Batı, feminist mücadeleyi siyasi zeminden koparmaya çalışsa da Filistin’in mücadelesi feminizmden ayrı düşünülemez. Filistinli kadınlar ve queerler, sınırları aşarak ilerici davaların ön safında yer alıyor.
Nada ELIA (“Filistin: Sosyalist Bir Giriş” içinde, derleyenler: Sumaya Awad ve Brian Bean, Haymarket Books, 2020, sf. 157–167)
“Bizdeki güç hiçbir erkekte yok. Protestoların ilk gününde gösterdiğim gücü, başka kimsede bulamazsınız.”
— Razan Najjar
Filistin‘deki kadınlar ve queer bireyler, sıkça endişeli Batılılar tarafından muhafazakâr bir toplumda dolu dolu ve tatmin edici bir yaşam sürmenin zorluklarını nasıl aştıkları soruluyor. Batı diasporasında olanlarımıza ise gerçekten daha iyi durumda olup olmadığımız, “modern” toplumlarda istediğimiz gibi giyinip dolaşabilmenin avantajlarını yaşayıp yaşamadığımız soruluyor. Bu sorular yanıltıcıdır. Aslında Filistinlilere nasıl direndiğimiz, İsrail’in varlığımızı ve tarihimizi silmeyi amaçlayan zalim apartheid sistemi altında nasıl yaşamaya, sevmeye ve birbirimize bakmaya devam ettiğimiz sorulmalıdır.
Bizi, yalnızca kim olduğumuz için her birimizi bir “demografik tehdit” olarak gören etno-supremasist bir ülkenin hukuk sistemi altında nasıl ayakta kaldığımız sorulmalıdır. Silahsız çocukların insan haklarını talep ederken İsrail askerleri ve keskin nişancılarının öldürme emri aldığı bir ortamda gençlerimizin özgür olma dürtüsünü nasıl koruduğu sorulmalıdır. Aynı anda hem yerleşimci sömürgeciliğini hem de ataerkilliği reddederken nasıl topluluklar kurduğumuz, birbirimizi nasıl beslediğimiz sorulmalıdır.
Diasporadaki bizlerin Filistin’den daha iyi durumda olduğumuzu düşünenler, Filistin halkının, kadınların ve queer bireylerin en büyük baskıcısının kim olduğunu yeniden düşünmelidir: Temel haklarımızı inkâr eden İsrail mi, yoksa çoğu zaman yalnızca silinme tehdidi altındaki bir kültüre tutunma çabası olan “geleneksel değerleriyle” Filistin toplumu mu?
Ve milyonlarca kişinin yurt özlemi çekerken, diasporamızın bir tercih değil, İsrail tarafından dayatılmış bir gerçeklik olduğunu da düşünmelidirler.
BATI SÖYLEMİ VE FİLİSTİN MESELESİ
İstemeyerek de olsa, Batı’nın Filistin söylemi üzerine kısa bir tartışmayla başlıyorum; çünkü Filistin meselesinin küresel bir konu olduğuna inanıyorum. Filistin halkının neredeyse yüzde 80’i atalarının kasaba ve köylerinden zorla yerinden edilmiş durumda ve bizi mülksüzleştiren İsrail, Batılı güçlerden mali destek ve siyasi dokunulmazlık alıyor. Aslında, Filistin sivil toplum örgütlerinden geniş bir koalisyon tarafından kabul edilen kurtuluş stratejisinin—Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar Hareketi (BDS)—Batı’daki bireylerin İsrail üzerinde etkili olabileceği küresel dayanışmaya dayanması, Batı’nın Filistin halkına yönelik baskıyı sona erdirmedeki kritik rolünü açıkça ortaya koyuyor.
Buna rağmen, Batı’daki ana akım söylemde Filistinli kadınlar ve queer bireyler ya yok sayılıyor ya da yalnızca “İslami köktendincilik” tarafından baskı altına alınmış olarak gösteriliyor. İsrail’in şiddeti, ki bunun büyük bir kısmı cinsiyet temellidir, neredeyse hiç tanınmıyor.
BATI FEMİNİZMİ VE FİLİSTİNLİ KADINLARIN MÜCADELESİ
1985 yılında, Batı feminizminin simgelerinden Betty Friedan, Nairobi, Kenya’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Uluslararası Kadın Konferansı’nda ünlü Mısırlı feminist Nawal El Saadawi’yi sansürlemeye çalışarak Batı’nın Filistinli kadınların mücadelesini görmezden gelişini net bir şekilde gösterdi. Friedan, El Saadawi’ye “Lütfen konuşmanda Filistin’i gündeme getirme” dedi. Bu, tamamen ırkçılıktan kaynaklanan kötü niyetli ve entelektüel tembellikten başka bir şey değildi. Friedan, El Saadawi’ye bunun bir “kadın konferansı” olduğunu ve “siyasi bir konferans” olmadığını söyleyerek açıklamada bulundu.
