Zeynep Altıok Akatlı
Öyle derin bir sığlığa sürüklendik ki, saplandığımız bataktan bizi kurtarmasını beklediğimiz insanların vasatlığı kadar isyanımız da eylemimiz de vasat kaldı.
Bunu kültürsüzlük politikalarıyla ince ince ördüler. Her makamı sorumluluktan koparıp çıkara eşitlediler. Yenilmezliklerini, muhalefeti çektikleri kendi çap alanlarına alıştırarak sağladılar. Kendi muhalefetlerini koruyor ve azıcık uzun vadeli program, çözüm üreten, harekete geçen olursa hemen ya tutukluyorlar ya da yerleştirdikleri ayrımcılığın kullanışlı nefretine başvuruyor; o nefretin, cehaletle köpüren kazanına atmanın bir yolunu buluyorlar.
Hani meşhur fıkradaki gibi… Zebellah türkü tutturmuş dolanıyor, zira kazana doldurup kaynattıkları birbirini ayaklarından, suyun daha kaynar derinine çekiyor. Eğer dışarıdan onları kurtarmaya el uzatan olursa, kavrayıp kendini dışarı çekmek yerine onu kazanın içine çekiyorlar.
En büyük yanlışı öğrettiler önce: “Esas oğlan” parıltısına esir oldular.
Sonra “esas oğlan bir kahraman olsun, bizi kurtarsın” beklentisi yerleşti topluma da. Siyaseti neden ve sonuca değil, kişiye ve “kim” tartışmasına çivilediler. Bunu tek eksenli hale getirip “esas oğlan yarışında” körleştiler. Tek gündemli, tek dertli oldular. Sadece seçim kazanabilecek “esas oğlanı” anlatıyor, arıyorlar.
Oysa kahramanlara at lazımdır, yollarına yoldaş lazımdır, ceplerine pusula lazımdır. Kılavuz olmadan yol yürünür mü? On cephede tek başına savaşılır mı?
Yol bir ama sürek bin bir!
Bunu unuttular. Üst üste koymak yerine kuleyi devirdiler. Taşları dağıttılar. İzleksiz, belleksiz toplumun izleksiz, belleksiz öncüleri oldular. İktidar o gün hangi kartı açarsa, hangi çöpü çekerse ona odaklı mücadele pratiği; kendi yarattığı kahramanları kendi tüketmeye devam ediyor. Dün arkasında milyonlar oldukları Kemal Kılıçdaroğlu’nu, bugün bu ülkenin tüm siyasi gerçeklerini, bir ömürlük birikimi, birçok belirleyiciyi, eşlikçiyi, gelişmeyi unutmuş, tümden yargılıyorlar. Daha kötüsü, yargısız infazla üzerinde tepinerek, mücadele ettiğimiz linç ve şiddet kültürüne malzeme ediyorlar.
Onu, öznesi olmadığı bir davayı sonlandırmamakla suçluyorlar. Hızır Paşası, Bolu Beyi, zalimi, hadsizi, üslupsuzu, hırslısı, sağcısı; hepsi bir olmuş, herkes sütten ak. Hepsi hakaret ettiği partiye kırmızı halıyla, can yeleğiyle dönerken, ülkenin tüm felaketlerinin faturası seçimi kazanamayan (%48,5) eski başkanın recmiyle kesiliyor.
Oysa onun yanlışlarını tekrarlamamanın yolu yine kişilerde değil, sürekte.
Eylem ve söylemde tutarlılıkta. Değişim; en önce bu nefret ve ayrıştırmayı öğretene, kullanan ve yerleştirene karşı kapsayıcı ve bütünleşebilen bir mücadeleyle gelebilir ancak.
Sanki CHP kurultay davası, iktidarın CHP’ye kurduğu tuzak değil! Sanki bu davanın belirleyicisi olan hukuk, iktidarın hukuku değil. Sanki hukuksuzluğa sığınmış iktidar, onun demesiyle CHP ya da insan hakları lehine çalışacak.
