Konunun uzmanları, Türkiye’deki laikliğin, ithal edildiği kültürdeki gibi kilise ile burjuvazi arasındaki uzlaşmanın biçimi olmadığını hep söylüyorlar. Avrupa’da eski düzenin sahipleri olan aristokratlar ve kilisenin burjuvazinin yeni düzeninde iktidardan çekilmesi karşılığında sivil toplumda bırakılmış alanda varlıklarını sürdürmelerine laiklik adı verildi. Yeni zengin sınıfın kendi düzenini kurabilmesinin önündeki iki engel olan aristokratlar ve kilise siyasi rejimin dışına itildiğinde ve bunların toplumun idaresindeki düzenleyici etkisini son erdirecek tedbirler alındığında laiklik tesis edilmiş oldu.
Avrupa’daki bu macerayı bilenler, oradan ithal edilen bu laiklikle bizim toplumsal ve iktisadi yapımızın ve tarihsel serüvenimizin ne alakası olduğunu sorabilirler. Laiklik, eski düzende dinin konumuyla ilgili olduğundan Batı kültürüne hayran Osmanlı aydını Avrupa’da yaşanan maceranın bizdeki karşılıklarını bulmakta güçlük çekmedi. Batıdaki kilise bizde ulemaya (medreseler, tekkeler, zaviyeler), aristokrasi de saltanat ve hanedana karşılık gelebilirdi ve eski düzeni tasfiye ederken ilk elden çıkarılması gerekenler de bu kurumlardı. Ama Avrupa’da yaşanan laiklik uzlaşmasından farklı olarak bizde dinî hayat sivil topluma ve ulemanın yönetimine bırakılmadı. Siyasi rejimi ve ekonomiyi olduğu gibi dinî hayatı da yönetme işi devletin tekelinde toplandı. En katı laiklik yanlısının bile dinî hayatın sivil toplumun işi olduğu fikrine son derece tepkili olması, aslında bizdeki laikliğin siyasi işlerle dinî hayatı birbirinden ayrı tutmakla hiç ilgili olmadığının kanıtıdır. Türkiye’de halihazırdaki laiklik, Batı emperyalizminin gizli-açık ajandasına uygun bir uygulamayla, İslam’ı baskı altında tutmaya ve toplumsal hayatta görünür olmasını engellemeye yöneliktir.
Tamamına yakınını Müslümanların oluşturduğu bir ülkede Ramazan ayında yaygın biçimde oruç tutulmasına rağmen devletin bu temel gerçeğe göre mesai saati düzenlemesi yapmamasının izahı nedir mesela? Laiklik eğer dini baskı altında tutmayı değil de, tam tersine dinî hayatı kolaylaştırmayı amaçlıyorsa ibadetlerin icrası ve dinî hayatın gerçekleşmesi konusu ne zaman konuşulmaya çalışılsa neden hemen laiklik ilkesine dikkat çekilir?
Türkiye’de laikliğin, Batı emperyalizminin fiilen gerçekleştiremediği sömürgeciliği uzak mesafeden kontrolle sürdürdüğü ve dini görünür olmaktan uzak tutmak için kullanılan bir manevila olduğu düşüncesinin yanlışlığına ancak bazı temel konularda atılacak adımlarla ikna olabiliriz. Bu listenin başında başörtüsü yasağının tüm alanlarda kaldırılması, Cuma namazının aslına uygun olarak ve dinî metinlerde tarif edildiği gibi kılınması, Ramazan’da çoğunluğu oruç tutan toplumun bu ibadeti rahat yapabilmesi için gerekli tedbirlerin alınması geliyor.
