Bu nedenledir ki, Fıkıh Usûlü’nde “Şer’u Men Kablena/Öncekilerin Şeriatı”, “Şer’i Hükümlerin Delilleri’nden/İslam Hukuku’nun Kaynakları”ndan biri olarak kabul edilir. Buna göre, önceki peygamberler aracılığıyla bildirilen hükümler ikiye ayrılırlar:
1) Kur’an’da veya peygamberin sünnetinde yer almayanlar -ki, bu hükümler Müslümanları bağlamaz-
2) Kur’an’da veya peygamberin sünnetinde yer alanlar.
Aynı şekilde Kur’an’da veya peygamberin sünnetinde yer alan hükümler de üçe ayrılırlar:
1) Neshedilenler (mensuh olanlar) -ki, önceki vahiylerde yer alan hükümlerden bazıları değişen zaman ve şartlar itibariyle neshedilmiştir-
2) Müslümanlar için geçerli olduğuna dair delil bulunan hükümler.
3) Kur’an’da veya peygamberin sünnetinde kabul veya red işareti olmaksızın zikri geçen ve Müslümanlar bakımından mensuh olduğuna dair herhangi bir delil bulunmayan hükümler.
Bunlardan ilki Müslümanları bağlamazken, diğerleri kesinkes bağlayıcıdır. Hatta bunlar müstakil bir kaynak olmayıp Kitap ve Sünnet’in kapsamına dâhildir. (bkz. Fıkıh Usûlü; Prof. Dr. Zekiyyuddin Şaban)
Dolayısıyla her Müslüman, önceki kitapları tasdik etmek, onlardan bugüne kalan doğruları sahiplenmek ve hakkında mensuh olduğuna dair herhangi bir delil bulunmayan hükümler doğrultusunda hareket etmekle yükümlüdür.
Hal böyle iken bugün birtakım din(i)darlar, tahrif edilmiş ve hükmü geçmiş olarak nitelendirdikleri Kitab-ı Mukaddes’ten -özellikle de Tevrat’tan- alıntılar yapılmasını “çalı-çırpı toplamak”la bir tutuyorlar. Meselenin akidevî ve fıkhî yönünü yukarıda izah ettik; ancak şunu da belirtmek gerekir ki, İslam düşünce tarihinde Tevrat’ın bütünüyle tahrif edildiğini iddia eden olmamıştır. Konuyla ilgili olarak, Tevrat’ın ekseriyetle tahrif ve tebdil edildiği, tahrif edilmediği ve kısmen tahrif edildiği yönünde üç ayrı görüş bulunur; bir dördüncüsü yoktur. Örneğin İbn-i Hazm, el-Karafi ve İbnu’l Kayyim, Tevrat’ın ekseriyetle tahrif ve tebdil edildiği; İbn-i Haldun ve Makrizi, tahrif edilmediği; İbn-i Teymiyye, Elmalılı Hamdi Yazır ve Süleyman Ateş ise kısmen tahrif edildiği yönünde görüş beyan ederler. (Baki Adam; Tevrat) Dolayısıyla Kur’an’ı açıklamada önceki kitaplardan gerektiği kadarıyla yararlanılabilir. Örneğin Kur’an’da kısaca geçen bazı konular, Tevrat’ta daha geniş yer tutar. Bunun en avantajlı yanı, Kur’an’ın önceki kitapları nasıl tasdik ettiğini görerek ve göstererek, Kur’an’ı daha iyi tanımak ve tanıtmaktır. Ayrıca bu, halkı sömüren servet-perest din adamlarının kitabı nasıl tahrif ettiklerini anlamımızı sağlar.