El Saadawi ise bu uyarıyı dikkate almadı ve şunları söyledi:
“Elbette, konuşmamda onun [Friedan’ın] söylediklerini dikkate almadım; çünkü kadın sorunlarının siyasetten bağımsız ele alınamayacağına inanıyorum. Arap bölgesindeki kadınların özgürleşmesi, yaşadığımız rejimlerle yakından bağlantılıdır ve bu rejimler çoğu zaman ABD tarafından desteklenmektedir. Ayrıca, Filistinli kadınların özgürlüğünden bahsederken, onların üzerinde yaşayacakları bir toprak hakkından söz etmeden nasıl konuşabiliriz? Filistin ve İsrail’deki Arap kadınlarının haklarından bahsederken, İsrail rejiminin onlara uyguladığı ırkçı ayrımcılığa karşı çıkmadan bunu nasıl yapabiliriz?”
“ZIONESS” HAREKETİ VE FİLİSTİNLİ KADINLAR
Batı/beyaz feminizmin, Filistinli kadınların baskı koşullarının siyasi bağlamını silme girişimi, 2017’de Washington’daki Kadın Yürüyüşü sırasında da kendini gösterdi. Filistinli Amerikalı organizatör Linda Sarsour’un liderliğine karşı çıkan liberal feministler, yeni ortaya çıkan “Zioness” hareketi de dahil olmak üzere, “antisemitizm” iddialarıyla Filistinli kadınların durumunu gündemden çıkarmaya çalıştılar. İlginçtir ki, “Zioness Hareketi”, açıkça Siyonizm karşıtı feministlere karşı koymak amacıyla ortaya çıkmıştı.
Bu hareketin sloganı, “Tereddütsüz ilerici, özür dilemeden Siyonist” idi ve bu, Siyonizmin ırkçılık olduğunu ve ilerici hareketlerde yeri olmadığını nihayet fark eden Batılı feministlerin artan anlayışına doğrudan bir yanıttı. Örneğin, Amerika’nın en büyük akademik kadın örgütü olan Ulusal Kadın Çalışmaları Derneği, Kasım 2015’teki yıllık kongresinde BDS’yi destekleme kararı aldı.
PEMBE YIKAMA VE İSRAİL’İN İNSAN HAKLARI İHLALLERİ
Pembe yıkama, İsrail’in insan hakları sicilini gizlemek amacıyla kendi sözde toplumsal cinsiyet özgürlüğünü ön plana çıkararak Filistin toplumunu suçlayan bir stratejisidir. Anti-pembe yıkama aktivistleri, İsrail toplumunun genel olarak oldukça muhafazakâr olduğunu ve “eşcinsel dostu” imajının yalnızca siyasi amaçlarla ve yalnızca İsrailliler veya çok değer verilen Batılı turistler söz konusu olduğunda geçerli olduğunu vurgulayarak bu propagandayı başarıyla bozmuştur.
Basitçe söylemek gerekirse, İsrail, queer Filistinli mültecilerin dönüş hakkını reddetme konusunda hiçbir istisna yapmamaktadır; bir İsrail askeri, bir Filistinli bireyin kontrol noktasından geçerken cinsel yönelimini sorgulamaz, queer bireyleri serbest bırakıp heteroseksüel Filistinlileri alıkoymaz; ev yıkım ekipleri de eşcinsel Filistinlilerin evlerini es geçmez.
MADELEINE ALBRIGHT VE BATI’NIN ÇİFTE STANDARDI
Filistinli kadınların (ve daha genel olarak, ama daha tutarsız bir şekilde, Arap ve Müslüman kadınların) tamamen yok sayıldığı bu bağlamda, ABD’nin eski dışişleri bakanı Madeleine Albright’ın 2016 başkanlık kampanyasında Hillary Clinton için destek toplarken yaptığı bir açıklama dikkat çekicidir: “Birbirine yardım etmeyen kadınlar için cehennemde özel bir yer var.” Albright bu sözleri sonradan geri aldı, tıpkı daha önce ABD yaptırımları sonucunda yarım milyon Iraklı çocuğun ölümüyle ilgili bir soruya “Bu bedelin buna değdiğini düşünüyoruz” şeklinde cevap verdiği için özür dilediği gibi.
