ÜST İNSAN-SOYLU DEVRİMCİ-BÜYÜK SOSYOLOG-BİR ŞEHİT VE ŞAHİT: DR. ALİ ŞERİATİ
“Zaman mı? değil zaman
Akan zaman değil mesafelerdir:
Biz yeni bir hayatın acemileriyiz
Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
Şiirimiz aşkımız yeniden
Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle bağış arasında
(…) Biz kırıldık daha da kırılırız.
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza…” (Cemal Süreyya)
Düşüncelerin, sınırları tayin edilmiş muayyen bir vatanı yoktur. Bu yüzden, düşünceler, sınır mınır takmadan özgürce uçuşurlar oradan oraya. Her ülke, her insan yüreği, her insan beyni vatanıdır düşüncelerin. Binaenaleyh, düşünceye gem vurmak isteyenler, korkaklar ve sefillerdir. Ve hep kaybediştir bu tufeylilerin sonu. Sevmediğin düşünceye karşı düşünce üreteceksin arkadaş. Boğmaya yeltenmeyeceksin düşünceyi. Ve yafta vurmaya tevessül etmeyeceksin düşünen kafalara. Zira düşünceyi boğmaya yeltenirken ve düşünen kafayı koparmaya çalışırken bil ki; terakkiyi, bağımsızlığı, yaratıcılığı boğuyorsundur ve tereddinin mahkûmu oluyorsundur ağır ağır. Ve boğuluyorsundur kendi ürettiğin karanlıkta. Kucağına oturuyorsundur esaretin, fark etmeden. Tabii hakarette düşünce değildir asla. Zaten düşünce adamları da hakarete yeltenecek kadar sefil değildirler. Büyük şair Namık Kemal de demiyor mu: ‘’Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar’’ diye.
Evet, sözlerimize kısa bir izahla başlamamızın hikmeti; evrensel bir düşünce devini anlatacak olmamızdır ve bu yüzden yanlış anlama ve anlaşılmaya geçit bırakmamak içindir. Yani düşünceye bakmak ve isimlere takılmamak gerekir. Tabi isimlerde önemlidir kuşkusuz ama bu gelişmiş beyinler için geçerlidir. Maalesef çoğumuza bu sığ bakış egemendir. Düşünceye bakmayız hemen damga vurur ve teğet geçeriz. Hâlbuki bizim kültür oluşturucu dinamiklerimizde böyle bir şey yoktur. Ne diyor güzel insan, sıddık halife Hz. Ali efendimiz: ‘’siz hikmeti alınız, geldiği yere bakmayınız.’’ Olay bu.
Şehit Dr. Ali Şeriati, İranlı bir düşünürdür ama asla yerel değil evrensel boyut kesbetmiş bir düşünce devidir. Hatta Osmanlı devrini değerlendirmeye tabi tuttuğu zaman bile ülkesinin var olan yanlışlarını izahtan ve ifadeden gocunmayacak kadar onurludur. Ama bir o kadar da ülkesini seven biridir ki bu tabiidir.
İnce bir gönül. Güçlü bir beyin. Keskin bir zekâ. Kudretli bir ruh ve irade. Çileli ve fırtınalı bir ömür. Duygusal ve düşünsel yalnızlığın yoldaşı. Yegâne gayesi: insanoğlunun, üzerinde yaşanılan dünyada, insan şerefine mütenasip yaşaması. Kendi fıtratına uygun ve kendi seçimi yönünde. Bütün kirlerini kusarak temizlenmiş ve cennet nitelemesini hak edebilecek bir âlem tasavvuruna sahipti. Bireysel bazda kendi olmayı başarmış ve toplumsal bünyede arınmayı ikmal etmiş olan bir birey ve toplum önderliğinde, bireysel ve toplumsal bünyede muazzam bir devrim yaratmak ve böylece yeryüzünde bir diriliş ve direniş ateşi yakmak istiyordu. Yürekli ve dürüst bir savaşçıydı. Mutlak ve muhakkak olarak iman ettiği ulviyetlere yabancı olan yüreklerin teveccühünü kazanmıştı. Egzistansiyalizmin kurucusu sayılan Jean Paul Sartre: “Şayet bir dine inanırsam bu Şeriati’nin dini olur”’ demekten kendini alamamıştı. Bu yürekli bir itiraftı ama bu itirafın açık edilmesine vesile olan sebep sonsuz önemliydi. Neydi bu? Yüce din İslam’ı öz mahiyetine uygun idrak etmek ve idrak ettiği muhtevaya mütenasip şekilde bir pratik ortaya koymak. Yani dincilik değil dindarlık. Hidayete erdiyse ne mutlu o yüreğe.
Girilmeyen kalelere girmişti. Dizginlenemeyen nefislere gem vurmuştu. Keşfedilmeyen iklimleri keşfetmişti. Bütün düşünce şişelerinden içmiş, bütün düşünce vadilerinden geçmişti. Bütün sahte düşün saraylarını sarsmış ve o sarayların sahte krallarını yerin dibine geçirmişti. Güvenen gelsin. Korkusuzca açılsın bu fikir denizine. Ama hakikatten ve sadakatten şaşmadan. İhanete bulaşmadan. Ahlakçı bir insandı o. Namusluydu, ihanetsizdi. Onurlu bir vatanseverdi. Gerçek ve samimi bir adaletçiydi. Tevhit eri aziz bir muvahhiddi. Hülasa; mümtaz ve muazzez bir devrimcide bulunması gereken özellikleri haizdi.
Anlam sevdalısıydı. Sığlığa, yozluğa, yobazlığa, kesin inançlılığa sonsuz muhalifti. Statükoların iflah olmaz ve susturulamaz düşmanıydı. Hayatın bütün yönlerinde anlamın temel ölçüt olmasından yanaydı. Zira anlamsızlık insanı yoruyordu, boğuyordu, tutsak ediyordu. Bütün güzellikleri ve yüce zevkleri zehirliyordu. Anlam, medeniyetinde mihenk taşıydı. Anlamsızlık fırtınasının âlemi sardığı yıllarda mana yüklü sözcükleri delici bir ok gibi fırlatıyordu tefessüh etmiş âleme ve paslanmış ve körleşmiş vicdanlara karşı. Kesinlikle korkusuz ve pervasızdı. Müthiş bir stratejistti. Fikri mücadelenin her tür inceliğine vakıftı. Bu yöndeki ince zekâsını, peşinden salınanlarla olan diyaloglarında göstermişti.
