Yan yana getirip “makul ve mantıklı” bir cümle bile kurmaya kalkışamayacağımız bu iki sözcük, şimdi her yerde kolkola, birlikte anılır oldu.
Rivayet, Kılıçdaroğlu’nu başa getiren değişim rüzgarlarının CHP’yi de değiştirdiği ya da değiştireceğiydi.
Statükoculuğun en koyu mümini CHP’ydi sözkonusu olan ve ona dair konuşulduğunda, ‘değişim’in gerçek koordinatlarının, söylemden öte daha derinlerde aranması gerektiği açık değil mi?
Mesela Baykal’ın basına yansıyan şu sözleri ‘magazin’ denip geçilebilir mi:
“Kılıçdaroğlu bu partide öne çıktığında, ‘etkin bir yerde olmamalı’ diyen Önder Sav olmuştur. Aynı şekilde ‘Önder Sav bu partide olduğu sürece değişim, dönüşüm olmaz’ diyen de Kılıçdaroğlu’dur.”
Birinci elden bu tanıklığın işaret ettikleri, iddia edilen ‘değişim süreci’ni başlatan kaset vakasıyla birlikte düşünüldüğünde, ‘defolu’ bir başlangıca işaret etmez mi?
Tabi söz konusu olan demokratik bir değişimse; MHP’yle milliyetçilik yarışında at başı giden, değişim dinamiğinin yerlerde süründüğü bir CHP zemini ise herkesin malumu. Bu zeminin dipten yükselen bir demokratik değişim dinamiğine hiç müsait olmadığı, Baykal’ın ardından yapılan ayinlerden de, o ağlaşmalı ayinlerin aniden “Brütüs”lere sevgi seline dönüşmesinden de anlaşılabilir elbette!
Evet, Kılıçdaroğlu’nun Kurultay’daki malum konuşması ve arkasından katıldığı TV programlarındaki mesajları, demokratik bir değişim yoluna girildiğine dair hiçbir iz taşımıyor.
Yoksulluğa, yolsuzluğa dair, bir muhalefet partisinin sırtına hiçbir yükümlülük yüklemeyecek genel geçer laflar…
Muhalefetteyken bile ağzını açtığında öyle ya da böyle bir ‘bedel’le karşılaşabileceğin Kürt sorununa dair söylenenler ise bütün değişim iddialarına karşın, “hayır, bize haksızlık etmeyin biz aynı çözümsüzlük noktasında ısrarlıyız…” anlamı taşıyor.
“Terör bitecek. Terör örgütü koşulsuz teslim olacak. Toplumsal uzlaşma olacak ve bu koşullarda af gündeme gelirse destek veririz… Herkesin karnının doyduğu ortamda terörü minimize edersiniz. Onun için o bölgeyi hayvancılığın merkezi yapalım diyoruz…”
İşte memleketin can yakıcı sorununa önerilen çözüm şimdilik bu kadar. Yetmez mi dediniz, üzerine bir de Mehmet Faraç veriliyor Kürtlere, daha ne olsun!
Ne baş döndürücü bir ‘değişim’, değil mi!
Ama yine de bu “değişim rüzgarının” bir mantığı olmalı elbette.
İçte ve dışta, AKP’nin alternatifsizliğinden kaygı duymaya başlayan çevrelerin siyasal ihtiyaçlarını unutmadan ve de çok detaylandırmadan şu söylenebilir belki:
Salt laikçilik-askercilik ve Ergenekon avukatlığıyla sınırlı bir statüko savunuculuğu çoktandır yenilmişti zaten. Ve asıl olarak CHP dışında geliştirilen ‘sivil vesayet’ vb. tartışmaları yeni taktiğe ilk işaret olmuştu. Statükoculuğun, daha rafine, daha inceltilmiş, daha kabul edilebilir formatlara büründürülmesi ihtiyacı CHP’nin kapısına da dayanmıştı artık. Yoksulluk, varoşlar ve ekonomik sorunlar söylemi, “yeni CHP”nin bu formata eklediği unsurlar oluyor. Yine, Bölge’de yapılan özelleştirmelere Kürt sorununun inkarından hareketle karşı çıkılması, rafine statükoculuğun çarpıcı bir örneğinden başka nedir ki?
Evet, ortada ileriye doğru gerçek bir değişimin emareleri olmasa da, CHP ve ‘değişim’ daha çok konuşulacak.
Ama asıl önemlisi, düzen siyasetinin iyice çoraklaşmış ikliminde, değişim rivayetine dahi tav olmak o kadar sıradan bir durum ki…
‘Sol’da dahil, CHP’deki gelişmelere gösterilen bu düzeyde bir ilgiyi “normal” görmek mümkün olabilir mi?
Medya desteği önemli elbette ama sadece bu mu?
Evet, neo-liberal saldırganlığın bütün yüküyle abandığı, AKP’nin hikmetinden sual olunmazlığının hüküm sürdüğü bir toplumda Kılıçdaroğlu’nun ‘yeni’ suretine ilgi normaldir denilebilir belki ama hiç de ‘normal’ olmayan bir başka şeyi gözardı etmeden ama. Maliyeci Kemal’in bu çeyrek porsiyonluk popülizmine bu ölçüde ilgi “normal” ve “anlaşılır” olsa da, yıllardır toplumsal, sınıfsal taleplerin gerçek savunucuları olan emek ve demokrasi güçlerinin bu ilgiye mazhar olamaması asla doğal ve anlaşılır sayılmamalıdır. CHP’ye ilginin doğal karşılanması, bizim tarafımıza olan ilgisizliği de doğal karşılayan bin bilinçaltını barındırıyor gibidir. Bu durum, toplumsal bir ilginin nesnesi olamamaya alışma anlamında bir iddiasızlığı yansıtmıyor mu acaba? Böylesi bir bilinçaltıyla barışık olmayı nasıl açıklamalı?
Sistemin siyaset aktörlerinin oynaştığı tahteravallinin tarafları, nöbetleşe, toplumsal ilginin adresleri olabiliyorlar ve bizler bu oynaşmalar üzerine yorumlar yapmakla yetiniyoruz. Az çok cüssesi olan, görünür, fark edilir bir emek-demokrasi cephesi örgütsel olarak da şekillendirilmedikçe; iyi niyetlerimiz, çabalarımız ve söylemlerimizin ötesinde, bir ‘reel iddiasızlığa’ razı olmuşluk kendisini çeşitli vesilelerle hep hissettirecektir.
Yani, Kemal’li CHP’ye ilgi, bizleri, bizlere olan ilgisizlikle birlikte ilgilendirmelidir. Siyaset tablosunda emek ve demokrasi güçlerinin dolduramadığı ‘boşluk’ sürdükçe, boşluğu doldurmaya çalışanlar hep olacaktır. Kılıçdaroğlu’lu CHP’nin başarılı olup olmaması da bizim bu boşluğu doldurmada göstereceğimiz başarı ya da başarısızlığa bağlıdır. Asıl tartışmamız gereken, CHP’nin boşluğu doldurması değil, o boşluğu halen dolduramamış olmamızdır.
“CHP değişince ‘sol’ zemin de daha güçlenecek, sosyalistler de bundan yararlanacak” diyerek fikri ve zikri sefaletin örneği beleşçi-beklentici bir solculuğun ise bırakın boşluk doldurmayı, yokluğunun bile boşluk yaratmayacağı o kadar açık ki…