FİLİSTİNLİ KADINLARIN DİRENİŞİ: SUMUD VE ÇOKLU TEHLİKE
Bu arada, bizzat Filistin’de kadınlar ve queer bireyler, bir yanda Batı emperyalizmi ve İsrail’in soykırım niyetiyle, diğer yanda Filistin kültürünün kalıntı ataerkil değerleriyle kuşatılmış kendi “cehennemdeki özel yerlerine” karşı aktif olarak direnmektedirler. Erkek egemen, ataerkil baskın söylemde “mücadele,” özellikle de “ulusal mücadele,” genellikle silahlı direniş olarak anlaşılmaktadır. Ancak, silahlı direniş, Filistinlilerin baskıya karşı verdiği mücadelenin yalnızca bir yoludur ve kesinlikle en etkili olanı değildir; zira şimdiye kadar kalıcı bir zafer kazandırmamıştır.
Direnişin daha kapsayıcı bir anlayışı, tüm olumsuzluklara rağmen devam etme yollarımızı, yani sumud (sebat etme) kavramını da dikkate almalıdır. Filistinliler arasında yaygın olan bir deyişe göre: “Bizim varlığımız zaten bir direniştir.”
FİLİSTİNLİ KADINLARIN DİRENİŞ TARİHİ
Özellikle Filistinli kadınların direnişi, 1948 Nakba’dan önceye dayanan ve birçok biçim alan bir mücadeledir. İngiliz Mandası dönemi boyunca, Arap Kadınlar Birliği gibi kuruluşlar, siyasi protestolara aktif olarak katılmış, savaşçılara barınak ve tıbbi yardım sağlamış ve toplumlarının genel refahı için toplumsal cinsiyet eşitliğinin önemine dikkat çekmiştir. 1965’te kurulan Filistin Kadınları Genel Birliği, toplumsal ve siyasi alanlarda aktif olmayı sürdürmüş ve toplumsal cinsiyet eşitliği ile ulusal kurtuluşu birbirine bağlamıştır.
1970’lerin sonlarında kurulan Filistin Kadınlarının Çalışma Komiteleri ise kadınların kitlesel olarak örgütlenmesine odaklanmış; bugün birçok kadın örgütü, eğitimden istihdama ve ulusal kurtuluşa kadar Filistinli kadınların karşı karşıya olduğu pek çok sorunu ele alan binlerce üyeye sahiptir.
FİLİSTİNLİ KADINLARIN DİRENİŞ ÖRNEKLERİ: BAGA AL-GHARBİYA VE HİND EL-HÜSEYNİ
Filistinli kadınların sömürgeciliğe karşı direnişinin erken örneklerinden biri, 1930’ların sonlarında gerçekleşti. İngilizler, Hayfa yakınlarındaki militan köy Baga al-Gharbiya’ya baskın düzenleyerek köyün evlerini yaktılar ve tüm erkekleri yakınlardaki bir kampa götürdüler. Aynı gece, yalnızca taşlarla “silahlanmış” köylü kadınlar, İngiliz karargâhına doğru yürüyerek erkeklerin serbest bırakılmasını sağladılar. Mandanın uyguladığı ağır baskılara rağmen, kadınlar, sosyal kulüpler kurarak bu kulüpleri siyasi örgütlenme cephelerine dönüştürdüler.
İngiliz Mandası’nın yerini Yahudi Siyonizminin Filistin üzerindeki boğucu hâkimiyeti aldı. Bu süreçte, Kudüslü Hind el-Hüseyni’nin çabaları, Filistin toplumunun hayatta kalması ve refahı için verdiği katkılardan dolayı özel bir övgüyü hak etmektedir. El-Hüseyni, 1948’de Dar al-Tifel al-Arabi adlı yetimhaneyi kurdu. Bu yetimhane, bugün hâlâ Filistinli çocuklara barınma, eğitim, gıda ve sosyal aktiviteler sunmaya devam ediyor.
Nisan 1948’de, Siyonist milislerin Deir Yasin köyünde gerçekleştirdiği katliamdan sonra, çoğu dokuz yaşın altında olan elli beş yetim çocuk Kudüs’te sokak ortasında terk edildi. Hind el-Hüseyni, bu çocukları himayesi altına alarak önce yakınlardaki bir pazarda iki odada, sonra bir manastırda, en son da ailesine ait olan Şeyh Cerrah’taki bir konakta barındırdı. El-Hüseyni’nin kurduğu Dar al-Tifel, bugün üç yüz çocuğa barınma imkânı sağlamakta ve yalnızca kız çocuklarını kabul etmektedir. Ayrıca, kız çocuklarına barınma, eğitim, spor, sanat ve sosyal aktiviteler sunarak onları bağımsız bireyler olarak yetiştirmeyi amaçlamaktadır.