O paramparça edilen, acımasız tuzaklarla karşı karşıya olan, her parçası zalim eller tarafından insafsızca ve şerefsizce suiistimal edilen insanı bütünlemeye çalışan sanatkâr ruhlu bir devrimci idi. Aldatılışı bizatihi müşahede ediyor, beyninin ve ruhunun derinliklerinde hissediyordu. Bu zillete dayanamıyordu güzelliklerle, erdemlerle yüklü asil yüreği. Manen aldatılıyordu insan, madden aldatılıyordu. İnsanın karşı karşıya olduğu tuzakları ‘’İnsanın dört zindanı’’ isimli muhteşem eserinde mükemmel şekilde izah etmişti.
İnsanoğlu önüne hazır konulan her ne olursa olsun asla kontrol etmeden almamalıydı, kullanmamalıydı. Paramparça edilmiş insanın her parçasına hitap edecek söz cellâtları ve bu cellâtların söz kalıplarından müteşekkil sahte ideolojileri de hazırdı. Bunlar, insanı parçalamayı başarmış vahşi ve katil emperyalizmin ideolojik ajanlarıydı. Toplum tarlasına süzülmüşler, derinliklere sirayet etmişler ve kendilerine layık buldukları parçaları alıp götürmüşler ve ideolojilerinin kör kuyularında tutsak etmişlerdi. Vahşi, ilkel ve katil emperyalizmdi bu, hiçbir teferruatı düşünmeden asla bir sunumda bulunmazdı. Tabanı hazırlamıştı ve sunumunu yapmıştı. Başardı da. O insanların tutsaklığını devam ettirmek için ne gerekiyorsa yaptı ve yapıyor insanlarda kurtulmak için sonsuz bir mücadele veriyor. Ve bu soluksuz mücadele insanın kazanımıyla hitam bulacak inşallah. Ve sınıfsız, sınırsız, sömürüsüz, bağımsız bir dünya kurulacak ve insanlığın her parçası buluşacak ve kardeşlik ikliminde herkes mutlu yaşayacak. Son tahlilde, Tevhit tahakkuk edecek.
Her devrim ihanet zehrini bağrında taşır derler. Ve gün gelip sular durulunca zehrini kendini yaratan evlatlarına akıtır derler. Tabi bu devrimin asla olumsuz olduğu manasına gelmez ve gelmemelidir. Bilakis, devrim, yegâne kurtuluş yoludur. Bu ters idrak, devrimin zaman sürecinde hain ellerin tayin ediciliğine geçtiğinin göstergesidir. Ve gerçek devrimciler bunun önlemini daha baştan alırlar, almalıdırlar. Ve böylece bu terslik asla olmaz.
O, alçakgönüllülüğün mütemadiyen büyüttüğü bir devdi. Büyüdükçe insanlığın bütün katmanlarını şefkatle kucaklıyordu. Fakat ne hazin ki, kucakladıkça da yanlış anlaşılıyordu. Tabi bu onun doğal yükselişini kıskananların da eliyle oluyordu haddizatında.
İnsanı tanımadan insan namına bir şey yapmak kabil-i mümkün değildi. ‘’İnsan’’ isimli eserinde insanı bir anlatışı vardı ki ancak bu kadar olabilirdi. Bu kudretli eser her zaman muhalif düşüncelerin korkulu rüyası olmuştur. İnsan bünyesi kendisine dayatılan her nevi aykırılığı her zaman kusardı ve kusmuştu. Bundan sonrada kusacaktı. O, insanı çok iyi tanımıştı. İnsan tam bir kaostu, çelişki üzerine var olmuştu. ‘’Hubut’’ isimli muhteşem, gerçekten muhteşem, eserinde bunu işlemişti. Dolayısıyla toplum tarlasına da spontane (kendiliğinden) olarak kaos egemendi. Binaenaleyh, insanın her bir parçasına dokunan ve her bir parçasından müteşekkil bir bütün oluşturan bir yapının olması gerektiğini idrak etmişti ve öylede yaptı. Zira gerçek bir devrimci, gerçek bir tamamlayıcı olabilirdi ancak.
Bir şeyi bilmenin ölçüsü, bilinen şeyin izahıyla olurdu. Ve biteviye bildiklerini anlattı, izah etti, kardeşleriyle paylaştı. Okudu, öğrendi, anladı, inandı ve anlattı. Bu minvalde bitevi izah ve ikaz yaptı. Gerisi insanlara kalmıştı. Bazen kızdı anlamayanlara, ne halleri varsa görsünler dedi. Ama onları da çok iyi anladığı için bıkmadı ve yoluna devam etti. Anlamanın çok çetin bir iş olduğunu çok iyi idrak eden bir ruh ve beyindi.
