Bülent Usta
Balıkçılar kahvesinde oturmuş, kedileri, martıları, denizin kararmış gökyüzü altında dalgalarını kıyıya bırakışını izlerken canlı olmanın anlamını düşündüm. Canlı olmak sadece biyolojik değil, duygular ve duyarlılıkla ilgili ruhsal bir durum.
Barry Sanders, ‘Naif Ruhlar’ kitabında “canlı insan” yokluğundan, ruhun erozyonundan bahsederken şöyle yazmıştı: “Önce bu en temel projeye, yani insanın geri döndürülmesi projesine katılmadan, büyük çağdaş sorunlarımızın hiçbirine, savaşa, terörizme, küresel ısınmaya çözüm bulamayız. Umarım bu sis perdesini kaldırarak bir cenaze törenindeki seyirciden daha fazlası olabiliriz.”
∗∗∗
Füruzan’ın ilk öykülerinden ‘Düzenli Bir Tatil Günü’nde vardı, araba çarptığı için ölen birinin gözünden o anki dünyayı tarif eden. Ölen kişi şöyle düşünüyordu öyküde: “Ben anlatmalıydım işin gerçek tarafını. Onlara, caddeleri daima yalnız başıma geçtiğimden, tanıdıklarımın arkamdan uzun gülümsemelerle baktığından bahsetmeliydim. Yağmurlardan sonra doğan güneşe, gözlerimi kırpmadan bakabildiğimi, sıcak yaz sabahları yelkenleri rüzgârla dolu denizler düşündüğümü söylemeliyim. Oysa odamın duvarlarında yağmur akıntılarının sarı dalgaları vardır.” Canlı hissetmek üzerine düşünürken bir öyküdeki ölüyü anımsamak… Nedense canlı hissetmek denilince aklıma “yelkenleri rüzgârla dolu denizler” düşlemek geldi ilk.
Barry Sanders, canlılıkla belirsizliği aynı yere koyuyor ve belirsizliğe izin vermeyen sistemi de karşısına alıyor. Tuhaftır, en çok belirsizliklerden şikâyet edilen zamanlarda yaşıyoruz, çünkü yeterince canlı hissetmek istemiyoruz. Her şeyin belirli olduğu bir düzende zaman sanki durmuş gibi akar. Her gün aynı şeyleri aynı düzende tekrarlarsanız, günler arasında bir fark kalmaz. Ölüm korkusu yatışır, çünkü daha az canlı hissedersiniz. Genç yaşlarda kariyer planları yapanların, iş insanlarının, beyaz yakalıların ya da taksit ödeyerek yaşayanların belirsizliklerden hoşlanmaması anlaşılır bir durum. Sanders şöyle diyor kitabın bir yerinde: “Sanki hayatta değilmişiz de gelip geçen geçit törenini bir süreç olarak gözlemleyerek, kendi varlığımızdan biraz uzakta gerçekleşen bir faaliyet gibi tüm olan bitenin dışında durarak hayatımızı oluşturuyormuşuz gibi bir algı ortaya çıkıyor.”
Tıpkı Füruzan’ın öyküsündeki anlatıcı gibi, sanki hayatta değilmişiz de gözlemliyoruz kendimizi ve olup biteni. Ki o öyküdeki ölü, onu izleyen insanlardan daha canlı hissediyordu. Ruhumuzu ve bedenimizi verilen ölçütlere göre tanımlıyor, standartlara uydurmaya çalışıyor, sağlıklı yaşam reçeteleri ile hastalık çeşitleri doğru orantılı bir biçimde artarken, kendimizi canlı hissetmek için haplar ve kadim geleneklerin ritüellerinden faydalanıyoruz. Sanders, bütün bu olayın, aslında 19. yy’ın sonlarında ortaya çıkan ‘homo economicus’la, yani kendi hayatını bir mülk gibi gören, “son derece kararlı bir şekilde kişisel çıkarları doğrultusunda hareket eden rasyonel” insanın ortaya çıkışıyla gerçekleştiğini yazmış. Böyle olunca, piyasa ekonomisi başarılı bir hayatın nasıl olması gerektiğini belirlemiş oldu. Değişen piyasa koşullarına göre insan da sürekli değişti, parçalara ayrılarak. Artık herkesin mülk edindiği bir hayatı vardı ve sahip olmak temel bir ölçüt haline gelmişti.
∗∗∗
Sanders, felsefi ve ruhani özümüzü azar azar yitirişimizi anlatırken, ruhun erozyonunu önlemek için de her şeyin başladığı 19. yy’a dönüp insanın parçalanışını geniş anlamda anlamamız gerektiğini öne sürüyor. Önce ‘insan olmaya dair’ bir problemin olduğunu düşünmemiz gerek, bildiğimiz dünyanın sonu yaklaşırken. Yoksa gitgide sadece bedensel bir oluşa indirgenmiş zombiler gibi, önlerine çıkan her şeyi yiyip yuttukları halde herhangi bir duygusal canlılık gösteremeyen varlıklara dönüşeceğiz.”