Bu bakımdan gerek Tevrat’ta gerekse İncil’de açlardan, yoksullardan, kölelerden, hulâsa ezilenlerden yana tavır alan, mal yığıp servet biriktirmeyi eleştiren, adaletten, eşitlikten ve özgürlükten söz eden ayetleri alıp kullanmakta hiçbir beis yoktur. Aksine Kur’an’ın “Musaddık” oluşu, daha önceki kitaplarda -ve dolayısıyla kendinde- mündemiç olan bu ruhu ayakta tutmayı gerektirir ki, böylece asıl meseleye gelmiş bulunuyoruz:
Tarih boyunca yaşanan tüm kıskançlıkların, anlaşmazlıkların, kavgaların, cinayetlerin ve savaşların temelinde “mülkiyet sevdası” yatar. Bunun yanında insanoğlunun ihtiyacından fazlasını talep etmesi ve “mülkiyet iddiası”nda bulunması, yeryüzünde açlığa, yoksulluğa ve köleliğe sebebiyet vermiştir. Bu noktada tüm peygamberler mülkün Allah’a ait olduğunu, dolayısıyla yeryüzünde hiç kimsenin hiçbir şeyi sahiplenemeyeceğini vurgularlar. Hiçbir peygamber ve kitap yoktur ki, servet biriktirmeyi, ihtiyaçtan fazlasını elinde tutmayı övsün, zenginden-zenginlikten yana tavır alsın, sınırsız ferdi mülkiyet hakkını savunsun, ortaklaşacılığı emretmesin. Aksine tüm peygamberler -dolayısıyla tüm kitaplar- yoksulların sesi olmuş, kâr, faiz ve sınırsız ferdi mülkiyet sistemiyle toplumu sömüren servet ve iktidar sahiplerinin karşısında yer almıştır. Nitekim tüm peygamberlerin sınıf çelişkisini ortadan kaldırmak için mücadele ettikleri görülür ki, Kur’an’ın mesajı da bu karşıtlığa (diyalektik) dayanır. Bunun doğal sonucu olarak peygamberlerin ortak mesajına ilkin servet ve iktidar sahibi olmalarından ötürü büyüklenen (müstekbir), servet ve refahın küstahlaştırdığı (mutraf) kesim karşı çıkarken, ezilip horlanan, zaafa uğratılan/zayıf bırakılan (mustaz’af), dolayısıyla yoksul kesim (miskîn) olumlu cevap vermiştir.
Ancak ne yazık ki, meseleye böyle bakmayan klasik din(i)dar zihin, yeryüzündeki kavganın salt teolojiye dayanan “inandın (iman)-inanmadın (inkâr)” kavgası olduğunu zannediyor ve gerek hayata gerekse tarihe bir bütün olarak bu pencereden bakıyor. Buna göre, tüm peygamberler de bu fasit daire içinde “inandın-inanmadın” kavgası vermiş kişiler oluyorlar.
Peki, inanmanın, yani Mü’min olmanın ölçüsü nedir? Ali Şeriati’nin “Kur’an’a Bakış” adlı kitabını okursanız, Mü’min olmanın ölçüsü hakkında ilginç ifadelerle karşılaşırsınız. Şeriati “Kur’an’da Anlamların Yeri” başlıklı bölümde Yahudi olan bir kadından, Madam Mitchum’dan söz eder. İnsanlık ailesinin şerefli bir üyesi olan bu kadın, Almanya’nın çıkardığı savaş döneminde Fransız halkının kahramanı, Fransız özgürlükçü ve entelektüellerinin en sevilenidir. 1967 yılında siyonistlerin Araplara karşı işlediği zulmü gören Mitchum şunları söyler: “Ben Yahudi olduğum için -hiçbir zaman siyonist olmadım- Âdem tevbesi gibi bir tevbede bulunmalıyım. İmam Hüseyin’in şehadetinden sonra tevvabların yaptıkları gibi insanın varlık tevbesi ölümdür.” Madam Mitchum, 65 yaşında üniforma giyip el-Fetih Hareketi’ne katılır ve cephede siyonistlere karşı bilfiil savaşır. Şeriati bunu anlattıktan sonra şunları söyler: “Buradaki ölçüt nedir? Küfür ölçütü nedir? Mü’min kimdir? Bu kadının Mü’min biri olduğunu söylemek istemiyorum, acaba amel/eylem bizzat sınır belirleyici hatlardan biri değil midir?” (Ali Şeriati; Kur’an’a Bakış)