Çok hassas bir yüreğin sahibiydi. Natürel ve özgür bir yaşama sevdalıydı. Ama öze uygun olarak. ‘’Öze dönüş’’ isimli mükemmel eserinde öze dönüş olayını fevkalade izah etmişti. Sonsuz özgür ama bir o kadarda insani bir yaşamın peşindeydi. Yani, altyapısı tevhit olan bir yaşamın. Eski tadların, eski kokuların özlemini duyuyordu. Bu yüzden bazen ardına bile bakmadan çekip gitmek istediği oluyordu. Hatta bu hayata veda etmek istediği. Bu ruhsuz, bu soğuk, bu donuk, bu duyarsız, bu tefessüh etmiş dünya ve bu çıldırmış, bu yönünü kaybetmiş, bu bilincini yitirmiş, bu özüne yabancılaşmış insanlık o’nu derinden sarsıyor, cidden sıkıyor, adeta boğuyordu. Kendisine dayatılan yabancılaşmaya direniyordu ve bilinçli bir birey olarak özbilinç-özdeğer eksenli yaşıyordu. Yaşadığı hayatın bedelini biliyordu ve bu soylu sona hazırdı. Zira şahadetin yüceliğini kavramış ve benimsemiş bir ruhtu. Zaten korkuyla bu yolda yürünemeyeceğini ve yaşanamayacağını çok iyi biliyordu. Korkusuzluğu içselleştirmiş bir aydındı, insandı. Buna da mütemadiyen vurgu yapmıştı. Halk limanında demirlemişti. Yoksa dirilişin ve direnişin ne anlamı vardı. Her şeyini halkı yoluna adamıştı. Ta ki canını bile. Anlaşılmakta zorlanmasına rağmen. Tutsaklığın gerçek sebebinin korku olduğunu çok iyi biliyordu. Bu derin gerçeği ‘’Kevir’’inde çok güzel izah etmişti.
Başıbozuk olanın süreç içerisinde düzelemeyeceğini, düzelmek ve düzeltmek için devrimin koşul olduğuna inanıyordu. Bilakis insan bozuluyordu, bozuldukça bozuyordu, bozdukça bozuluyordu. Bu böyle devam edip gidecekti. Bu olumsuz seyri durduracak yegâne yol devrimdi. Büyük bir devrim yaratmadıkça, insanlık adeta kokacak, çürüyüp gidecekti. Müstekbirler mustazafları her zaman ezecekti. Dünya bir bataklığa dönüşecekti. İnsan hep acıların tutsağı olacaktı. İdeolojilerin kör kuyularında yok olup gidecekti. Kimse ona el uzatmayacaktı. Arka teker daima ön tekeri takip ederdi. Ön teker aydınsa arka teker halktı. Aydınlar aydınlanmadan halkın aydınlanması muhaldi. Bir aydının esas vazifesi: önce uyanmak sonra da uyandırmaktı. Aydın peygamberi misyonun mümessiliydi. Zamanın ruhunu yakalamalıydı ve ona uygun teoriler üretmeli ve teoriyle mütenasip bir pratik kurabilmeliydi. Buna imanı muhakkaktı. Tarihin hiçbir dönemi bu keskin teşhisi yalanlayamıyordu. O eskiyi tekrar eden değildi. O atalarının peşinden giden değildi. O yeniyi arıyordu, soruyordu, sorguluyordu. Hakikatin peşindeydi.
Gerçekten büyük bir devrimciydi. Sanki devrimci doğmuştu, devrimci olarak yaşadı, devrimci gibi savaştı, devrimci kimliğiyle şahadet şerbetini içerek dar-ı bekaya, inanan ruhların güneşli ülkesine irtihal eyledi. Asla ama asla kesilmeyecek bir soluk, silinmeyecek bir iz, yenilmeyecek bir söz, değişmeyecek bir öz bıraktı fani âlemde ve ölümsüzleşti. Fedakârlıkla perçinlenmiş, muhabbetle süslenmiş, mücadeleyle bileylenmiş bir miras bıraktı. Kesinlikle unutulmayacak. Dünya ve insan ayakta kaldığı müddetçe hatırlanacak. Aziz hatırası haysiyetli kardeşlerince daima taze tutulacak ve yaşatılacak. Teoriyi ve pratiği en muazzam şekilde meczeden güzel devrimci.
Devrimci, hem hiçbir yerdedir hem de her yerde. Hakikat bölünmüştür ve her yöne saçılmıştır. Binaenaleyh, hakikat hem her yerdedir hem de hiçbir yerde. Bütün olarak hiçbir yerdedir, ama, parça olarak her yerde. Devrimci, parçalardan bütünü oluşturmaya çalışan bir üst insandır. Evet, o, bir üst insandı. İşte tamda bu yüzden yanlış anlaşılmıştı. Bazılarınca bilinçli bir yanlış anlaşılma tavrına maruz kaldı. Kıskanılıyordu. Yapılmayanı ya da doğru bir ifadeyle yapılamayanı yapıyordu. Tehlikeliydi. Halkın ruhuna dokunmamalıydı. Dokunduğu takdirde kumdan kaleler toz olacak, sahte saltanatlar sarsılacaktı. Yalancı kralların, onursuz şahların itibarı beş paralık olacaktı. Bu kahreden son, ‘’dünyaya alışmışlar’’ için feci bir yıkımdı. Yıkılmamak için yıkmak gerekiyordu. Bitevi yıkmaya çalıştılar. Hakikat ve halk, zorbaların kör kuyularında tutsaktı ve özgürlüğü bekliyordu. Hakikatin bölünmüşlüğü demek aynı anda insanında bölünmüşlüğü demekti. İşte tamda bu sebeple, insanın, kendi kör kuyusunda tutsak ettiği parçasına hitap eden ve onu aldatarak egemenliğine alan hiçbir zalim-zorba-tiran ya da Firavun-Karun-Haman onun ruhuna dokunamıyordu. Münhasıran bedenine hükmediyordu. Cebren ve hile ile metazori olarak maniple etmeye çalışıyor ve ondan nemalanıyordu. Hakikatte yenik olduğunu da biliyordu. Bu yüzden fasılasız zulmüne devam ediyordu. Ruha bir dokunuş bedene bin dokunuştan evla idi ve ruha dokunmayan her şey hakikatte yenikti, geçersizdi. Bu derin hakikat, zer-zor-tezvir şebekesinin sonsuz ve dayanılmaz kâbusuydu. Yenildikçe kuduruyordu. Kudurdukça vuruyordu. Vurdukça yoruluyor, yoruldukça duruyordu ama durması vazgeçmesi değildi. Lakin, durmak ürperticiydi ki, durmak sormak demekti, sormaksa düşünmek, düşünmekse yenilginin zihinde canlanmasıydı. İşte, zalim-mazlum, insanın bitimsiz trajedisi. Sonsuz tutsaklık ve azap bir yanda. Sonsuz zulüm ve sömürü diğer yanda. Bu tutsaklık, bu zulüm, bu sömürü nihayet bulmalıydı. İlânihaye idame ettirilemezdi. Ama bu nasıl olacaktı? Ne yapmalıydı? Nasıl yapmalıydı? Üst insan, büyük devrimci, güzel adam, dürüst aydın, büyük beyin bu yüce soruyla sarsılıyordu, ruhu yanıyordu, beyni kaynıyordu. Yandıkça da sakin göklerde ve ıssız çöllerde sükûnet arıyordu. Varlığın tecessümleriyle hemhal oluyordu. Bu güzel adam, yağmurla, rüzgârla, güneşle, yıldızlarla, ayla, çölle, dağlarla, taşlarla, kuşlarla, fırtınayla, hülasa; varlığın bütün tecessümleriyle konuşmayı, derinden iletişim kurmayı öğrenmişti. O kadar derinleşmişti, incelmişti. Zaten yoğun duygusallığı da bu yüzden değil miydi? Ama duygusal olduğu kadar rasyoneldi de. Yani dengeli bir ruhu vardı. Denge üzerinde yaşıyordu. Zira, dengesiz olunca her şey istikameti şaşıyordu. Bunu bizatihi müşahede ediyordu. Dünyada daralması, boğulması, sıkılması da bu yüzdendi. Devrimciliği de bu yüzdendi. Sığ değildi, kısır değildi, dar değildi. Varlığı bütün tecessümleriyle ve tecessümlerini bütün yönleriyle çok iyi tahlil, tetkik ve idrak etmişti.
