Foucault, özneyi yadsır ve bizlerin söylemlere mahkûm olduğunu belirtir. Ona göre iktidar (güc), her yerdedir. İş yerinde, okulda ve hapishanededir iktidar. Onun iktidarı; homojen, tepeden inmeci bir iktidar değildir. Tıpkı Tanrı’nın her yerde olması gibi yaşamımız içerisinde bizimledir.
Foucault’a göre bizler söylemlerden oluşuyoruz. Bu herhangi bir söylem olabilir. Bir zaman içerisinde ortaya çıkan bir söylemi de dahil edebiliriz. İktidar veya diğer bir ifadeyle güç bizi oluşturarak disipline etmektedir. Ve birbirine benzer ve güce hizmet eden bireyle yaratmaktadır.
Foucault, “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa orada kimse yok demektedir” der.
Şimdi çevremize bakalım; birileri var mı ya da yok mu? Evet, birileri var ama sesleri çok az çıkıyor. Çünkü söylemler, kalabalıkları o kadar güçlü tesiri altına almış ki hakikati haykıranlar fark edilemiyor. Fark edilse bile hakkıyla anlaşılamıyor. Anlaşılsa bile “bu kaderimizdir” deniliyor.
Ali Şeriati, üstün insanı kalabalıklar içerisinde yalnız kalmakla tanımlar. Ona göre üstün insan, genel toplumun dinamiklerine göre yaşamayan, onlar gibi düşünmeyen ve farkındalığının verdiği acının, onun sırtına fazla yük yüklemesinin sorumluluğundan söz eder. Şeriati’nin üstün insanı, toplumu söylemlerden kurtaracak kişi olmaktadır.
Dikkatli bir şekilde incelenirse; Şeriati, entelektüel kavramını yapı-bozumuna uğratarak onu yeni baştan tanımlar. Şeriati, aydını elitizmden aşağıya indirir. Bu sebeple Şeriati’nin feryat etmesi, acı çekmesi ve içindeki o esen fırtınanın sebebi, hakikati toplumlara anlatabilmesinin verdiği sorumluluk bilincidir.
Nedir bu söylemler?
Tüm eşitsizliklere rağmen asıl konuya gelmemektir. Teolojik tartışmaların kimseye bir faydası yokken, yıllardır bitmek bilmeyen, ezilen insanı ilgilendirmeyen konuları tartışmaktır. Yanı başımızda haksızlıklar yaşanırken konuyu birtakım popüler konularla meşgul ederek o konuların içerisinde kaybolmaktır.
Benim yazılarımda Ali Şeriati üzerinde sıklıkla durmamın özel bir sebebi var. Şeriati, topu taca atanların farkındadır ve aydın sorumluluğunu üstlendiği için ve hakkı haykırdığı için başı gençliğinden beri dertten hiç kurtulmamıştır. Bir sözünde “ Tribünden gelen sesler süren savaşlardaki mazlumun sesini kısıyorsa futbol afyondur!” diyerek futbolunda bir afyon olduğunu söyler. Foucault’un söylemleriyle Marks ve Şeriati’nin afyon olarak gördükleri arasında birtakım ilişki vardır. Söylemler disiplinize eder ve gücün emrinde hazır robotlar yaratır. Afyon ise haksızlıklar karşısında sizi uyuşturur. Topu taca attırarak her seferinde ertelettirir. Bu döngü böyle sürüp gider, taki bir uyarıcı çıkıp tekrar farkındalığı arttırana kadar. Sonra tekrar başa dönülür. Dünya tarihine baktığımızda hiçbir devrim tam anlamıyla başarıya ulaşmamıştır. Söylemlerin ve afyonların etkisinden tam olarak kurtulmak mümkün olmadığı sürece bu döngü böyle sürüp gidecektir.
Artık söylemler sadece işyerinde, okulda, fabrikada ve sokakta değil, sosyal medyada, ceplerimizde taşıdığımız telefonlardadır. Bu uyuşturucular sizi popüler kültür zindanında güzelce oyalar. Konuşulması gerekenler hep ikinci planda kalır. Tıpkı gazetenin üçüncü sayfasında önemsiz ve küçük bir yerinde olduğu gibi… Anlaşıldığı üzere sadece din uyuşturmaz; futbolda uyuşturur, siyasette uyuşturur, popüler kültürde uyuşturur. Söylemler ve ona yol açan afyonlar birlikte reaksiyona girerek çok güçlü bir kimyasala dönüşürler.
Foucault, söylemlere mahkûm olmadığımızı ve ondan kurtulabileceğimizi söylese de, kaçamak cevaplar verir. Açıkçası kendisi de buna tam anlamıyla inanmaz. İşte burada gerçek aydınlar devreye girerek kolonya etkisi görerek uyandırmaya çalışır. Burada aydının görevi, baygın olanları uyandırarak farkındalığını arttırmaktır.
Ancak üzücü olan şudur ki böyle bir aydın kanaatimce yok. Uyandırmaya çalışan aydınlar olsa da yeterli değil. Onlarda gücün kolları arasında sıkışarak belirli çevrelerden öteye geçememektedir. Bu sebeple de yeteri kadar etkili olamamaktadır.
Şimdi, gelişmiş ülkelerin gündemlerine bakalım. Hatta fakir ülkelerin de gündemlerine bakalım. Göreceğiz ki popüler kültürün egemenliği bu çelişkileri hep örtbas etmiş ve etmektedir.
Hep merak etmişimdir; insan dışı varlıklar olsaydı acaba dünyayı nasıl yorumlarlardı? Çoğunluğun göremediğini onlar hemen fark edebilir miydi? Platon’un mağara alegorisinde olduğu gibi bizi hayallerden çıkarıp gerçek olan, diğer bir deyişle asıl konuya yönlendirir miydi?
Bir kurtarıcı mı arıyorsun?
Aşağılık kompleksi olan toplumlarda bu çok yaygın bir davranıştır. Niçin kurtarıcı kendin olmuyorsun? Niçin asıl konuşulması gerekenleri önce kendinden başlamak üzere çevrene yaymıyorsun? Niçin illaki bir kurtarıcı bekleme içeresindeyiz! Şeriati’nin dediği kendi İsmail’imizi kendimiz bulmalıyız. Yani işe önce kendi İsmail’imizi feda ederek başlamalıyız. Peki bu İsmail’i nasıl feda edeceğiz? En sevdiğimiz şeyden başlayarak.
Nedir en sevdiğimiz şey?
Mamondur.
Tüm eşitsizliklerin ve felaketlerin en büyük sebebi olan şey…
Bunu feda edebiliyorsan, sen kendini kurtarmışsın demektir. Ancak söylemlerde kalıyor ve iş pratiğe geldiğinde ellerin titriyorsa, senden olmaz bu iş.
Sen paraya kavuşunca yaşadığın o zorlukları unutuyorsan ve müşriklerinde söylediği “Allah versin” diyorsan unutma, en nihayetinde kaybedenlerden olacaksın.
Canı yananlara, hakkı haykırma gayretinde olanlara ve İsmail’ini feda edenlere selam olsun…
Ahmet Özkaya kimdir?
1993 yılı Kadıköy doğumludur. İlköğretim ve liseyi İstanbul’da tamamladı. Lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi coğrafya bölümünde bitirdikten sonra, Marmara Üniversitesi’nde Pedagojik formasyon eğitimi almıştır. Yeditepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılapları Enstitüsü’nde tezli yüksek lisansa devam etmektedir. Post-Coğrafya kitabının yazarıdır. Ayrıca çeşitli dergilerde makaleler ve popüler bilim platformlarında yazılar yazmaktadır.