Bugüne gelelim: Acaba Rachel Corrie için veya zulüm karşısında aynı tutum ve davranışları gösteren diğer insanlar için de durum aynı değil midir? Kaldı ki, Şeriati’nin “Bu kadının Mü’min biri olduğunu söylemek istemiyorum” sözlerini, Mollalar tarafından sapkınlıkla itham edildiği ortamı da dikkate alarak değerlendirmek gerekir. Dolayısıyla bu noktada Şeriati’den bir adım daha ileri gitmek lazımdır: Yüreğini Tanrı’ya, O’nun adaletine ve merhametine açmış ne kadar böyle insan varsa hepsi Mü’min’dir! Aynı şey mülkiyet talebinde bulunma, ihtiyacından fazlasını elinde tutma, servet biriktirme, faiz, sömürü vb. konular için de geçerlidir. Bu bakımdan Latin Amerika’daki Kurtuluş Teolojisi (Liberation of Theology), ortaya koyduğu düşünce ve pratik itibariyle Kur’an’ın ruhunu yakalamışken, 3. Köprü’nün geçeceği güzergâh üzerinde arsa kapatan Hacı ağabeyler(!), açların, yoksulların, işsizlerin dertlerine ortak olmayan, onların sorunlarını kendi sorunları olarak görmeyen “mahalle”nin Ferisileri (klasik İslamcılar), adaleti, eşitliği, özgürlüğü ve emniyeti ahirete havale eden din baronları ve aynı türden (insanımsı) tüm zat-ı muhteremler, Kur’an’ın mülkiyet anlayışını kavrayamamış, Kerim Kitab’ın ruhundan uzaklaşmışlardır. Mülkiyet talep edenleri, ihtiyacından fazlasına göz koyanları, servet biriktirenleri ve bu yolla yeryüzünde açlığa, yoksulluğa, işsizliğe ve köleliğe sebebiyet verenleri, dahası bütün bunları meşru gören bir din anlayışına sahip olanları kurtaracak yegâne şey, Âdem tevbesi gibi bir tevbede bulunmaları, üzerlerindeki fazlalıktan arınmaları (tezekki etmeleri) ve ezilenlerin safında yer almalarıdır ki, bütün peygamberlerin ortak çağrısı da budur. Zira fesat buradan neş’et eder; biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar. Bu nedenledir ki, tüm peygamberler, bu suçun gerek ferdi gerekse içtimai açıdan helak sebebi olduğuna işaret ederler.
Sözü fazla uzatmayalım. İşte çokça bilinen, isimleri sıkça anılan peygamberlerin yanında “Rablerinden kendilerine verilene iman ettiğimiz diğer peygamberler”in bazılarından mesajlar. Ya da birilerinin ifadesiyle çalı-çırpıdan(!) ayetler:
Yeşaya:
“Ey Sodom yöneticileri, RAB`bin söylediklerini dinleyin; Ey Gomora halkı, Tanrımızın yasasına kulak verin. “Kurbanlarınızın sayısı çokmuş, Bana ne?” diyor RAB. “Yakmalık koç sunularına, besili hayvanların yağına doydum. Boğa, kuzu, teke kanı değil istediğim. Huzuruma geldiğinizde avlularımı çiğnemenizi mi istedim sizden? Anlamsız sunular getirmeyin artık. Buhurdan iğreniyorum. Kötülük dolu törenlere, Yeni Ay, Şabat Günü kutlamalarına ve düzenlediğiniz toplantılara dayanamıyorum. Yeni Ay törenlerinizden, bayramlarınızdan nefret ediyorum. Bunlar bana yük oldu, onları taşımaktan yoruldum. Ellerinizi açıp bana yakardığınızda gözlerimi sizden kaçıracağım. Ne kadar çok dua ederseniz edin dinlemeyeceğim. Elleriniz kan dolu. Yıkanıp temizlenin, kötülük yaptığınızı gözüm görmesin, kötülük etmekten vazgeçin. İyilik etmeyi öğrenin, adaleti gözetin, zorbayı yola getirin, öksüzün hakkını verin, dul kadını savunun…” (Kitab-ı Mukaddes, Yeşaya: 1: 10-17)
“Rabbe sadık olan kent nasıl da fahişe oldu! Adaletle doluydu, doğruluğun barınağıydı, şimdiyse katillerle doldu. Gümüşü cüruf oldu, şarabına su katıldı. Yöneticileri asilerle hırsızların işbirlikçisi; hepsi rüşveti seviyor, armağan peşine düşmüş. Öksüzün hakkını vermiyor, dul kadının davasını görmüyorlar.” (Kitab-ı Mukaddes, Yeşaya: 1: 21-23)
Yeremya:
“RAB Yeremya`ya şöyle seslendi: “RABB’İN Tapınağı`nın kapısında durup şu sözü duyur. De ki: RABBİN sözünü dinleyin, ey RABB’E tapınmak için bu kapılardan giren Yahuda halkı! İsrail`in Tanrısı, her Şeye Egemen RAB diyor ki: “Yaşantınızı ve uygulamalarınızı düzeltin. O zaman burada kalmanızı sağlarım. “RABB’İN Tapınağı, RABB’İN Tapınağı, RABB’İN Tapınağı buradadır!” gibi aldatıcı sözlere güvenmeyin. Eğer yaşantınızı ve uygulamalarınızı gerçekten düzeltir, birbirinize karşı adil davranır, yabancıya, öksüze, dula haksızlık etmez, burada suçsuz kanı akıtmaz, sizi yıkıma götüren başka ilahların ardınca gitmezseniz, burada, sonsuza dek atalarınıza vermiş olduğum ülkede kalmanızı sağlarım. Ne var ki, sizler işe yaramaz aldatıcı sözlere güveniyorsunuz. Çalmak, adam öldürmek, zina etmek, yalan yere ant içmek, Baal`a buhur yakmak, tanımadığınız başka ilahların ardınca gitmek, bütün bu iğrençlikleri yapmak için mi bana ait olan tapınağa gelip önümde duruyor, güvenlikteyiz diyorsunuz? Bana ait olan bu tapınak sizin için bir haydut ini mi oldu? Ama ben görüyorum neler yaptığınızı!” diyor RAB.” (Kitab-ı Mukaddes, Yeremya: 7: 1-10)
“Onlara de ki: RAB şöyle diyor: “İnsan yere düşer de kalkmaz mı, yoldan sapar da geri dönmez mi? Öyleyse neden bu halk yoldan saptı? Neden Yeruşalim sürekli döneklik ediyor? Hileye yapışıyor, geri dönmeyi reddediyorlar. Dikkatle dinledim, ama doğru söylemiyorlar. Kimse “ne yaptım” diyerek kötülüğünden pişmanlık duymuyor. Savaşta seğirten at gibi herkes kendi yoluna gidiyor. Gökteki leylek bile belli mevsimlerini bilir. Kumru da kırlangıç da turna da göç etme zamanını gözetir. Oysa halkım buyruklarımı bilmez. Nasıl, “biz bilge kişileriz, RABBİN Yasası bizdedir” diyebiliyorsunuz? İşte, bilginlerin yalancı kalemi Yasa`yı yalana çevirmiş. Bilgeler utandırıldı, yıldırılıp ele geçirildi. RABB’İN sözünü reddettiler. Nasıl bir bilgelikmiş onlarınki? Bundan ötürü karılarını başkalarına, tarlalarını sahiplenecek yeni kişilere vereceğim. Küçük büyük herkes kazanç peşinde, (sahte) peygamberler, kâhinler, hepsi halkı aldatıyor. Esenlik yokken, “Esenlik, esenlik” diyerek halkımın yarasını sözde iyileştirdiler. Yaptıkları iğrençliklerden utandılar mı? Hayır, ne utanması? Kızarıp bozarmanın ne olduğunu bile bilmiyorlar. Bu yüzden onlar da düşenlerin arasında yer alacak, cezalandırıldıklarında sendeleyip düşecekler diyor RAB.” (Kitab-ı Mukaddes, Yeremya: 8: 4-12)
Hezekiel:
“…Eller gevşeyecek, dizler titreyecek. Çul kuşanacak, dehşete düşecekler. Yüzleri utançtan kızaracak, başları tıraş edilecek. Gümüşlerini sokağa atacaklar. Altınları kirli sayılacak. RABB’İN öfkesini boşalttığı gün onları ne altınları, ne gümüşleri kurtarabilir. Bunlarla ne açlıklarını giderebilir, ne karınlarını doyurabilirler. Altın ve gümüş onları suça sürükledi. Mücevherlerinin güzelliğiyle gururlanırlardı. İğrenç, tiksindirici putlarını bunlardan yaptılar. Bu yüzden mücevherlerini kirli bir nesneye çevireceğim. Hepsini yağma mal olarak yabancı uluslara, ganimet olarak dünyadaki kötülere vereceğim; onları kirletecekler.” (Kitab-ı Mukaddes, Hezekiel: 7: 17-21)
Hoşea:
“Efrayim yalanla, İsrail halkı hileyle çevremi sardı. Yahuda ise hâlâ dizginsiz, Tanrı`ya, Kutsal ve Sadık Olan`a karşı… …O, Yahve diye anılır. Bu yüzden Tanrı`na dön sen, sevgiye, adalete sarıl, sürekli Tanrı`nı bekle. Efrayim tüccardır, hileli terazi kullanır, aldatmayı sever. “Çok zengin oldum” diye böbürlenir, “Varlığa kavuştum, çok emek çektim, günah denecek bir suç bulamayacaklar bende…” (Kitab-ı Mukaddes, Hoşea: 11: 12, 12: 5-8)
Amos:
“Ey sizler, kötü günü uzak sanan, zorbalık tahtını yaklaştıranlar. Ey sizler, fildişi süslü yataklara uzananlar, sedirlere serilenler, seçme kuzular, besili buzağılar yiyenler, çenk eşliğinde türkü söyleyenler, Davut gibi beste yapanlar, tas tas şarap içenler, yağların en güzelini sürünenler, Yusuf`un yıkımına kederlenmeyenler! Bu yüzden şimdi bunlar sürgüne gideceklerin başını çekecekler; sona erecek sedire serilenlerin cümbüşü…” (Kitab-ı Mukaddes, Amos: 6: 3-7)
“Dinleyin bunu, ey yoksulu çiğneyenler, ülkedeki mazlumları yok edenler! Diyorsunuz ki, “Yeni Ay Töreni geçse de tahılımızı satsak, Şabat Günü geçse de buğdayımızı satışa çıkarsak. Ölçeği küçültüp fiyatı yükseltsek, hileli tartı kullanıp yoksulları gümüş, mazlumları bir çift çarık karşılığında satın alsak. Buğday yerine süprüntüsünü satsak.” Yakup soyunun gurur duyduğu RAB kendi başı üstüne ant içti: “Onların yaptıklarının hiçbirini asla unutmayacağım…” (Kitab-ı Mukaddes, Amos: 8: 4-7)
Mika:
“Yatarken fesat ve kötülük tasarlayanların vay haline! Ortalık ağarınca tasarladıklarını yaparlar. Çünkü güçleri buna yeter. Göz diktikleri tarlaları zorla alır, evlere el koyarlar. Birini evinden, bir başkasını mirasından ederler. Bu nedenle RAB bu halka şöyle diyor: “Bakın, size öyle bir bela hazırlıyorum ki, bundan yakanızı kurtaramayacaksınız. Öyle amansız bir zaman gelecek ki, Başınız dik yürüyemeyeceksiniz…” (Kitab-ı Mukaddes, Mika: 2: 1-3)
Nahum:
“…Kaçıp gidiyor Ninova halkı, boşalan bir havuzun suyu gibi, “Durun, durun!” diye bağırıyorlar, ama geri dönüp bakan yok. Yağmalayın altınını, gümüşünü, yok servetinin sonu. Her tür değerli eşyayla dolup taşıyor. Yıkıldı, yerle bir oldu, viraneye döndü Ninova. Eriyor yürekler, bükülüyor dizler, titriyor bedenler, herkesin beti benzi soluyor…” (Kitab-ı Mukaddes, Tevrat, Nahum: 2: 8-10)
Habakkuk:
“Bakın şu övüngen kişiye, iyi niyetli değildir. Ama doğru kişi sadakatiyle/imanıyla yaşayacaktır. Servet aldatıcıdır. Küstahlar kalıcı değildir; açgözlüdürler ölüler diyarı gibi ve ölüm gibi hiç doymazlar. Ülkeleri ele geçirip halkları tutsak alırlar. Tutsak alınanlar onları küçümseyip alay etmeyecekler mi? Kendisine ait olmayanı ele geçirenin, haraç alarak zenginleşenin vay haline! “Daha ne kadar sürecek bu?” demeyecekler mi? Haraca kestikleriniz ansızın ayaklanmayacak mı? Uyanıp yakanıza yapışmayacaklar mı? İşte o zaman onlar için çapul malı gibi olacaksınız…” (Kitab-ı Mukaddes, Habakkuk: 2: 4-7)
“Evini haksız kazançla dolduranın, felaketten kaçmak için yuvasını yüksek yere kuranın vay haline!” (Kitab-ı Mukaddes, Habakkuk: 2: 9)
Zekeriya:
“Her Şeye Egemen RAB diyor ki: “Gerçek adaletle yargılayın; birbirinize sevgi ve sevecenlik gösterin. Dul kadına, öksüze, yabancıya, yoksula baskı yapmayın. Yüreğinizde birbirinize karşı kötülük tasarlamayın. Ama atalarımız dinlemek istemediler; inatla sırtlarını çevirdiler, duymamak için kulaklarını tıkadılar. Yasayı ve Her Şeye Egemen RABB’İN kendi Ruhu`yla gönderdiği, önceki peygamberler aracılığıyla ilettiği sözleri dinlememek için yüreklerini taş gibi sertleştirdiler. Bu yüzden Her Şeye Egemen RAB onlara çok öfkelendi.” (Kitab-ı Mukaddes, Zekeriya: 7: 8-11)
Malaki:
“Her Şeye Egemen RAB, “Yargılamak için size yaklaşacağım” diyor, “Büyücülere, zina edenlere, yalan yere ant içenlere, işçinin, dulun, öksüzün, yabancının hakkını çiğneyenlere – benden korkmayanlara – karşı hemen tanık olacağım.” (Kitab-ı Mukaddes, Malaki: 3: 8-9)
“Çalı-çırpı topluyorsunuz” diyenlere duyurulur…