NAİLA VE AYAKLANMA: FİLİSTİNLİ KADINLARIN DİRENİŞİ
Hind el-Hüseyni gibi pek çok kadın, 1948 Nakba sonrasında sosyal örgütlerde aktif olarak yer aldı. Bu örgütler, İsrail’in Filistinliler üzerindeki hâkimiyetini güçlendirmesiyle birlikte, hayatta kalmak ve direnişi sürdürmek adına daha da aktif hale geldi. Julia Bacha’nın “Naila ve Ayaklanma” adlı belgeseli, kadınların birinci İntifada sırasında oynadığı kritik rolü gözler önüne seriyor.
Bacha, başlangıçta kadınlar ve toplumsal cinsiyet dinamiklerine odaklanmayı planlamasa da, saha araştırmaları ve görüşmeler sırasında kadınların bu halk hareketindeki merkezi rolünü fark etti. Belgeselde anlatıldığı üzere, kadınlar, İsrail toplumunun ataerkil varsayımlarını ustalıkla kullanarak ayaklanmayı koordine etmişlerdi. Örneğin, kadınların sokağa çıkma yasağından sonra tutuklanma veya aranma ihtimali daha düşük olduğu için, bildiriler ve Filistin bayrağı dikmek için gerekli kumaşları taşımak gibi görevleri üstlenmişlerdi.
Bacha’nın notlarına göre:
“Birinci İntifada, sadece canlı, stratejik ve sürdürülebilir bir şiddetsiz sivil direniş hareketi değildi; aynı zamanda, aylar boyunca ulusal kurtuluş ve toplumsal cinsiyet eşitliği için çifte mücadele veren bir Filistinli kadınlar ağı tarafından yönetildi. Bu hikâyeyi günümüzün yükselen liderlerine ışık tutacak şekilde anlatmak istedik. … Orta Doğu’dan çıkan etkili sosyal hareketlerin çoğunda kadınların rolü hep vardı, ama kameralar sürekli silahlı erkeklere odaklandı. Bu da yalnızca kadınların hikâyesini silmekle kalmadı, aynı zamanda mücadelelerin arkasındaki talepleri de yanlış temsil etti.”
BATI FEMİNİZMİNİN ÇİFTE STANDARDI VE TOPLUMSAL CİNSİYET TEMELLİ ŞİDDET
Batılı feministler, Arap kadınlarının baskı altında olduğunu hızla kınarken, aynı feministler İsrail işgalinin yol açtığı baskıları görmezden gelmeyi sürdürüyor. Filistinli feministlerin onlarca yıldır belgelediği gibi, İsrail’in uyguladığı şiddet toplumsal cinsiyet temellidir ve kadınları pek çok açıdan etkilemektedir. Sağlık ve üreme haklarının ihlalinden cezaevlerinde cinsel işkenceye kadar uzanan bu şiddet biçimleri, işgalin toplumsal cinsiyet boyutunu açıkça göstermektedir.
Dahası, İsrail, Gazze ve Batı Şeria’daki queer bireyleri casusluk yapmaya zorlamak için onları muhafazakâr ailelerine ifşa etmekle tehdit etmiş ve bu yolla işbirliğine mecbur bırakmıştır. Cinsel ve fiziksel işkencenin yaygın olduğu İsrail hapishanelerinde, tecavüz de dâhil olmak üzere pek çok şiddet türü yaşanmıştır.
RASMEA ODEH VE ALQAWS HAREKETİ
“Kadınların Mücadelesi” adlı belgesel, İsrail hapishanelerinde işkence gören dört Filistinli kadın siyasi tutsağın hikâyesini anlatıyor. Bunlardan biri olan Rasmea Odeh, aşırı işkenceye maruz kalmış ve bir sorgu sırasında babasının önünde tecavüze uğramıştı. İşkence altında verdiği ifade nedeniyle müebbet hapis cezası alan Odeh, on yıl sonra bir esir takasıyla serbest bırakıldı.
