Hâlihazırda tanık olduğumuz ‘temsil’ kurumlarının bir kısmı Sanayi Devrimi devrinde doğdu, neredeyse tümü bu devrimle dönüştü. Şimdi Bilişim Devrimi çağındayız ve o ‘kurumlar’ yine dönüşecek, bir kısmı ortadan kalkacak, bir kısmı şekil ve içerik değiştirecek.
Dönüşüm, içindeyken kavranması kolay olmayan, insan zihninin hızla uyum sağlamakta zorlandığı bir olgu, toplumlar için de, o toplumlara yön veren siyaset tercihleri ve siyasetçiler için de.
İnsanoğlunun tarihi boyunca her ne olduysa, her ne değiştiyse, ‘insan’ sayesinde oldu. Tarihte ‘iş bölümünün’ ortaya çıkışının ardından, ‘insanın’ dahil olduğu sınıf ve tabakalar, kültür, din, alışkanlıklar, tercihler, zorunluluklar, direnç, zayıflık vs. Efendiler de insandı köleler de, mülk sahipleri de yoksullar da, asimile edenler de asimile olanlar da. Birileri üretim araçlarını şu ya da bu yolla ele geçirdi, diğerleri onlar için çalışmaya başlandı. Üretim araçlarının sahipleri, yüzlerce yıldır bu zırvanın ‘olağan’ karşılanması için büyük çaba harcadı, karmaşık mekanizmalar kurdu, saçmalığı fark edip dile getirenlerin ise canına okudu.
Bir tarihte doğan burjuva sınıfı, çelişkilerinden filizlendiği feodal yapıları parçaladı, egemenliğini ilan etti. ‘Oylama’ usulü çeşitli biçimlerde milattan önce de vardı kuşkusuz; modern çağda, öncelikle temsil eden ile edilen arasındaki ilişkinin niteliği, o oylamanın kaynağı, şekli, içeriği değişti. Önce, erkekler ve mülk sahipleri, 19’uncu yüzyılda bu kez işçi sınıfının doğumu ve mücadelesiyle birlikte, çekilen büyük acıların ardından yavaş yavaş mülk sahibi olmayanlar ve 20’nci yüzyılın ortalarında artık herkes oy vermeye başladı. Genel ilkeler belirginleşti; genel oy, eşit oy, oyun gizliliği vs. Hiç kolay değildi bu eşitliği kabullenmek, örneğin demokrasinin beşiği İngiltere’de ‘eşit oy’ (herkesin yalnızca tek oy sahibi olması) ilkesi 1948’de kabul edilebildi. Anlayacağınız, İngilizler uzun süre “Şu çobanın oyu ile profesörünki bir olur mu kardeşim?” sorusunu yanıtlamakta zorlandı!
Egemenliğin kaynağının gökyüzünden (Tanrı egemenliği) yeryüzüne (ulus egemenliği) inmesi ve temsil edilen ile eden arasındaki ilişkinin dönüşümü, oy hakkının genelleşmesi, ezcümle ‘seçmenin’ giderek önem kazanması; burjuvazinin, sistemi kılcal damarlarına dek kendi çıkarları doğrultusunda örgütlemesini zorunlu hale getirdi tabii. “Tamam seçim var ama o seçimde verilen oylar çıkarlarıma halel getirmemeli!” Nitekim ‘genel oy,’ tarihi boyunca burjuvazinin canını çok sıkacak bir sonuca yol açmadı. İstisnai bir iki örnek ise askeri darbelerle vs. ortadan kaldırıldı.
Erkekler arasında genel oyu tanıyan ilk ülkenin Fransa (1848) oluşu boşuna değildi; yeğen Napoleon’un, gideren güçlenen canlı işçi kitleleri karşısında tutucu Fransız köylüsünün vereceği oya gereksinim duymasının sonucuydu. Nitekim o oylar sayesinde önce iktidar oldu, ardından yine halkın oyuyla imparatorluğunu ilan etti. Her iki Napoleon’un, ama özellikle yeğen Napoleon’un despot iktidarının inşasında halkoylamasına sık başvurulması, sonrasında ‘halkoylamasına’ karşı duyulan açık/gizli kuşkunun (Bonapartizm tartışmaları) nedenlerinden biri.
Genel ve eşit oy hakkı, tarihi boyunca, yanıtı kolay olmayan bir soruyla birlikte anıldı: Oy ile iktidara gelen, kendisini oraya taşıyan sistemi ortadan kaldırmaya yönelirse ne olacak? Bonapartların siyaseti/yöntemi bir yana, özellikle 20’nci yüzyılda seçimle iktidara gelen faşizmlerin dünyayı ve ülkelerini kana bulaması, sorunun daha da yaşamsal hale gelmesine yol açtı. Parti kapatma davalarında sıkça işitilen ‘militan demokrasi’ kavramının da menşei bu; kendisini koruyan araçlarla donatılmış demokrasi.
