaz oldu.
Kampanyanın sadece ‘siyasi tonik’ işlevi görmekle kalmayıp, hedefi bunun ötesine geçen güç kavgaları için kullanılıp kullanılmayacağını ise zaman gösterecek.