Kamplaşmanın “intikamı”nı “öbür taraf”tan almaya kararlı bir siyasi iktidarla karşılamaktayız
Murat Belge
Devletin “Batılılaşma” kararı ve uygulamasının nasıl bugünlere kadar unutulmayan bir zulüm olarak algılandığı konusunda bir şeyler yazmak istediğimi söylemiştim. Bir tarafa hak vermek için değil, olayın nasıl bir olay olduğunu anlamak için yazıyorum. Başlıkta “mesel” dedim: bir örnek olabilecek içeriği olan uydurulmuş bir hikâye. Yani “hisse” çıkarılabilir bir “kıssa”. “Uydurulmuş” diyorum; öyle, ama sanırım yığınla benzeri olmuş bir hikâye anlatıyorum.
Cumhuriyet kurulmuş, devlet elindeki imkânları elinden geldiği kadar kullanarak toplumu batılılaştırmaya, “modernleştirmeye” çalışıyor. Diyelim, Anadolu’da bir kadın hastalandı.
Dediler, “İl merkezinde hastane açıldı. Git oraya, kendine baktır.” Onun da aklına yattı (tabii varsa kocasının da aklının yatması gereken bir durum). Gittiler. Doktor muayene etti, teşhis koydu. Ciddiyeti olan bir hastalık, ama tedavisi mümkün. Doktor reçetesini yazdı, hastaya verdi. Verdi ama hastaya güvenemiyor. Bu “köylü”lerle birtakım deneyleri olmuş, ne yapacakları belli olmaz diye biliyor doktor. Döner köyüne, orada cahil cühela biri, “Bakma sen o doktorun dediğine. Bunun ilacını ben biliyorum” der; bir kocakarı ilacı mı salık verir, yoksa muska yazıp eline mi tutuşturur, belli olmaz. Ama böyle bir şey olabilir. Doktorun o köye gidip durumu denetlemesi elbette imkansız. Hasta bir daha gelir, görünür mü, o da belli değil. Muhtemelen gelmez, bir daha görünmez.
Ne yapsın doktor? Hastalığı, öngördüğü tedaviyi anlatmaya kalkışsa, anlamaz ki kadın—ya da kocası. Ne dese boş. Bunlar cahil insanlar—doktor öyle olduklarına inanmış, yaşadığı örnek olaylar da var.
“En iyisi korkutmak!” diye düşünür. “Bak, kadın,” der; “Sana şu ilaçları yazdım. Bunlar hap. Dediğime dikkat et. Bunları düzenli almazsan geberirsin! Anladın mı? Geberirsin!”
Sevimli bir konuşma tarzı değil. Tam tersi. Ama doktorun derdi “sevimli” konuşma yapmak değil. Ciddi korku salmak istiyor. Büyük bir ihtimalle kendisine bir daha görünmeyecek bir kadını sözünden çıkamayacak şekilde korkutmak istiyor. Böyle konuşuyor, çünkü kadının tedavi olmasını istiyor. Ama bu sonucu elde etmek için daha etkili bir yöntem bilmiyor, bulamıyor.
Peki, kadının durumu ne, bu koşullarda? Gözlerini aça aça, sesini yükselte yükselte “geberirsin” diye haykıran bu adamdan hoşlanmasına imkân var mı? Onun ne gibi duygularla böyle davrandığını anlamasına imkan var mı? “Tamam, anladım, doktor bey” deyip toparlanıp gitmekten başka yapabileceği bir şey var mı? Herhalde o da böyle yapıyor.
Sonra ne oluyor? Bilemem. Doktorun korkutma politikası etkili olabilir. Onun bütün sevimsizliğine rağmen kadın “doktorun bir bildiği vardır” diyebilir, ilaçlarını alabilir, iyileşebilir. Umarız iyileşmiştir. Ya da doktorun korktuğu olmuş, tıptan hiçbir şey anlamayan komşularının saçma sapan tavsiyelerine uyup harcanıp gitmiştir. O da mümkün. Benim anlatmaya çalıştığım, yukarıdaki karşılaşma, o sahne. “Mesel”in göstermeye çalıştığı durum bu örnekte karşılaştığımız durum.