Beklenen sözler söylense şık olur. Ama ne çözüm olur, ne söylenen yapılabilir. Kimin umurunda! Bütün öfkenin –hem de iktidarın öğrettiği nefretle– bir kişiye yöneltilmesi; şu an akıllısının da, hırslısının da, tevazu sahibinin de, bezmişin de, yılmışın da, umutsuzun da medet umduğu koca bir boşluk.
Tarafların birbirine haklı ya da haksız kızgınlığı, suçlaması, eleştirisi; bizi esir alan çapsızlığın gürültüsü olmaktan öteye geçemiyor. Sadece gündemi meşgul ediyor.
Şimdi CHP’yi etkisizleştirmek; muhalefet hakkını ve toplum üzerinde yerelden başlayarak dönüştüren, yardımlaşan, iyileştiren etkisini engellemek için uydurulmuş bir dava var.
Tutuklu belediye başkanları, bürokratlar var. İptal edilen seçimlerle başlayan, “kazandırtılmayan” seçimlerle süren bir kumpas var. Tüm bunlar olurken; yenilgisiz seçim, kalıcı rejim için yürütülen “müzakereler”, yeni anayasa kulisleri var.
Hep diyoruz ya: izlek!
Çözüm, mutlaka bütünü kavrayarak, tutarlı ve fikri takibi olan bir mücadeleyle mümkün. Barış, adalet, demokrasi… Hepsi çok önemli kavramlar ama cümle içinde kullanarak, slogan atarak, alkış alan güzel nutuklarla korunmaz.
Bugün bu davayı açabilmeye cesaret bulmalarına olanak veren takipsizliği hatırlamak için bir 10 yıl önceye gidelim.
Hatırlar mısınız? Farkında mısınız?
15 Temmuz darbe girişimi sonrası CHP Parti Meclisi’nin yayınladığı bildiriyle ilgili olarak “Cumhurbaşkanına hakaret” suçlamasıyla açılan davada, 60 kişilik Parti Meclisi, Disiplin Kurulu üyeleri ve yedek üyeler yargılanıyor.
İçinden geçtiğimiz karanlık süreçte, iktidarın hukuku ayaklar altına alarak çıkarları doğrultusunda dilediği gibi eğip bükerek, talimatlarla davalar ve cezalar yaratması sürpriz değil. Hatta sıradan. Ancak kanımca bu dava, binlerce hukuksuz siyasi dava arasında farklı bir öneme sahip.
Önceki Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’na, İstanbul Belediye Başkanımız Ekrem İmamoğlu’na, önceki İstanbul İl Başkanımız Canan Kaftancıoğlu’na İstanbul zaferi sonrası açılan davalardan bugüne uzanan yargı sopasının; kısacası partimizin başarılarıyla öne çıkan isimlerine yönelik saldırıların arkasında doğrudan partimizi ve aslında seçmenin iradesini yargı eliyle etkisizleştirmek, siyasetten uzaklaştırmak için yürütülen sistemli planın üst başlığı niteliğinde.
Parti Meclisi’nin “Yurttaşlara Çağrı” bildirgesinin yargılanması; tüm dünya kamuoyu için sürecin çarpıklığını ve usulsüzlüğü bütüncül bir itirazla gözler önüne serecek çok güçlü siyasi bir boyut taşımakta.
Kendi içinde iktidar yararına son derece kullanışlı usulsüzlük ve yanlışlar da barındıran dava, 60 kişilik Parti Meclisi üyelerinin şahsına indirgenerek, tek tek yargılanmalarıyla dikkatlerden ve güçlü argümanından koparılıyor, etkisizleştiriliyor.
Cumhurbaşkanının hemen her gün açtığı hakaret davalarından biri gibi ele alınıyor.
Bu davada yargılanan kişiler değil; Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyasi iradesidir.
Parti Meclisi, partinin en üst karar organıdır.