Klasik demokrasiler II. Dünya Savaşı ardından, demokrasinin ayrılmaz unsuru haline gelen insan hakları hukukunun da etkisiyle, bir yandan sistemi sürdürmek, diğer yandan demokrasinin kalbinde yer alan ‘sandığın’ başlarına düşmemesi için çaba harcıyor. Birbirini kontrol eden ve denetleyen güçler ile bağımsız yargı gibi demokratik sistemin asgari gereklerini sağlamaya yönelik mekanizmalarının yanında, yurttaşın yönetime farklı düzeylerde katılımı için öngörülen yol-yordam-araçlar da, sürekli gelişip çeşitleniyor.
Bilişim Devrimi, yurttaş katılımını yalnızca kolaylaştırmıyor, aynı zamanda giderek daha fazla ‘zorunluluk’ haline getiriyor, getirecek. Dünyada ve neyse ki henüz gezegenden kopmayan Türkiye’de. Kapitalizmin krizinin peşi sıra altüst olma sürecine giren temsili demokrasilerdeki manzarayı şöyle özetlemek mümkün olabilir:
İnsan aklının bugüne dek icat edebildiği en temel ve işlevsel katılım aracı, oy vermek. O ‘oy,’ yüz yıl önceki anlamına ve önemine sahip olmasa da, hâlâ çok önemli. Ancak oy, kimin yöneteceğine karar verir, nasıl yönetileceğine değil. Çağımız, bizlere bir yandan temsili demokrasinin krizini yaşatırken, diğer yandan farklı katılım ve karar alma mekanizmalarının olanaklarını sunuyor. Yönetime katılım, başka bir yazının konusu olacak.
Peki, İstanbul Kanalı ‘projesi’ için bir halkoylaması önerisi -muhalif siyasetçiler zaman zaman dile getiriyor- yönetime katılım için anlamlı bir yol olabilir mi?
Yazının başlığındaki saçma örneği hatırlatarak, yinelemek gerekire: Sandık, demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ koşulu, ancak yönetimlerin demokratik olmayan yöne sapma ihtimali her zaman olduğundan, bir yandan sandık dışı araçlar yaratılırken, diğer yandan bazı konuların sandıktan uzak tutulmalarına önem verildi. Örneğin medeni dünyada, temel hak ve özgürlüklerin halkoylamasına sunulması pek âdetten değil. Bu konular, duygusal tercihlere konu olamayacak ölçüde yaşamsal.
Bir kanal projesinin halkoylamasına sunulma ihtimali (her ne kadar hukuk sistemimizde böyle bir yol olmasa da!) bu kapsamda değil. Ancak burada, ‘katılım’ ile önümüze ‘sandık koyma’ arasındaki derin fark çıkıyor ortaya.
Eğer bu konu İstanbul ya da Türkiye ahalisine sorulursa, çok muhtemeldir ki ‘Hayır’ çıkacağını öngörebiliriz. Peki ‘Evet’ çıksa, diyelim birkaç bin kişinin oyu ile, böyle bir anormallik artık ülke ve toplum için yararlı hale mi gelir, yoksa olsa olsa Bonapartların ruhu mu şâd olur?! Türkiye tarihinde bir halkoylamasındaki en yüksek oyun, 1982 Anayasası’nın kabulü ve Kenan Evren’in cumhurbaşkanlığı için verildiği hatırlatılsa, bir şey ifade eder mi? Ayrıca, şu akıl fikir almaz hükümet sistemi dört yıl önce yine bir halkoylamasıyla kabul edilmedi mi? Eh “Atı alan Üsküdar’ı geçti ama,” diyebilirsiniz; ben de size “Geçirmeseydiniz şekerim,” yanıtını verebilirim, izninizle.
Katılım, son derece bütüncül önlemler, siyaset ve sistem değişikliği gerektiren kapsamlı bir ‘olgu’ ve o katılım için gerekli koşullar yaratılmadan ortaya konulan sandık, daha demokratik değil, daha otoriter bir zihniyete hizmet eder. Etti. Halkın önüne sandık koymadan önce, halk ile o sandık arasındaki karmaşık ağ demokratikleştirilmeli, katılım gerçek anlamını kazanmalı, yurttaş konu hakkında bilgilendirilmeli ve ondan sonra, sorulmalı.
Eğer demokrasi işlemiyorsa ve anayasa askıya alındıysa, verili koşullar değiştirilmeden önerilen halkoylaması sandığı, muhtelif saçmalıklara meşruiyet kazandırır, hepsi bu. “O borcu ödemeyeceğiz,” yeter de artar.
Ben, milyonlarca yurttaştan biri olarak, benim ve çocuğumun geleceğini ipotek altına alan ve doğaya zarar verecek herhangi bir fantezinin, önüme sandık formunda konulmasını reddediyorum.
Yazı önerisi: Anayasa hukukçusu Işıl Kurnaz’in kişisel verilerle ilgili yazısını okumanız dileğiyle buraya bırakıyorum.