Haddizatında devrimciler biraz bu dünyalı değillerdir. Bu dünyaya fazla dalmamışlar, alışmamışlardır. Dünyanın kör karanlığında kaybolmamışlardır. Ruhları ve beyinleri güçlüdürler. Asla benlikçi değildirler. Kolektif yaşamayı kanıksamışlardır. Kolektif düşünmeyi kanıksamışlardır. Teori ile pratiği mezcetmeyi başarmışlardır. Yalnızdırlar. Sessizdirler. Susarken konuşurlar konuşurken sustukları gibi. Ruhları sonsuz özgürdür. Aynı zamanda hem varlık denizinde yüzerler hem de varlık denizini kenardan temaşa eylerler. Ne daldıklarında kirlenirler ne de çıktıklarında ölürler. Hep muhkem bir direniş içerisindedirler. Zira alışan tutsaktır.
O, ne mutlak idealist ne de mutlak realisttir. Muazzam bir muvazene üzeredir. Varlığın muvazene üzerine müesses olduğunu idrak etmiştir. Asla hayatın katı gerçeklerinden bihaber değildir. Zira bu dünyadadır ve dünyanın bütün sıkıntılarıyla iç içedir. Acıyı yaşamaktadır, sevinci tatmaktadır. Toplum içindedir. Zindandadır. Kendisini mutlak idealizmle itham edenlere ‘’Yalnızlık Sözleri’’nde son derece ikna edercesine seslenmiştir. Durumu net olarak izah etmiştir.
Zevahirde yalnız gibi görünse de asla yalnız değildi. Bahsettiğimiz gibi bütün mevcudat onun yoldaşıydı. Canlı-cansız. Tüm kâinatı ve yekpare insanlığı kucaklamıştı. Samimiydi, içtendi, doğaldı. Sahtekârlıktan iğreniyordu. Yalansızdı, maskesizdi. Olduğu gibiydi. Buna rağmen sefil beyinliler, dördüncü tür mahlûkatlar kendisinin amansız düşmanıydı. Fiyakalarını bozmuştu bütün sahtekârların. Ütopistti onlara göre, ki kendisi de zaten yalanlamıyordu ve olması gerektiğini ifa ediyordu. ‘’İslam-bilim’’ isimli fevkalade eserinde muhteşem şekilde izahını da yapıyordu bunun. Her insanın ve toplumun bir ütopyası olması gerektiğini beyinleri ve ruhları tatmin ve ikna edercesine kanıtlıyordu. Kesinlikle haklıydı. Ütopyasızlık, düşünen insanın bitişi ve tükenişi demekti. O, gerçekçi bir idealistti. Ama bir idealist olarak yapacağı ama yiyemeyeceği bir devrime öncülük ediyordu. Sahtekâr realistler hiç utanmadan bitevi itham ettikleri bu güzel devrimcinin, oluşmasına öncüllük ettiği güzel meyvenin üzerine atmacalar misali konmuşlardı hiç utanmadan. Zaten bu dünya idealistlerin yapıp realistlerin yediği bir dünya değil miydi ve yine aynı şey tekrar etmiyor muydu? Ama kendisi olsa da buna bir şey demezdi. Zira o çok büyük bir beyin, çok hassas bir yürekti. O insandı.
Çöllerin acı dolu sessizliği yoldaşıydı o’nun. O arayandı. Bitimsiz arayıştan sonsuz haz alıyordu. Haddizatında arayış taliplisi gerçek özgürlüğü yakalayandı. Arayış içinde olanı tutsak etmek en zor olandı. Bu yüzden arayış serüvenlerine yol açan tefekkür kıvılcımları cezp edici oyuncaklarla daha alevlenmeden küle döndürülmeliydi. Arayanı yönlendirmek cesaret isterdi. Uyutmak muhaldi. Avutmak, istendik yöne kanalize etmek, aldatmak, kullanmak, boyunduruk altına almak tasavvur dahi edilemezdi. Arayan zincirlerinden boşanmış bir küheylandı. Mavi göklerin enginliğinde pervaz eden kuştu. Çöllerde var olmayı gerçekleştirmiş bir vahaydı, hayat sunan.