ABD’ye göç eden ve burada Arap Amerikalı toplumu için önemli bir lider haline gelen Odeh, İsrail’in ırkçı işgalci ve sömürgeci yüzünü göçmen topluluklara ve feministlere tanıttı. Odeh, yerleşimci sömürgecilik, militarizm, hapis ve işkence gibi birçok baskıyı yaşamış bir kadın olarak, günümüzün organik, tabandan gelen liderlerini temsil etmektedir.
Bu arada, Filistin toplumunda toplumsal cinsiyet ve cinsel çeşitlilik üzerine çalışmalar yürüten AlQaws, Haneen Maikey liderliğinde önemli işler yapmıştır. AlQaws, kişisel olanın politik olduğunu savunarak, işgal karşıtı ve sömürgecilik karşıtı mücadelenin cinsel ve toplumsal cinsiyet çeşitliliği gibi konularla kesiştiğini vurgulamaktadır.
2019 YAZINDA ALQAWS’A YÖNELİK SALDIRILAR VE FİLİSTİN TOPLUMUNDA TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİ MÜCADELESİ
2019 yazında, AlQaws Batı Şeria’da queer gençler için bir dizi atölye düzenleyeceğini duyurduğunda, Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas tarafından saldırıya uğradı. Bu saldırı, Filistin Yönetimi’nin ABD ve İsrail tarafından desteklenen sembolik iktidarı olmaksızın gerçekleşemezdi.
Aynı yaz, Tel Aviv’de bir genç Filistinli, kardeşi tarafından cinsel yönelimiyle ilgili şüpheler yüzünden ağır şekilde bıçaklandı. Kısa bir süre sonra ise tüm dünya, genç İsra Ghrayeb’in nişanlısıyla bir kafeye gitmesi nedeniyle aile üyeleri tarafından dövülerek öldürüldüğü anlara tanık oldu.
Bu korkunç olaylar, bizzat Filistin içinde büyük tepkiyle karşılandı. Sokaklara dökülen Filistinliler, “Ataerki Öldürür” ve “Namus Cinayetlerinde Namus Yok” yazılı pankartlar taşıyarak protestolar düzenlediler. Yüzlerce kişi ayrıca homofobiye karşı düzenlenen protestolara katıldı ve “Filistinli queer bireyler, kendi toplumlarının homofobisinden kaçmak için işgalcinin eşcinsel dostu Tel Aviv’ine sığınmak zorunda kalmamalı” diyerek tepkilerini dile getirdi.
Bu protestolar ve filizlenmekte olan Tal’at hareketi, ataerkilliğin baskıcı hatta öldürücü olduğu ve “geleneklerimizin bir parçası” olmadığı, aksine devrilmesi gerektiği yönünde geniş çapta bir farkındalığın göstergesiydi.
RAZAN NAJJAR’IN ANISI VE FİLİSTİNLİ KADINLARIN GÜCÜ
Razan Najjar’ın hatırası, Filistinli kadınların direnişinin bir sembolüdür. 1 Haziran 2018’de, Gazze’deki Büyük Dönüş Yürüyüşü sırasında yaralı protestoculara yardım eden paramedik Razan, İsrail keskin nişancıları tarafından hedef alınarak vuruldu. Beyaz üniforması açıkça görüldüğü halde öldürüldü. Ölmeden haftalar önce, New York Times muhabirine neden her gün keskin nişancıların rastgele ateş açtığını bile bile dışarı çıktığını şöyle açıklamıştı:
“Toplumumuzda kadınlar sıklıkla yargılanır… Ama toplum bizi kabul etmek zorunda. Bizi kendi istekleriyle kabul etmezlerse, buna mecbur kalacaklar; çünkü bizdeki güç hiçbir erkekte yok.”
FİLİSTİNLİ KADINLAR VE QUEER BİREYLER: DİRENİŞİN ÖN SAFINDA
Günümüzde, Filistinli kadınlar ve queer bireyler, coğrafi, sosyal ve toplumsal cinsiyet sınırlarını aşarak, her yerde ilerici davaların ön safında yer alıyorlar. Tıpkı Filistin meselesinin nihayet ilerici, sömürgecilik karşıtı, yerli, feminist ve queer bir mesele olarak anlaşılması gibi.
Bu çoklu tehlikenin farkına varılması, bu toplulukların bizzat kendilerinden—hem yurt içinde hem de diasporada—gelmesi gerektiği gibi, küresel müttefiklerin de nihayet anlaması gereken bir şey var: Bizim koşullarımız, yalnızca emperyalist feminizm ve İslamofobi’den arınmış sömürgecilik karşıtı bir yaklaşımla ele alınabilir.