Tokat’ın Reşadiye ilçesinde 8 yaşındaki Bayram Erol ve 5 yaşındaki Dursun Kağan Taşçı salı gününden beri kayıp, AFAD, Jandarma, kasaba halkı günlerdir, kar soğuk demeden kayıp çocukları arıyor.
Elbette arayacaklar, elbette kasabalılar çocuklarının bulunması için tüm imkanlarıyla seferber olacak. Çocuklar “kaçırılmış mı”, “organ mafyasının eline mi düşmüş” “ırmağa mı düşüp sürüklenmiş”, “yaban hayvanları mı parçalamış”… akla gelen soruların yanıtının bulunması gerekir. Bulunması gerekir ki, yarın kendi çocuklarının da “nedensiz kaybolacağı” korkusuyla geceleri uyuyamaz hale gelmesinler, gündüzleri çocuklarını görme mesafesinden çıkmadıkları bir yaşama mahkum olmasınlar.
AYNI TOPLUMDA YAŞAYABİLMENİN OLMAZSA OLMAZI!
Yani Reşadiyeliler, elbette komşuları için elbette insani duygularla ama daha çok da yarın kendi çocuklarının da böyle “nedensiz” biçimde kaybolma tehdidini ortadan kaldırmak için seferber olmuşlardır. Ki, toplum halinde yaşayabilmenin olmazsa olmaz şartlarından birisi budur: Toplumun bütün fertlerinin birbirinin can güvenliğinden sorumlu olmasıdır. Bu yüzden Reşadiyelilerin işi gücü bırakıp kar, soğuk, yılbaşı demeden, belki de hiç görmedikleri çocukları aramaya çakmaları, anlamlıdır, saygıya değerdir.
TV kanalları da her vesileyle aramayı yapan kişilerle bağlantı kurdu, gelişmeler hakkında kamuoyunu bilgilendirdi. Yetinmediler, “Yüreğimizi yakan haber bu sefer Tokat’tan geldi” klişelerini de eksik etmemeye çalıştılar!
Etmesinler. Sahtelik, riyakarlık, unvanlı haber okuyucularının yüzlerine yansısa, ses tonunda hissedilse de sakıncası yok! Çünkü Reşadiye’de iki çocuğun kaybolduğu haberinin böyle yoğun biçimde verilmesi, nedenlerinin, niçinlerinin aranıp sorulması, elbette ki, toplum halinde yaşamanın, aynı toplumun parçası olmanın “olmazsa olmazı”dır. Bu duygusunu kaybeden toplumlar, birliklerini koruyamazlar, çürüyüp dağılırlar. Toplum olarak yaşamayı hak etmezler!
TOKAT’TAKİ DUYGU BİRLİĞİ CİZRE, SİLOPİ, SUR’LA KURULMAZSA!
Ama bu ülkede sadece Tokat’ta kaybolmuyor, ölmüyor çocuklar. Her gün Cizre’de Silopi’de Sur’da anne karnındaki ve kucağındaki bebekler, evinin bahçesindeki çocuklar keskin nişancı kurşunlarıyla öldürülmüyor mu?
Ama o televizyon kanallarının çeşitli unvanlı sunucularının “içleri”, yürekleri bu bebek, çocuk, genç, yaşlı ölümlerinden yanmıyor; onlar için bu yasak bölgeden gelen “iç yakıcı” “yürek yakıcı” tek haber asker ve polislerin ölümü! Diğer ölümler ise, “zaferin işareti”!
Ölen sivil vatandaşlar, kadınlar, bebekler çocuklar, gençler, gerillalar bu ülkenin vatandaşı değil mi; onlarla aynı toplumda yaşamak istemiyor muyuz?
Öyleyse neden onların ölüm haberleri için de “Yüreğimizi yakan haber” demiyoruz?
ANALAR BİLE AYRIŞTIRILDI!