Düşmanlarını çok iyi tanıyordu. Ama düşmanlarını bile dost biliyordu. Tabi müteyakkızdı. Uykusunda bile uyanıktı ki ta sonsuzluğa uyuyana dek. Zira zımnen düşmanları bile ona hizmet ediyorlardı. Değil mi ki, Allah, hakikatte, saf samimiyetle kendi dinine hizmet edene bütün âlemi hizmetkâr kılıyordu. Bütün varlıkta adeta güzel adamın hizmetine girmişti. Her düşmanda, hakikatin bir parçasını yakalıyordu. O da, bunu aradığına göre düşman niye dost olmasındı ki? Ama onun gerçek ve değişmez bir düşmanı vardı ki, bu sinsi ve ebedi düşman; dinlerdi, dinin karşısındaki dinler. Bunu ‘’Dine karşı din’’ isimli muazzam eserinde muhteşem şekilde izah etmişti. Muhakkakta ikna etmişti, cidden büyük düşünen yüce beyinleri. ‘’Üstün akıllılardan başkası da derin düşünemez.’’ Allah.
Taşı yerinden kımıldatandı. Kımıldayan taşın ne zaman ve nereye düşeceği belli olmazdı. Binaenaleyh taşı kımıldatan her kim olursa olsun zer-zor-tezvir şebekesinin hedefiydi ve yok edilmeliydi. Burada zer sermayeyi, zor iktidarı, tezvirse diğer ikisinin sistemini tahkim etmekte yardaklık yapan ve kitleleri uyutan sahtekâr dinciydi. ‘’Mülk Allah’ındır Karun’u vurun. İktidar Allah’ındır Firavun’u vurun. Din Allah’ındır Belam’ı vurun’’ diyordu. Bütün yalancı tanrıları rahatsız etmişti. Tanrının emrinde yalancı tanrılarla savaşıyordu o. Şerefli bir muvahhidi. Tevhit içindi sonsuz mücadelesi. Suçluyu arıyordu şebeke ve bulmakta gecikmiyorlardı. Biteviye kovaladılar. Ne kovalayan ne de kaçan yoruluyordu. Kovalayan ne kadar onursuzsa kaçan o kadar onurluydu. Kaçışı, asla, onursuzca bir kaçış değildi. Ulvi bir maksat içindi. Zira o mukaddes bir harpte idi. Harpte hile değil miydi? Öyleyse kaçışta bir hile durumu değil miydi? Yani sorun yoktu. Kovalayanlar onursuzdular, sefildiler, mikroptular, zavallıydılar, kahpeydiler, haindiler, acizdiler, belhümadaldılar.
Büyük acılardan küçük şarkılar yapan ve bu küçük şarkılarla büyük azaplara merhem olan güzel bir adamdı o. Bir şiir gibi, bir şarkı gibi yaşadı. Şarkılar bitmez, şiirler susmazdı. O da hiç bitmeyecek ve hiç susmayacak. Bir şiir gibi okunacak, bir şarkı gibi söylenecek sonsuza kadar. Varlıksızlığında bile varlığı daima duyumsanacak. Onunla savaşanlar, derin ve keskin bir gerçekle savaştıklarının farkında olmayan budalalardı. Aptaldılar. Sefildiler. Korkaktılar. Zincirlerinden boşanmış hayvandılar. Namustan sıyrılmış arsızdılar. Emeklere göz koymuş hırsızdılar. Onun yalanlara her vuruşu ve güneş gibi her gün yeniden doğuşu düşmanlarını kahrediyordu, derin izler bırakıyordu nasırlaşmış suratlarında, paslanmış vicdanlarında, yalancı tanrıların.
Kölelikten başkaca hak bırakılmayan tutsak bir toplumun ufkunda özgürlük güneşi gibi doğmuş ve karanlığın üzerine çöküvermişti. Halkının genç ve taze dimağları, temiz ve lekesiz vicdanları kitleler halinde bu sımsıcak ve parlak güneşi takibe koyulmuşlardı. Özgürlük uçan kuştu. Ebedi aydınlık veren güneşti. Yalan kokularını dağıtan serin rüzgârdı. Yel olmuş küheylandı. Bütün görkemiyle salınan heybetli bir dağdı. Ulu bir doruktu. O özgürlüğün müptelasıydı. Ama insanlaştıran özgürlüğün hayvanlaştıran değil. Özgür doğmuştu. Besini özgürlüktü. Kumaşı özgürlüktendi. Değil mi ki çok sevdiği güzel halife Hz. Ali efendimiz: ‘’başkalarına köle olmayınız, çünkü Allah sizi hür yaratmıştır’’ demişti. Yani, inandığı din bunu emrediyordu. Saf ve hakiki özgürlüğü. Yalnızca ve yalnızca Allah’a inkıyat etmeyi, yalancı tanrıcıklara değil. Dolayısıyla emre tabi oluyordu. O zaman kölelikte neydi? Nereden çıkmıştı? Bir kuş gibi uçuyor, bir güneş gibi her gün yeniden doğuyor, bir doruk gibi bütün görkemiyle salınıyor, bir rüzgâr gibi esiyor ve bir küheylan hızıyla hareket ediyordu. Beyni kuşatan zincirleri kırıyor ve insan kardeşlerini aydınlatıyordu. Karanlığı bir ok gibi delip paramparça ediyordu. Zer-zor-tezvir şebekesine ağır darbeler indiriyordu. Onların alçak tuzaklarını deşifre ediyordu. Kimliklerini bütün yönleriyle izah ediyordu ve onlara karşı halkını ikaz ediyordu. Zindanların dostuydu zalimlerin düşmanı olduğu kadar. Ama o karanlıkta tutsakken bile aydınlık saçıyordu âleme ve insanlığa. Karanlıkta kaybolanlardan değildi. Karanlığı kaybedenlerden ve delenlerdendi. Kaderi kölelik olmuş bir halka ab-ı hayattı ve oldu da gerçekten. Saçtığı kıvılcımlar ateşlendi, attığı tohumlar filizlendi. Halkı onu utandırmadı.