Başörtüsü yasağının gayri meşruluğu halihazırda tartışılıyor. Artık kuşkuya hiç yer kalmamıştır ki başörtüsü yasağı kesinlikle Batı emperyalizminin Türkiye’de dinî hayatın baskı altında tutulmasıyla ilgili dayatmasıdır ve içerde bu yasağın takipçiliğini yürüten türden laikler de emperyalizmin bilerek veya bilmeyerek iş takipçiliğini yapmaktadır. Dindar hayat tarzına sahip olmayan ama kendisini bu topraklara ait hisseden bir kimsenin başörtüsü gibi yerli ve temel bir dinî simgenin yasaklanmasıyla ne ilgisi olabilir? Kahraman Maraş’ta Fransız emperyalizminin başörtüsüne el uzatmasına tepki verenlerin tamamı dindar hayat tarzından insanlar mıydı? Cezayir’de Fransız emperyalizminin sokaklarda kadınların örtülerini yırtmasına canı pahasına karşı koyanların tamamı dindar hayat tarzından Cezayirliler miydi? Tahran sokaklarında kadınların çarşafını yırttıran şah yönetiminin zorbalığına direnenler sadece dindar hayat tarzından İranlılar mıydı? Tabii ki değildi ve kendisini o topraklara ait hisseden yerli ve milli hissiyatın insanları ve emperyalizmin her türlü saldırganlığına karşı mukavemet gösteren dindar ya da değil bütün yurttaşlar, kendi ülkelerinin dinî simgelerini korumak söz konusu olduğunda kendi hayat tarzlarının ne olduğuna dönüp bakmamışlardır bile. Keza dindarlar da, ülkenin bağımsızlık ve özgürlüğünün şiarı olan toplumsal, kültürel ve dinî simgelerin korunması için ortaya konan bu fedakârlığı her zaman hayırla ve minnetle yadetmişler, fedakârlık sahiplerinin kişisel hayatlarında dindar olup olmadıklarını tecessüsün konusu yapmamışlardır.
Türkiye’de dinî hayatın sembolleri ile ilgili tartışmayı yapabileceğimiz doğru çerçeve budur. Fakat ne yazık ki bizdeki basiretsiz laikler, laik yaşam biçimlerini koruma adı altında İslam’ın görünür olmaması için mücadele verirken aslında Batı emperyalizminin sinsi ajandasına hizmet ürettiklerinin farkında olmayan gafillerdir. Oysa dinî hayatın özgürleşmesi onların farklı yaşam biçimlerinin değil, Batılı emellerin hayat damarlarının kurutulması anlamına gelmektedir.
Dinî hayatın özgürlüğü bahsinde başörtüsü yasağı kadar önemli bir diğer simge olan Cuma namazının neden her hafta tamamen çarpık, aslına aykırı ve tüm İslami kuralların hilafına icra edildiğini, buna itiraz edenlerin de laikliğe aykırılıkla tehdit edildiğini hiç düşündük mü? Hangi tür bir laik, Cuma namazının aslına uygun olarak şehrin bir tek merkezinde veya nüfusa bağlı olarak birkaç yerinde kılınması halinde ortaya çıkacak görüntüden rahatsız olabilir? Kendisini bu topraklara ait hisseden farklı yaşam biçiminden insanlar, yüz binlerce mü’minin Peygamberimizin kıldığı ve İslam’ın tayin ettiği gibi Cuma namazı kılmasından sırf dindar hayat tarzları olmadığı için rahatsız olabilirler mi?
Diyanet İşleri Başkanlığı hangi dayatmaya boyun eğerek Cuma namazının kılınma biçimindeki çarpıklığı sürdürüyor olabilir? Hatta 80’li yıllardan hatırlanacağı üzere, meşru Cuma namazını hatırlatanlar neden takibata uğramış, polis sorgularında dindarlara Cuma namazı kılıp kılmadıkları sorulmuştur?
İslam’ın görünür olmaması, Cuma namazı konu olduğunda bu namazı aslına tamamen aykırı biçimde kıldırma pahasına müminleri camilere dağıtıp bir araya toplanmalarını engelleme şeklinde tecelli ediyor. Sözgelimi 500 metrekaredeki 5 camide de Cuma namazı kılınmasının ne tarihsel, ne de dinî bakımdan gerçek Cuma namazı ile hiç alakası bulunmadığını ulema da biliyor, Diyanet İşleri Başkanı da biliyor, Başbakan da biliyor, hocalar da biliyor, ama bu çarpıklık laiklik baskısı altında her hafta tekrarlanıyor ve müminler, aslıyla hiç alakası olmayan ve belki dinî meşruiyeti bile kuşkulu bir ibadeti her Cuma yapmak zorunda kalıyorlar.