Siyasi partilerin ülke gündemini ve güncel gelişmeleri değerlendirerek seçmenlerine ve kamuoyuna kendi siyasi ideolojileri ve programları uyarınca açıklama yapması en doğal muhalefet hakkı ve asli sorumlulukları kapsamındadır. Bu, siyasetin doğası ve partilerin görevidir.
Bu davayla CHP’nin eleştiri hakkı, örgütlenme hakkı, temsil hakkı; yanı sıra ifade ve düşünce özgürlüğü ihlal edilerek, ana muhalefetin susturulması, sindirilmesi ve siyaset mekanizmasının önünün kapatılması istenmektedir.
Örgütlenme hakkının, Anayasa’dan ve tarafı olduğumuz uluslararası sözleşmelerden doğan tüm hakların yok sayılması söz konusudur.
Bu dava açıldığından bu yana iki Genel Başkan, dört Hukuktan Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı gördü.
Peki bir ülkenin en büyük siyasi partisini ablukaya alan bu fahiş yanlış, bu korkunç baskı kamuoyuna bile anlatılamamışsa; duruşmalar sadece sanık koltuğundaki siyasilerin ve avukatların kendi kaderine bırakıldığı bir süreçle yönetilirse, bu düzenin yeni hamleleri önlenebilir mi?
Kitlesel ve çok kritik böyle önemli bir davanın, geçtiğimiz günlerde dosyalar birleştikten sonra görülen ilk duruşmasında CHP kurmayları, milletvekilleri, basın, örgüt, hak savunucuları yığılmalıydı.
Belki Genel Başkan da hazır bulunmalıydı.
Açıklıkla söylemek isterim: Bu ve benzeri davalarda elbette sessiz sedasız beraat edebiliriz.
Ya da bu hukuksuzluk içinde kimimiz ceza alır, kimimiz için hükmün açıklan
hükmün açıklanması geri bırakılır.
Ama beraat ederek rahatlayamayacağımız bir çarpıklık var. Baştan yanlış olanın ifşası gibi.
Süreç uzadıkça, görevler değiştikçe; direniş ve haklılığın gür sesi ıssızlaşırsa, muktedir elbette o gün olduğu gibi fütursuzca doğrudan CHP’yi hedef alır. İş kurultay iptaline, parti kapatmaya varır.
Oysa bu dava, tek başına Parti Meclisi’nin olağanüstü ve tek gündemli toplanarak siyasi iradenin yargılanamayacağının altını çizen yeni ve kuvvetli bir metinle konu alınmalı; muhalefet özgürlüğü ilk günden korunmalıydı.
Bu dava bir izleğin başıdır.
Canan Kaftancıoğlu’ndan Özgür Çelik’e, Ekrem İmamoğlu’ndan ilçe belediye başkanlarına, önceki genel başkandan yeni genel başkana uzanan kıskaç, sessizlikten güç alıyor.
Bu izlek; seçim kaybettikleri doğu illerinde Kürt seçmene uygulanan hak gaspının, Kayyum sorununun eriştiği yerden devam ediyor.
Bu nedenle artık bu izleği kavramış ve sahiplenmiş; insan hakları, seçme ve seçilme hakkı, protesto hakkı, sivil irade hakkı gibi pek çok boyutuyla hukukun iktidarın maşası haline gelişine karşı güçlü ve sağlam bir iradeyle mücadele etmek şarttır.
Geniş kavrayışla, tüm kumpas ve intikam davaları için sözü olan güçlü bir çıkış, geçmişten geleceğe aktarımla ülke gündemine yeni bir siyasi damga vurarak etkili olacaktır.
Şüphesiz bu da kişilerden ve geçmiş hatalardan bağımsız tutulmalı; ama öğrenerek irdelenmelidir.
Ülkenin tüm sorunlarının müsebbibi belli.
Yan yana, her gün halkın hakkı için mücadele şart.