Kelimeleri kırbaç gibi kullanıyordu. Zalimlerin yüzlerinde derin iz bırakıyordu. Mükemmel bir yazı ustasıydı. Özüne sadakatten asla şaşmadı. Asla ruhuna yabancılaşmadı. Hatipliği fevkaladeydi. Söz temelli özü vardı. Halkına bakan yüzü vardı. Hakikati gören gözü vardı. Bütün batıl sistemlere karşı, kuvvetli ve şaşmaz tezi vardı.
Okumak-yazmak-anlatmak. İşte o buydu. Okudu-yazdı-anlattı. Ta ki susturuluncaya dek. Ama yine de beceremediler bunu. Yine konuşuyor, anlatıyor, dinletiyor, rahatsız ediyor haysiyet, söz, onur cellâtlarını, halk ve hakikat düşmanlarını, emek ve ahlak hırsızlarını. Şahadetin doğal olduğunu biliyordu, tevhit-adalet-özgürlük yolunda. Bu bilinçle donanarak çıkmıştı yoluna. Korkusuzca yürüdü, konuştu, savaştı ve yüce ödülüne ulaştı. ‘’Kendini devrimci yetiştirmek’’ isimli harikulade kitabında bunu çok mükemmel izah etmişti zira.
Acısı yoğundu, öfkesi sertti. Acısının yoğunluğu öfkesinin sertliğine suydu sanki. Öfkesini acısıyla suluyordu. Adeta çelikleştiriyordu. Ama, zer-zor-tezvir şebekesineydi bu kutsal öfke. Çünkü; acıyı yaşatan onlardı. Boşuna ve anlamsız bir öfke değildi öfkesi. Acısını duygusallığı artırıyorsa da, öfkesini rasyonelliği perçinliyordu. İnsanlık toprağını, ahlak pulluğu ile sürmüş, düşünce yağmurları ile sulamış ve devrim tohumlarını atmıştı. Artık, meyve vermezse toprak utansındı. Ama, ne o yanılmış, ne toprak utanmıştı. Meyve hâsıl olmuştu. O, meyveyi görüp tadamasa da. Ama ne hazin ki, onun yaptığı devrimin üzerine atmacalar misali konan rezil realistler O’na ihanet etmişler ve sözlerinin özgürce uçmasını engellemişlerdi. Bu iğrençti ama olmuştu.
Kurtuluşun Doğu’da olduğunu biliyor ve görüyordu. Buna iman etmişti. Batı uygarlığının, batasıca uygarlığın, insanın doğasına münafi olduğunu bütün tahkikleri ve tetkikleri neticesinde görmüştü. Dirilişin, uyanışın, direnişin doğudan sökün edeceğine bütün beyni ve ruhuyla iman etmişti. Ama bu rastgele olacak bir şey değildi. Altyapısı olmalıydı. Yoksa umut beyhudeydi. Gayret manasızdı. Zira her sonuç bir sebebe müteallikti. Ve, talih o güzel adamı, o insan devrimciyi, o peygamberi misyonu en mükemmel şekilde taşımış onurlu aydını yanıltmayacakta. O güzel insan muhakkak haklı çıkacak. Çünkü asla halksızlık yapmadı. Hep dosdoğru oldu. Hep düz durdu. Dik yürüdü. İstikametten kesinlikle şaşmadı. Belki göremedik ama mirası vesilesiyle buna şahidiz.
Yüce varoluş için kavga verdi, varoluşun yüce sevinçlerinden mahrum kalma pahasına. Var oldu ve yok olmadı, olmayacakta. Yokluğa mahkûm olan sefillere yazık. Onursuzca yaşayanlara yazık. Hayvanlığa mahkûm olanlara yazık. Zincirleri kırmak güzeldi ve o bir zincirkırandı. Zeynebi mirasa sahip çıktı. Hüseyni mirasa sahip çıktı. Kesinlikle ihanet etmedi. Temsilini en güzel şekilde yaptı. Görevini hakkıyla ifa etti. Sorumluluğunu bir an bile nisyana terk etmedi.
O güzel devrimci adam, halk kütlelerinin, rüzgârın tesiriyle devasa bir kütle teşkil edip mavi ufukları kaplayan ve yekpare bir bütün teşekkülüne sebebiyet vererek rahmet indiren bulut kümeleri gibi tek bir bütün olup yeryüzünü kaplamalarını, emperyalist pisliklere kan kusturmalarını ve görkemli bir devrimle halkları sonsuz özgürlüğe kavuşturmalarını, son tahlilde; muhteşem nizam olan tevhit nizamını hayata hâkim kılmalarını, yeryüzüne adaleti getirmelerini, ahlakı egemen kılmalarını istiyordu. Zer-zor-tezvir şebekesi çökertilmeden yeryüzünün asla huzura kavuşacağına inanmıyordu. En büyük gayesinin ancak bu şekilde tahakkuk edeceğine iman etmişti.
Demir duvarları delen, kızgın fırınları serinleten sözler bıraktı miras olarak, onuru için dövüştüğü kardeşlerine. Sahip çıkarlarsa ne ala. Çıkmazlarsa yazıklar olsun.
Bekleyendi ve ümit edendi. Sabırla yürüdü, sabırla dövüştü. Hiç bıkmadı, yorulmadı, usanmadı.
O güzel insan, adaletin, dünyanın altyapısı olduğuna ve adaletsiz bir dünyanın yoklukla malul olduğuna kaniydi. Hayat bunu öğretmişti. O güzel devrimci, özünü yitiren ve mankurtlaştırılan insanlığın kavgacısıydı. Öze dönmeden, bu eksende bireysel ve toplumsal arınmayı gerçekleştirmeden kurtuluşa inanmıyordu. Praksis hayatın canıydı. O can çıktımı hayat yoktu. Varoluştu praksis. Öyleyse praksisle hayata can verilmeliydi. Arınmadan da praksis olmazdı ki. Öyleyse arınmalıydı önce ve dönmeliydi öze. Sonrada praksis eklenmeliydi temizlenen bedene.