Cuma namazı, İslam’ın en önemli şiarlarının başında gelir ve Peygamberimizin döneminden beri bu ibadet, sadece dinî nedenlere dayanmayan, sosyal ve siyasal yönü de bulunan bir namaz olarak gerçekleştirilmiştir. Kur’an’da hakkında bağımsız bir sure bulunan (Cuma suresi) ve adıyla anılan tek namaz Cuma namazıdır. Cuma namazı saatinde alışverişin bırakılıp (ekonominin durdurulup) namaza koşulmasının farz olması, namazın öğle namazının yerine geçirilmiş iki rekâtlık bir namaz olması, hutbe dinlemenin namaz kılmak gibi farz kılınması özellikleriyle Cuma namazının öğle namazı gibi bir vakit namazı olmadığı herkesçe bilinmesine rağmen, bu kadar önemli bir simgesel namazın sıradanlaştırılmasına itiraz etmek gerekir. Cuma namazı, tıpkı Hac’da Arafat’ta vakfeye durmaya benzer bir haftalık toplanmadır ve nasıl ki Arafat’ta durmanın birden fazla mekanı yoksa Cuma namazının da birden fazla merkezi olamaz. Öyle olamayacağı zaten bütün fıkıh kitaplarında uzun uzadıya anlatılmış ve bu temel hüküm, Cuma namazının sahih olabilmesi için gerekli şartlar arasında zikredilmiştir.
Dinî hayatın ve özgürlüklerin baskı altında tutulduğu tarihsel zamanlarda ya da zalim bir otorite Müslümanların zorbaca idarecisi olduğu vakit müminler bu gayri meşru duruma tepkilerini Cuma namazına katılmayarak göstermekle aslında bu namazın simgesel önemini kavrayacağımız bir davranış geleneği de oluşturmuş oldular. Zorba yönetime karşı sivil itaatsizliğin en önemli şiarı, Cuma namazına katılmamaktır. Yahut o zorbalık ortadan kalkana veya çarpıklık giderilene kadar Cuma namazına katılmama eylemiyle toplumsal duyarlılığın oluşturulması amaçlanmıştır.
Bugün de dinî hayatın özgürleşmesinin önündeki engellerin kaldırılması, Cuma namazının zorbaca dayatmalarla aslına aykırı, çarpık ve sahih olmayan biçimde icrasına karşı çıkılması için başvurulacak sivil itaatsizlik yöntemi, geleneğin bu konuda bize öğrettiği yoldur. İktidarı, Diyanet örgütünü, dindarları, dinî hayatın özgürleşmesine ve ülkenin bağımsızlaşmasına inanan her kesimden idraki harekete geçirmek için gerekirse tarih boyunca ulemanın ve hakkaniyet mücadelesi vermiş müminlerin yaptıkları gibi sivil itaatsizlik eylemi örgütlenebilir. Madem müminlerin dinî hizmetlerinin yürütülmesini üstlenmiştir, öyleyse devletin görevi bu hizmetin aslına uygun biçimde yürütülmesini temin etmek, ibadetlerin ve dinî hayatın özgürce gerçekleşmesini güvence altına almaktır. Camiler üzerinde tek yetkili devlet aygıtı olduğuna göre Cuma namazının mevcut çarpık haliyle icrasına devam edilmemesi için tedbir alması, gerekli ortamı ve imkânları oluşturması gereken de devlettir. Müminler, ibadetlerini dinlerinin tarif ettiği biçimde yerine getirmek için alternatif mekân ve zeminler kuramıyorsa, bu seçenek kanunlarla engellenmişse ve devlet, bütün bu talepleri karşılayacağını vatandaşlarına taahhüt etmişse o halde neden Cuma namazını sahih olmayan, çarpık ve aslına aykırı şekilde kıldırmaktadır?
AK Parti iktidarı, başörtüsü yasağı kadar önemli bu simgesel ibadetle ilgili sorunu tartışma gündemine acilen almalı; dindarlar da sürecin hızlanması için tepkilerini göstermek üzere gerekirse sivil itaatsizlikten gelen güçlerini kullanarak Cuma namazı için diğer camilere gitmeyi bırakmalı ve merkezi bir camide toplanarak namazın sahih şekliyle kılınması için iktidara baskı yapmalıdır.