Yani bu iki insanın birbirlerinin dilinden anlama imkânları, koşullar nedeniyle, asgari düzeyde. Yüzyüze gelmelerine, öyle konuşmalarına rağmen, birbirlerini anlamıyorlar. Daha doğrusu, yanlış anlıyorlar. Yanlış anlamalarının nedeni de, her ikisinin de, “bireysel” diyebilecek bir açıklaması yok; yani doktor ya da kadın bir kişi olarak “anlayışsız” olduğu için sürecin bu biçimi aldığını söyleyemeyiz. İkisini de kuşatan nesnel koşullar böyle, bu sonucu onlar üretiyor.
Kadın (ve kocası) “Böyle doktorun canı cehenneme” dediyse, ayıp mı ettiler? Bence hayır. Tepki duydularsa, tepkileri haklı. Ama doktor niçin öyle konuşmaya karar vermiş? Bunu nasıl anlayabilirler ki? Öte yandan, doktorun “doktor” olmaktan ötürü kendine güveni, bu koşullarda yapılması gerekeni yaptığına kesin inancı ve belki ayrıca insan psikolojisini anlamaktaki yetersizliği de ele alınmalı. Kendisine bu bilgi verilmiş, öğretilmiş, bununla birlikte bu güven de verilmiş. Doğrusunu o biliyor. Bilmeyene, kafasına vura vura öğretecek.
“Söyledim, benden günah gitti” diyor. Gitti mi? Sahiden? Tabii hayır. Ama onun da işi gücü başından aşkın. Daha şu kadar hastaya bakacak v.b. Koşullar bunlar; ne yapacaksak bunların içinde yapacağız.
Bu meseli genişletebiliriz. Verilen devlet kararıyla birlikte, doktorla Ayşe kadının, Fatma kadının arasında beliren kültürel uçurumlar açılmış. Çünkü o uçurumların açılması ihtimali düşünülmemiş. Devlet, yetiştirdiği “aydın”lara, “Alın bu halkı, medenileştirin” demiş. Bu kadarını da yeterli görmüş. Öğrenmiyorsa, kendi kabahati! Öğrenmiyorsa niçin böyle yapacağı ve böyle yaparsa buna nasıl çare bulunacağı hesaplanmamış.
Olayın iki “tarafı” var. Bu iki taraf zaten tarih boyunca birbirleriyle konuşup anlaşmanın yolunu ve dilini bulmuş değiller. Aynı kültürü paylaşır gibi göründükleri zamanlarda bile aslında hiç anlaşmamışlar. Ama şimdi kendilerini bu konumda buluyorlar. Buldukları bu konumda aralarında doğru bir ilişki kurmanın yolunu bulamıyorlar. Bu resimde “üçüncü” taraf olduğunu düşünebileceğimiz “devlet” de böyle bir gelişme karşısında ne yapılacağını hayal etme zahmetine girmemiş.
Dolayısıyla sözkonusu tarafların ikisi de haksızlığa uğramış durumda. Ancak, insanların hemen hemen her zaman yaptıkları gibi, her ikisi de, kendi uğradıkları haksızlığın hesabını soruyor ve karşı tarafı da uğradığı haksızlığın sorumlusu olarak görüyor.
Bu durum yıllar yılı böyle devam etti ve kurduğumuz düzenin yüzüncü yıldönümünde bu kamplaşmanın hâlâ geçerli olduğu bir ortamda karşılamak zorundayız. Bu kamplaşmanın “intikamı”nı “öbür taraf”tan almaya kararlı bir siyasi iktidarla karşılamaktayız yıldönümünü.
Yani zor bir durum, kritik bir dönemeç.