İmkânı vardı belki yaşamaya ama yokmuşçasına yaşıyordu. Yalnızlığı seçiyordu. Ama kervandan kopmadan. Karanlık ve kirlenmiş bir âlemde insanları yücelikler ülkesine davet ediyordu. Yeşil din ülkesine.
Bir devrimcinin tam bir hususi hayatı yoktur. Çünkü o varlığın bütün yönlerinde kolektif düşünür. Önce biz gelir onda ben değil. Bütün varlık âlemi onun için bir laboratuar mesabesindedir. Varlığın bütün tecessümleri de ulaşmak istediği hedef yolunda birer malzemedirler. Bir devrimci bitevi beyinsel bir faaliyet içerisindedir. Aynı zamanda ruhsal faaliyet içinde. Beyni düşünürken kalbi sevmekle iştigaldedir. Duayla meşguldür. Büyük kıyama hazırlıkla meşguldür. Ta ki yüce ve görkemli devrim güneşi doğup bütün varlık âlemini tenvir edene değin. Devrimci yine de durmaz. Zira devrimin bir süreç olduğunun bilincindedir. Ancak sonsuzlukta ikmal olunacak bir süreç. İlânihaye yenilenmelerle ilerlemeye tabi olan bir süreç.
Selam olsun yüce ve büyük önderin izinden giden bu güzel devrimci adama ve bu güzel devrimci adamı takip eden yürekli devrimci yiğitlere.
Günümüzde, sanki, küresel ve yerel bazda aydınlar nezdinde güzel şehidin derinliği konusunda bir şok olmuşluk hali mevcut. Buna ara ara tanıklık ediyoruz. Ve bu şok olmuşluk halinin tevlit ettiği gizli kıskançlıkla güzel adamı tahrif gayretine giriliyor maalesef. Ve derin bir komplekse tutulma hali ihsas ediliyor derinden derine. Zira onun üzerine çıkamıyorlar. Söyleyin, vicdanınızı dinleyerek, var mı çıkabilen, fikirsel düzlemde, şehidin üzerine? Benim izlediğim kadarıyla yok, göremiyorum. Şehit, Batı’nın zihin örgüsünü çok derinden tahlil etmiş, kendi coğrafyasının özünü fevkalade idrak etmiş bir insan.
Ayrıca, bu dünyanın insanlık üzerinde derin izler bırakan üstatlarıyla (Sartre, Fanon vb) yemiş, içmiş, halleşmiş, yazışmış ve dost olmuş bir insan. Aynı şekilde kendi coğrafyasının büyük fikir üstatlarıyla hemhal olmuş, güçlü dostluklar kurmuş, ülkesindeki siyasi simaları etkilemiş bir fikir ve eylem devi. Aslında o güzel adamın en mümeyyiz vasfı, alamet-i farikası nedir bilir misiniz dostlar? Hissetmek. Hissederek yaşayan bir güzel adamdı o. Duygu yoğunlukluydu. Vicdanlıydı. Bugünkülerin anlayamadığı noktada burasıdır bence. Çünkü hissetmeyenin büyük düşünmesi, bir ideale kendini adaması ve bu yolda inadına yürümesi asla sadece rasyonel düşünen kişilerin becerebileceği bir şey değildir. Yürek gerekir. Cesaret gerekir. Akılla birlikte.
Şehit sınırları zorlayan bir adamdı. Olmayacakları olsun diyen, oldurmaya çalışandı. Ama olmayacağını da bilendi. Yalnızlığı, kahrı, bazen halkına kızması, derin hüznü, sessizce ağlaması hep bundandı. Dayanamıyordu büyük yüreği, çelik gövdesi bu kadim acıya. İçli haykırışları vardı. Rabb’inin anladığı tatlı isyanları vardı. Bu karşılıklı anlaşmayı hissediyordu. Yüreklerin tanıklık edebileceği en yüce hoşgörü numunesidir bu gizli buluşma ve anlaşma. Rabb’in ve kulun anlaşması. Mukaddes ve görkemli buluşma. Bunu ne herkes anlayabilir ne de yaşayabilir.
Bu yeryüzünün, haysiyetli duruşuna asla halel getirmeyen soylu devrimcisi şehit adamı, anlamamız için önce arınmamız gerektiği gayet açık. Zihnen ve kalben. Burada, haşa, şehidi tazim ve tebcil yok. Çünkü o, ancak insaniyet saflığı içinde anlaşılabilir. Acının en yoğununu yüreğinde ve beyninde yaşayan ve bunu vücudunun her zerresinde duyumsayan bir insandı o. Dışsal teninde değil içsel benliğinde. O ağlayandı. Ağlatandı o. Anlayandı ve anlatandı. Yazandı o. Üzerine yemin edilmiş kalemle. Ve konuşandı. Varsa söyleyecek sözü, konuşması gereken dille. Yüce seziş sahibiydi. Candı o. O canandı. Yaşarken şehit olmuş ve o istikamet üzere yaşamış ve son noktayı da aynı şekilde koymuş bir güzel devrimciydi. Zira iki seçeneği vardı: Ya izzetli yaşamak herkesle ya da izzetlice ölmek, izzetlice yaşatmak için herkesi.
İnsanlığın ilk kuralı: insanlığını korumaktır. İnsanlığını koruyandı o ve insanlığın insanlığını. İnsanlık ve varoluş mücadelesi yolunda yürüyendi. Onu ancak insanlığını koruyabilenler idrak edebilirler.