Eskiden (örneğin altı ay önce) laf olsun diye de olsa “Analar ağlamasın” deniyordu. Böylece hem asker, polis hem de gerilla ya da sivillerin ölmesine karşı çıkılıyordu. Kimi meczuplar ve milliyetçilikten gözü dönmüşler, “Ne demek analar ağlamasın. Tabii analar ağlayacak. Türk’ü böyle böyle iğdiş ettiniz. Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır” diye tepinseler de genel kabul gören “anaların ağlamamasıydı” ve bölgeden kötü haber gelmemesi genel olarak olumlu bulunuyordu!
Bugün ise Cumhurbaşkanından başlayarak ilan edilen konseptin yaygınlaştırılıp ete kemiğe bürünmeye başlamasıyla birlikte, “analar ayrıştırıldı.” Gerilla analarının ağlaması haber bile yapılmıyor. Gerilla ölümleri sadece alt alta yazılan sayılardan ibaret, annelerin feryatlarına da kulaklar sağır.
Gerilla, operasyonlarda hayatını kaybeden sivillerin analarının ağlaması, feryatları, çığlıkları duyulmuyor.
Bugün gelinen yer, meczup ve aşırı milliyetçi odakların “analar ağlasın” çizgisidir. Üstelik de gerilla analarını Kürt analarının değil sadece asker ve polis analarının ağlamasının duyulmasını isteyenlerin çizisidir. Yoksa “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır” diye nasıl nutuk atacaklar!
GÜVENLİK GÜÇLERİ HİÇBİR SİVİLİ ÖLDÜRMEMİŞ!
12 çocuklu 50 yaşındaki kadının cesedi 7 gün bütün dünyanın gözü önünde sokaktan alınamıyor. Ancak çürümeye yüz tutunca kaldırılmasına izin veriliyor.
Ülkenin Sağlık Bakanı, ekrana çıkıp; “Cenazelerin alınıp defnedilmesi belediyenin işidir” diyerek belediyeyi suçluyor.
Başbakan da nihayet “Sokağa çıkma operasyonları sırasında çoğu keskin nişancılar tarafından vurularak öldürülen onlarca yurttaşın kadın, bebek, çocuk yaşlı, tümünün “Teröristler tarafından öldürüldüğünü” ilan etti. Böylece sorunu çözmüş oldu! Ve medya, CHP ve MHP, “muhalefet” olsun diye bile, “Bölgedeki halk, olayların tanıkları böyle demiyor” diye karşı çıkmıyor.
HDP’NİN LİNÇ EDİLMESİNDE YENİ ADIM: DOKUNULMAZLIK!
Bölgeyi gezen gören aydınların gazetecilerin “kopuş” dediği bu sürecin şimdi HDP Eş Başkanları Demirtaş ve Yüksekdağ’dan başlanarak HDP’li vekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması adımına gelindiğine tanık oluyoruz. Suudi Arabistan dönüşünde Cumhurbaşkanı büyük olasılıkla kendi çağrısıyla Ankara ve Diyarbakır savcılıklarının başlattıkları soruşturmaları hızla tamamlama talimatı verdi ve iki Eş Başkanın da dokunulmazlığının kaldırılacağını ilan etti.
“Hangi yetkiyle”, “hangi hakla” falan gibi sorular sormayın!
Ve son yüzyılın bütün deneyimleri gösteriyor ki ülkeleri o ülkedeki ezilen mezhep ve milliyetler değil, iktidarı elinde tutanlar bölmüşlerdir. Çünkü ezilenlerin bütün insanlık tarafından olmazsa olmaz kabul edilen hakları ve özgürlük taleplerini tanımayarak sonuçta ülkeyi bölünmeye zorlamışlardır. En çok da önlerine her çıkanı, her eleştireni “bölücü” ilan ederek.
Türkiye Davutoğlu-Erdoğan ikilisi tarafından böyle bir sürece itilmiştir. Son altı ayda da HDP’nin kriminalize edilip siyaset, emniyet, “adalet” eliyle linç edilmesi girişimine kadar gelinmiştir!