Şehit sorandı. Soruları olandı. Sorularıyla hainleri yorandı ve tam on ikiden vurandı. Ve böylece bütün gerici barikatları yarandı. Lakin bazı sorularına kendisi de cevap bulamamıştı. Buluyordu da, bulunan cevaplar had ve hududa uymuyordu. Haddini ve hududunu bilendi. Aşmak istiyordu ama aşamıyordu. Şaşmayınca aşılmazdı fakat şaşmak ihanetti, insanlığını koruyamamaktı. Yüreği paramparçaydı. Zihni ise bir yanardağ. Tam ortadaydı. Ne ileride ne geride. Ne altta ne üstte. İnsanlık çizgisinin tam ortasında. Emrolunduğu gibiydi. Dosdoğru, dimdik, dümdüz. Toprağı deliyor, göğü yarıyordu. O ince gizi arıyordu. Kabına sığmıyordu. Taşıyordu ama boşalamıyordu. Dengeliydi. Ölçülüydü. Çıldırtan bir dengeydi bu. Başka seçenek yoktu ne yazık ki. İçli içli, derin derin kaynıyordu.
Müslümanlar için yaşanmış, somutluk kazanmış bir örnek vardı örnek alınabilecek. Ve bu Asr-ı Saadet’ti. Marksistler ise böyle somut bir örneklikten yoksundu. Hedef olmayınca da ne yol ne yolcu ne de istikamet anlam kazanırdı. Her şey karanlığa mahkûm olurdu ve Marksistlerde karanlığın mahkûmuydular. Çekilen çileler Müslümanlar için bir değer ifade edebilirdi ama Marksistler içinse böyle bir şey söz konusu olamazdı. Müslümanlar için var olana ulaşmak ise reel olana göre imkânsızdı fakat yürünmeye değerdi. Zira yürümek için değil miydik bu alemde? Varmak bizim dışımızda olandı. Vardıracak olanın işiydi.
Büyük ve güzel şehit, idealist olduğu kadar realistti de. Kadim örneği, Müslümanların geleceğe kilitlenmesin de muhteşem bir altyapı olarak telakki ediyordu. Gerçekliği olan, müşahhaslaşmış olan, temeli bulunan, köklü ve kadim bir altyapı. Diğerlerinin ki gibi köksüz, hayali, absürt, mücerret, olabilirliği imkansız olan, boş ve anlamsız değil.
Tevhide yüreğinin en dip derinliklerinden gelen yüce bir samimiyetle iman etmiş şerefli bir muvahhidi o. Bu kesinlikle böyleydi. Bu güzel şehit ve şahit adamı anlamak, öyle bir iki kitabını yüzeysel, sığ, dar, üstünkörü okumayla tanımanız mümkün değildir. Harf harf okumalısınız, tertil ile okumalısınız. Ara yollara dalmalı, acı çekmeli, uykusuz geceler geçirmelisiniz. Üstat Cemil Meriç ne güzel söylemiş: ‘’ fikir yazısı, cebir problemi çözer gibi okunmalıdır’’ diye. Evet devleri okumak böyle olur. Bilakis boş okursun. Söz değil laf dokursun. Su değil ateş olursun. Filhakika, bu güzel adamı yanlış yansıtmak, tanıtmak gayretinde olanların gizli niyeti, iyimserlik ve nesnellik kılıfı ardında Müslümanların yönünü ve gönlünü yanlış istikametlere çevirmektir. Ve bunda da başarılı olabilmek için, Tevhid’in en güçlü savunucusu olan şehidin adını kullanmaktadırlar. Güya uyanıklık yapacaklar. Âlemi saf kendilerini akıllı sanıyorlar. Haddizatında yaptıkları, haysiyete sığmayan bir tavırdır. Acizliktir, zavallılıktır, sefilliktir.
Bu meyanda, bir de, İslam’ın farklı bir ideolojik destek olmadan bir toplumsal projesi, sosyal adalet nizamı önerisi üretmesinin imkânsız olduğunu ima etmeye çalışmaktadırlar akılları sıra. Gizliden ve derinden bunu beyinlere enjekte etmeye çalışıyorlar. Tabi yersek ve yerseniz! Bendenize göre güzel adamı en güzel anlatan kitap, üstat Ali Rahnema’nın ‘’Ütopyacı Müslüman’’ kitabıdır. Oldukça nesnel, oldukça derin, oldukça geniş çaplı bir anlatım. Kitapla sıkı bir dostluğunuz varsa şayet, okudukça okuyasınız gelir bu kitabı.
O hak ve halk şehidi güzel adam, katıksız bir tevhit eri olan muvahhidi. Bu saf hakikati değiştirmeye hiç kimsenin gücü yetmez ve yetmeyecektir inşaallah.
Okuyun, okumasını bilmiyorsanız bir bilene sorun okuyun. Malayani ile iştigal eylemeyin. Bilakis işinize bakın. Becerebileceğiniz işlere. Boyunuzu ve çapınızı aşan işlere değil. Bu gibi durumlarda adet olduğu üzere: ‘’buna ancak gülünür’’ diyenlerden değilim ben. Küfredilir diyenlerdenim ve ediyorum da. Zira herkes haddini bilmelidir. Ahlak diye bir şey var.
Son tahlilde; o güzel adam, şahit ve şehit insan, büyük devrimci sosyolog fikir devi, aziz öğretmen, can üstat; Allah’a, Halk’a ve İnsanlığa adanmış büyük, görkemli ve tam bağımsız bir yürekti, beyindi. Sonsuz rahmet üzerine olsun. Mekânı Cennet olsun, komşuları Peygamberler olsun. Âmin.
Ben bu güzel adamı kendi anladığım kadarıyla anlatmaya çalıştım. Sizler eserlerini inceleyerek daha teferruatlı tanıyabilirsiniz. Ben eserlerinden iktibası gerekli görmedim. Zira eserleri ulaşılmaz değildir. Ali Rahnema üstat onu 600 sayfalık ‘’Müslüman Ütopyacı’’ isimli muazzam eserinde çok güzel tahlil etmiş. Temin edip inceleyebilmek imkân dairesindedir lütfederseniz. Bu güzel adamın eserleriyle beslenenler her zaman farklılık oluşturmuşlar, farklı heyecanlara vesile olmuşlar, söz dünyasına muhteşem bir düzey kazandırmışlardır. Eserlerini mutlaka sıkı bir disiplinle takip etmenizi öneririm âcizane. Devrimci umutla ve heyecanla kalınız yiğit yürekler.